FASL-I MUHABBET/ Ümit KAYAÇELEBİ
Cihan, meğer bir hükümdara yetecek kadar büyük değilmiş, diyen Yavuz Sultan Selim'in gençlik çağlarından bir sayfa açacağım.
Küçük Selim'in hocası Muhyiddin Efendi onda bir hükümdara mahsus meziyetleri görüyordu. Şehzade Selim iyi bir süvari ve kuvvetli bir şairdi. Muhyiddin Efendi bir gün şehzadeye:
-Şehzadem bendenizi seversiniz değil mi, diye sordu. Selim hocasını herkesten fazla severdi. Tereddüt etmeden cevap verdi:
-Şüphe mi edersin efendi? Yoksa hürmette kusur mu ettik?
-Size bir sırrın kapılarını açmak istiyorum. Fakat bunun aramızda kalması lazım. Bilinirse sonum olur. Benim felaketim, şehzademin istikbalini açarsa ben yine razıyım.
Selim ihtiyar hocasının sözlerini merakla dinliyordu.
-Allah göstermesin üstadım. Senin felaketin bana ölünceye kadar dağ-ı derûn olur. Bu sırrı arzu edersen mezara kadar götürürüm.
Muhyiddin Efendi, talebesinden bu teminatı aldıktan sonra anlatmaya başladı:
-Çok yıllar evvel bir gün, Amasya'da pederinizin sarayı önünde alasseher bir derviş peydah olmuş, kılık kıyafetinden pek fakir olduğu anlaşılan bu adamcağız saray kapıcılarına müracaat ederek, Şehzade Beyazıt'ı görmek istediğini söylemiş, fakat talebi reddedilmişti. Bunun üzerine Derviş:
-Madem ki beni içeriye almıyorsunuz. O halde dediklerimi şehzadeye iletin. Bugün sarayda bir erkek çocuğu dünyaya gelecektir. Bu çocuk ilerde babasının yerine geçip padişah olacaktır. Vücudunda da yedi tane ufak ben bulunacaktır deyip ortadan kayıp olmuş. Padişah bu dervişi aramışsa da bulamamış. Ve o gün sarayda yedi tane ufak benli bir çocuk dünyaya gelmiştir.
Selim söze girdi:
-Efendi bu çocuğun adı ne imiş?
Muhyiddin efendi gülerek cevap verdi:
-Selim, yani siz şehzadem.
Şehzade, muhterem ve ihtiyar hocasının ellerine sarılarak öptü ve:
-Kimbilir, dedi belki bu fakir derviş haklı çıkar.
Bu olaydan bir kaç ay sonra Selim hocasına şu suali sormuştu:
-Efendi taht daima ekber evlada müyesser olur değil mi?
Muhyiddin Efendi bunun üzerine:
-Hanedan-ı Ali Osman'ın an'anesi bunu amirdir, cevabını vermişti.
Selim seneler geçtikçe yaşından ümit edilmeyecek derecede gelişiyor ve gürbüzleşiyordu. Beyazid oğlunu bir sancağa tayin etmenin sırasının geldiğini anladı. Ona Trabzon ve havalisi valiliğini verdi. Geniş bir mıntıka olduğu kadar önemli bir ticaret merkezi de olan Trabzon'a böyle çok genç bir şehzadenin atanmasını doğru bulmayan vezirler, padişaha bu hususu arzetmek cesaretini gösterdiler. Herşeye çabuk kanan Beyazid bu mevzuda vezirlerini dinlemedi:
-Şehzademiz Yavuz bir çocuktur. Hem ben mülkümün başına istediğimi getirmek iktidarında değil miyim? Siz işlerime nasıl karışırsınız, diye çıkıştı. Selim'in İstanbul sarayından alınarak Trabzon'a hareket etmesi münasebetiyle, İstanbul'da ilk defa olarak büyük bir merasim yapıldı. Selim, evvela saraya giderek babası ile vedalaştı.
Beyazid oğlundan ayrılmadan önce şu sözleri söyledi:
-Göreyim seni, bakalım bana ve devletime nasıl hizmet edersin? Karındaşların yanında yüzün kara olmasın.
Selim, babasının ellerini öptü:
-Merak buyurma sultanım baba. Sizin duanız berekâtıyla inşallah muvaffak oluruz. Mevla yüzümüzü ak etsin, dedi. Fakat babasının karındaşlarına daha çok ehemmiyet verir bir tarzda konuşmasından müteessir olmuştu. Şehzadeyi uğurlamak üzere seher vakti vezir-i azam Davut Paşa, vezirler ve diğer devlet erkânı sarayın birinci kapısında hazır bulunuyorlardı. Buraya her nedense yeniçerileri ileri gelenleri davet edilmemişti. Selim, önünde valilik sancağı olduğu halde saray kapısından çıktı. Divan-ı Hümayun çavuşları alkış tuttular. Vezir-iazam paşa ve devlet ileri gelenleri, şehzadenin önüne düşüp yürüdüler. Bu sırada hocası Muhyiddin Efendi, şehzadenin yanına sokularak, tebrik etti:
-Allah mübarek eylesin, dedi. Sonra kimsenin işitemeyeceği bir sesle şunları söyledi:
-Şehzademi inşallah daha büyük yerlerde görürüm. Allah büyüktür. Dün akşam bir rüya gördüm umarım ki fakir dervişin, Amasya sarayında verdiği müjde hakikat olacaktır.
