'Sakın, sonunda özür dileyecek işi yapma'
Lehine olan işleri bilen, kendinden zuhur edecek şeylere hâkim olan, ölüm anını sezebilen pek az kimse vardır. Onlar da bildiklerini kolayca açıklamaz, kalp hâzinelerine yerleştirirler
11.04.2023 08:50:00
Lehine olan işleri bilen, kendinden zuhur edecek şeylere hâkim olan, ölüm anını sezebilen pek az kimse vardır. Onlar da bildiklerini kolayca açıklamaz, kalp hâzinelerine yerleştirirler.
Onlar, bu hâllere güneşi görür gibi bakarlar. Siz güneşe nasıl bakarsanız, onlar da olacak durumlarına öyle bakar, görürler. Şu var ki, dilleri ondan haber veremez.
Olacak bir işi önce sır duyar, sır kalbe aktarır, kalp itminan derecesine eren nefse bildirir ve iş orada saklanır.
Nefsin, bu gibi şeylere ehliyet kazanması için hayli zaman terbiye görmesi, kalbe hareket edebilmesi için de hayli zaman mücadele ve mücahede yolunu tutması, hayli zorluklara dayanması icab eder. Bu sırra eren zât, yeryüzünde Hakk'ın naibi ve halifesidir.
Sırların kapısı, ondan açılır. Hakk'ın hazîneleri olan kalplerin anahtarı o zâtın yanındadır. Asıl hâzinelerin sahibi odur. Bu hâl, halkın düşüncesi ötesinde olan bir iştir. Her ne ki zahir olur, onun varlık dağında bir zerrecik, onun varlık denizinden bir katre ve onun güneşinden bir ışıktır.
Allahım, ben hâlime mağlûbum, sırlara dair sarf ettiğim kelâm için sana özür beyan ederim.
Bazı büyükler şöyle der: Sakın, sonunda özür dileyecek işi yapma...
Ama bu kelâm benim için değil. Kürsüye çıktığım an sizleri göremiyorum. Sözlerimi sarf ettikten sonra kalp canibimde kimseyi bulamıyorum. Dolayısıyla hata ettiğim, yüzüne bakamayacağım ve özür beyan edeceğim şahsı göremiyorum. Bu yüzden sözlerimi saklamadan söylüyorum ve yalnız Hak'dan özür diliyorum.
Sizden ilk anlarımda kaçmak istedim ama kendimi aranızda buldum. İstedim ki, her gece bir yerde geceleyeyim ve bir ülkeden öbürüne, bir diyardan öbürüne geçeyim ve ölünceye kadar garip gezeyim. Herkesin gözünden gizli olayım. Bunlar benim arzumdu, ama Hak Teâlâ beni, kaçmak istediğim şeylerin tam ortasına attı.
Bu kalp, iç sağlığını bulur. Hakk'ın kapısına tam durursa, Tekvin sahrasına yerleşir ve o denizde kaybolur. Bu Tekvin sıfatı tecellisi, bazen söz, bazen öz, bazen de gözle kendini gösterir.
Buna sahib olan kalp, Hakk'ın fiil tecellisine mazhar olur. O, hem yok, hem de var edebilir. Bu hâli, sizden az kimse tasdik eder, çoğunuz da inkâr yolunu tutar. Buna iman etmek, yapılan işleri buna göre ayarlamak son merhaledir.
Salih kulların ahvaline, yalnız münafık, deccâl ve heves atına binenler itiraz eder.
Bu yola girmek için önce sağlam inanç, sonra amel etmek gerekir. Bir kimse, zahirdeki hükümlere göre amel ederse Allah ona ilim ve marifet ihsan eder. İlâhî marifet âlemine ermek ve gereği ile iş tutmak, bu hâli bulanla halk arasındaki bir hüküm olur.