Selim, utanmasa hocasının boynuna sarılacaktı. Vücudu tatlı bir heyecanla ürperiyordu. Sonra vezir-iazam Davut Paşa gelerek reayaya dair nasihatlarda bulundu. Bunu vezirlerle Anadolu ve Rumeli kazaskerleri takip ettiler. Sırasıyla din ve dünya işleri hakkında nasihatlar verdiler. Böylece Eminönü meydanına kadar gidildi.
Şehzade Selim'in alayında, maiyetine verilen yeniçeriler ile memurlardan başka, sipahi, silahtar, sekban, solak ve peyklerle kendisinin hasahır hademeleri, mutfak ve kiler hizmetkârları ve saire vardı. Bütün bunların mevcudu üç bin kişiden fazlaydı.
Böyle bir merasim o zamana kadar hiç bir şehazedeye yapılmamıştı. Beyazid, bu merasimi oğluna olan sevgisinden ziyade tebaasına kudret ve ihtişamını göstermek için yapıyordu. Alay Eminönü iskelesine gelince, Kaptan-ı Derya Sinan Paşa, şehzadeyi başterde denilen amiral gemisine aldı. Bu sırada dışarıda toplar atılıyordu.
İşte Yavuz Sultan Selim Han, bu suretle çocukluk devresinden çıkarak gençlik çağına girdi. Yolda, saygıdeğer hocası Muhyiddin Efendiye:
-Bir gün gelip taht bize müyesser olursa, gaza meydanlarını kahramansız bırakmayacak, namımızı ebedi kılacağız. Nice nice zaferler kazanacağız, dedi.
Şehzade Selim sözünde durdu. Bir gün geldi, taht ve tac kendisine nasip ve müyesser oldu. Nice nice şanlı zaferler kazanarak kahramanlıklarla dolu tarihimize şan ve şeref sahifeleri ilave etti.
Cihan, meğer bir hükümdara yetecek kadar büyük değilmiş, diyen Yavuz Sultan Selim'in gençlik çağlarından bir sayfa açacağım.
Küçük Selim'in hocası Muhyiddin Efendi onda bir hükümdara mahsus meziyetleri görüyordu. Şehzade Selim iyi bir süvari ve kuvvetli bir şairdi. Muhyiddin Efendi bir gün şehzadeye:
-Şehzadem bendenizi seversiniz değil mi, diye sordu. Selim hocasını herkesten fazla severdi. Tereddüt etmeden cevap verdi:
-Şüphe mi edersin efendi? Yoksa hürmette kusur mu ettik?
-Size bir sırrın kapılarını açmak istiyorum. Fakat bunun aramızda kalması lazım. Bilinirse sonum olur. Benim felaketim, şehzademin istikbalini açarsa ben yine razıyım.
Selim ihtiyar hocasının sözlerini merakla dinliyordu.
-Allah göstermesin üstadım. Senin felaketin bana ölünceye kadar dağ-ı derûn olur. Bu sırrı arzu edersen mezara kadar götürürüm.
Muhyiddin Efendi, talebesinden bu teminatı aldıktan sonra anlatmaya başladı:
-Çok yıllar evvel bir gün, Amasya'da pederinizin sarayı önünde alasseher bir derviş peydah olmuş, kılık kıyafetinden pek fakir olduğu anlaşılan bu adamcağız saray kapıcılarına müracaat ederek, Şehzade Beyazıt'ı görmek istediğini söylemiş, fakat talebi reddedilmişti. Bunun üzerine Derviş:
-Madem ki beni içeriye almıyorsunuz. O halde dediklerimi şehzadeye iletin. Bugün sarayda bir erkek çocuğu dünyaya gelecektir. Bu çocuk ilerde babasının yerine geçip padişah olacaktır. Vücudunda da yedi tane ufak ben bulunacaktır deyip ortadan kayıp olmuş. Padişah bu dervişi aramışsa da bulamamış. Ve o gün sarayda yedi tane ufak benli bir çocuk dünyaya gelmiştir.
Selim söze girdi:
-Efendi bu çocuğun adı ne imiş?
Muhyiddin efendi gülerek cevap verdi:
-Selim, yani siz şehzadem.
Şehzade, muhterem ve ihtiyar hocasının ellerine sarılarak öptü ve:
-Kimbilir, dedi belki bu fakir derviş haklı çıkar.
Bu olaydan bir kaç ay sonra Selim hocasına şu suali sormuştu:
-Efendi taht daima ekber evlada müyesser olur değil mi?
Muhyiddin Efendi bunun üzerine:
-Hanedan-ı Ali Osman'ın an'anesi bunu amirdir, cevabını vermişti.
Selim seneler geçtikçe yaşından ümit edilmeyecek derecede gelişiyor ve gürbüzleşiyordu. Beyazid oğlunu bir sancağa tayin etmenin sırasının geldiğini anladı. Ona Trabzon ve havalisi valiliğini verdi. Geniş bir mıntıka olduğu kadar önemli bir ticaret merkezi de olan Trabzon'a böyle çok genç bir şehzadenin atanmasını doğru bulmayan vezirler, padişaha bu hususu arzetmek cesaretini gösterdiler. Herşeye çabuk kanan Beyazid bu mevzuda vezirlerini dinlemedi:
-Şehzademiz Yavuz bir çocuktur. Hem ben mülkümün başına istediğimi getirmek iktidarında değil miyim? Siz işlerime nasıl karışırsınız, diye çıkıştı. Selim'in İstanbul sarayından alınarak Trabzon'a hareket etmesi münasebetiyle, İstanbul'da ilk defa olarak büyük bir merasim yapıldı. Selim, evvela saraya giderek babası ile vedalaştı.
Beyazid oğlundan ayrılmadan önce şu sözleri söyledi:
-Göreyim seni, bakalım bana ve devletime nasıl hizmet edersin? Karındaşların yanında yüzün kara olmasın.
Selim, babasının ellerini öptü:
-Merak buyurma sultanım baba. Sizin duanız berekâtıyla inşallah muvaffak oluruz. Mevla yüzümüzü ak etsin, dedi. Fakat babasının karındaşlarına daha çok ehemmiyet verir bir tarzda konuşmasından müteessir olmuştu. Şehzadeyi uğurlamak üzere seher vakti vezir-i azam Davut Paşa, vezirler ve diğer devlet erkânı sarayın birinci kapısında hazır bulunuyorlardı. Buraya her nedense yeniçerileri ileri gelenleri davet edilmemişti. Selim, önünde valilik sancağı olduğu halde saray kapısından çıktı. Divan-ı Hümayun çavuşları alkış tuttular. Vezir-iazam paşa ve devlet ileri gelenleri, şehzadenin önüne düşüp yürüdüler. Bu sırada hocası Muhyiddin Efendi, şehzadenin yanına sokularak, tebrik etti:
-Allah mübarek eylesin, dedi. Sonra kimsenin işitemeyeceği bir sesle şunları söyledi:
-Şehzademi inşallah daha büyük yerlerde görürüm. Allah büyüktür. Dün akşam bir rüya gördüm umarım ki fakir dervişin, Amasya sarayında verdiği müjde hakikat olacaktır.
Selim, utanmasa hocasının boynuna sarılacaktı. Vücudu tatlı bir heyecanla ürperiyordu. Sonra vezir-iazam Davut Paşa gelerek reayaya dair nasihatlarda bulundu. Bunu vezirlerle Anadolu ve Rumeli kazaskerleri takip ettiler. Sırasıyla din ve dünya işleri hakkında nasihatlar verdiler. Böylece Eminönü meydanına kadar gidildi.
Şehzade Selim'in alayında, maiyetine verilen yeniçeriler ile memurlardan başka, sipahi, silahtar, sekban, solak ve peyklerle kendisinin hasahır hademeleri, mutfak ve kiler hizmetkârları ve saire vardı. Bütün bunların mevcudu üç bin kişiden fazlaydı.
Böyle bir merasim o zamana kadar hiç bir şehazedeye yapılmamıştı. Beyazid, bu merasimi oğluna olan sevgisinden ziyade tebaasına kudret ve ihtişamını göstermek için yapıyordu. Alay Eminönü iskelesine gelince, Kaptan-ı Derya Sinan Paşa, şehzadeyi başterde denilen amiral gemisine aldı. Bu sırada dışarıda toplar atılıyordu.
İşte Yavuz Sultan Selim Han, bu suretle çocukluk devresinden çıkarak gençlik çağına girdi. Yolda, saygıdeğer hocası Muhyiddin Efendiye:
-Bir gün gelip taht bize müyesser olursa, gaza meydanlarını kahramansız bırakmayacak, namımızı ebedi kılacağız. Nice nice zaferler kazanacağız, dedi.
Şehzade Selim sözünde durdu. Bir gün geldi, taht ve tac kendisine nasip ve müyesser oldu. Nice nice şanlı zaferler kazanarak kahramanlıklarla dolu tarihimize şan ve şeref sahifeleri ilave etti.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.