Ama ilim işine gelince, Rabbi ile arasındaki bir mesele olduğunu söyleriz. Marifet sahibinin zahirde yaptığı işler, iç alemindeki işlere nisbetle bir zerre sayılır. Onun duyguları sakindir, ama kalbi daima hareket eder. Baş gözü uyur, kalp gözü uyumaz. O uyur, ama kalbi işleri görür, Hakk'ı anar.
Bazı büyükler, elinde tesbih olduğu hâlde uyur, uyandığı zaman onu yine çevrilirken görürmüş. Dilini de Hakk'ı anar bulurmuş.
Bu kalbe ferman gelir, işler tutar. Sırra emir gelir, manevî işler yapar. Onların bu anlatılan işler dışında birçok işleri vardır, o işleri yaparlar.
Kulların zahirde yaptıkları amel, dış duygularla olur, iç âlemden yapılan işler ise, havassın harcıdır. Bu da kalbin ve sırrın yapacağı işler meyanında sayılır. Sırrın sırrı asıl kullarla Hak arasında olan bir hâldir. Ayrıca O'na yakın oldukları için korku üzere olmayı bırakmazlar.
Havas kullar, kalbin değişmesinden korkarlar. Hâllerinin, iyi olmayan başka bir hâl olacağı ihtimali onları üzer. Makamlarından düşme üzüntüsü onları manen yıpratır.
Onları üzen şeyler arasında, kalplerinin kötülüğe kayması, güneşlerinin sönmesi, aylarının kararması ve ayaklarının yanlış yola sapması en büyük korku hissini irâs eder. Bu sebeplerle, Hak yakınlığı kapısının halkasına tutunur. O'nun rahmet eteğine yapışır, daima inlerler.
Rabbimiz, biz dünyayı, âhireti taleb etmiyoruz. Bizim arzumuz din yolunda bağış ve afiyettir. Biz iman ve marifetimizin bekasını diliyoruz; onu bize ver.
Bize rahmet eteğine yapışmayı nasip eyle... İyi dileklerimizi reddedip bizi meyus bırakma. Hakkında zannımız tamdır; bu isteklerimizi bizim için halk et. Çünkü Sen bir şeye 'ol' demeyi arzu ettin mi, o olur." (Abdülkadir Geylani Hazretleri Fethu'r Rabbani eserinden)
Onlar, bu hâllere güneşi görür gibi bakarlar. Siz güneşe nasıl bakarsanız, onlar da olacak durumlarına öyle bakar, görürler. Şu var ki, dilleri ondan haber veremez.
Olacak bir işi önce sır duyar, sır kalbe aktarır, kalp itminan derecesine eren nefse bildirir ve iş orada saklanır.
Nefsin, bu gibi şeylere ehliyet kazanması için hayli zaman terbiye görmesi, kalbe hareket edebilmesi için de hayli zaman mücadele ve mücahede yolunu tutması, hayli zorluklara dayanması icab eder. Bu sırra eren zât, yeryüzünde Hakk'ın naibi ve halifesidir.
Sırların kapısı, ondan açılır. Hakk'ın hazîneleri olan kalplerin anahtarı o zâtın yanındadır. Asıl hâzinelerin sahibi odur. Bu hâl, halkın düşüncesi ötesinde olan bir iştir. Her ne ki zahir olur, onun varlık dağında bir zerrecik, onun varlık denizinden bir katre ve onun güneşinden bir ışıktır.
Allahım, ben hâlime mağlûbum, sırlara dair sarf ettiğim kelâm için sana özür beyan ederim.
Bazı büyükler şöyle der: Sakın, sonunda özür dileyecek işi yapma...
Ama bu kelâm benim için değil. Kürsüye çıktığım an sizleri göremiyorum. Sözlerimi sarf ettikten sonra kalp canibimde kimseyi bulamıyorum. Dolayısıyla hata ettiğim, yüzüne bakamayacağım ve özür beyan edeceğim şahsı göremiyorum. Bu yüzden sözlerimi saklamadan söylüyorum ve yalnız Hak'dan özür diliyorum.
Sizden ilk anlarımda kaçmak istedim ama kendimi aranızda buldum. İstedim ki, her gece bir yerde geceleyeyim ve bir ülkeden öbürüne, bir diyardan öbürüne geçeyim ve ölünceye kadar garip gezeyim. Herkesin gözünden gizli olayım. Bunlar benim arzumdu, ama Hak Teâlâ beni, kaçmak istediğim şeylerin tam ortasına attı.
Bu kalp, iç sağlığını bulur. Hakk'ın kapısına tam durursa, Tekvin sahrasına yerleşir ve o denizde kaybolur. Bu Tekvin sıfatı tecellisi, bazen söz, bazen öz, bazen de gözle kendini gösterir.
Buna sahib olan kalp, Hakk'ın fiil tecellisine mazhar olur. O, hem yok, hem de var edebilir. Bu hâli, sizden az kimse tasdik eder, çoğunuz da inkâr yolunu tutar. Buna iman etmek, yapılan işleri buna göre ayarlamak son merhaledir.
Salih kulların ahvaline, yalnız münafık, deccâl ve heves atına binenler itiraz eder.
Bu yola girmek için önce sağlam inanç, sonra amel etmek gerekir. Bir kimse, zahirdeki hükümlere göre amel ederse Allah ona ilim ve marifet ihsan eder. İlâhî marifet âlemine ermek ve gereği ile iş tutmak, bu hâli bulanla halk arasındaki bir hüküm olur.
Ama ilim işine gelince, Rabbi ile arasındaki bir mesele olduğunu söyleriz. Marifet sahibinin zahirde yaptığı işler, iç alemindeki işlere nisbetle bir zerre sayılır. Onun duyguları sakindir, ama kalbi daima hareket eder. Baş gözü uyur, kalp gözü uyumaz. O uyur, ama kalbi işleri görür, Hakk'ı anar.
Bazı büyükler, elinde tesbih olduğu hâlde uyur, uyandığı zaman onu yine çevrilirken görürmüş. Dilini de Hakk'ı anar bulurmuş.
Bu kalbe ferman gelir, işler tutar. Sırra emir gelir, manevî işler yapar. Onların bu anlatılan işler dışında birçok işleri vardır, o işleri yaparlar.
Kulların zahirde yaptıkları amel, dış duygularla olur, iç âlemden yapılan işler ise, havassın harcıdır. Bu da kalbin ve sırrın yapacağı işler meyanında sayılır. Sırrın sırrı asıl kullarla Hak arasında olan bir hâldir. Ayrıca O'na yakın oldukları için korku üzere olmayı bırakmazlar.
Havas kullar, kalbin değişmesinden korkarlar. Hâllerinin, iyi olmayan başka bir hâl olacağı ihtimali onları üzer. Makamlarından düşme üzüntüsü onları manen yıpratır.
Onları üzen şeyler arasında, kalplerinin kötülüğe kayması, güneşlerinin sönmesi, aylarının kararması ve ayaklarının yanlış yola sapması en büyük korku hissini irâs eder. Bu sebeplerle, Hak yakınlığı kapısının halkasına tutunur. O'nun rahmet eteğine yapışır, daima inlerler.
Rabbimiz, biz dünyayı, âhireti taleb etmiyoruz. Bizim arzumuz din yolunda bağış ve afiyettir. Biz iman ve marifetimizin bekasını diliyoruz; onu bize ver.
Bize rahmet eteğine yapışmayı nasip eyle... İyi dileklerimizi reddedip bizi meyus bırakma. Hakkında zannımız tamdır; bu isteklerimizi bizim için halk et. Çünkü Sen bir şeye 'ol' demeyi arzu ettin mi, o olur." (Abdülkadir Geylani Hazretleri Fethu'r Rabbani eserinden)