Bugün Ortadoğu’da hiçbir şey göründüğü gibi değildir.
Ülkeler demokrasi getirme vaadiyle işgal ediliyor, bölünüyor, parçalanıyor; ABD ve İsrail’e taşeronluk yaparak konumunu güçlendirdiğini zannedenlerin ise ayaklarının altındaki zemin gittikçe kayıyor.
Türk siyasiler Sünni anlayışın temsilcisiymiş gibi ön planda durarak, Ehl-i Sünnet itikat ve ameline ters birçok işlere, tavırlara imza atıyorlar.
Besmeleyle kilise açmak, domuz etini serbest bırakmak, Haçlılarla sarmaş dolaş olmak, Müslüman’a namlu doğrultmak, dinin temel hükümlerini değiştirmeye gitmek gibi…
Şii dünyanın temsilcisiymiş gibi görünen İran’ın da durumu Türkiye’den farklı değil.
Şii demek Ehl-i Beyt’in çizgisinde olmak demek, hangi şart ve konum olursa olsun İmam Ali’nin gösterdiği tavrı göstermek demektir.
Hz. Peygamberin (SAV), İmam Ali’nin, İmam Hasan ve Hüseyin’in ve diğer bütün imamların batıl karşısındaki duruşu bellidir.
Ve bugün İran’ın arkasına sığındığı takiyyeye, Allah Resulü (SAV), din düşmanlarının şerrinden emin olmak için belirli şartlarda müsaade etmiştir.
Perde arkasında İslam düşmanlarıyla gizli anlaşmalar yürütüp, millete karşı takiyye yapıldığı zaman bu asla bir Müslüman’ın, bir Ehl-i Beyt sevdalısının tavrı olamaz.
Bugün Türkiye’de siyasiler, nasıl dini yeri geldiğinde bir oy malzemesi yapıyorlarsa, maalesef İran’da da Şiilik amaç olmaktan öte siyasi iradenin amacına ulaşmak için kullandığı bir araç haline gelmiştir. Bu samimiyetten uzak bir duruştur.
Türkiye ABD’nin stratejik müttefikliğine soyunup, görünüşte İsrail’e cephe alırken, ABD’nin talimatıyla İsrail’in hamiliğine soyunmuştur. İran da hem ABD’ye, hem de İsrail’e görünüşte meydan okurken, İsrail’i vuracağını ifade ederken, perde arkasında oldukça sıcak ilişkiler yürütmektedir. Ortaya çıkan belgeler, haberler, İranlı yöneticilerin ABD ve İsrail konusundaki tavırlarında samimi olmadıklarını göstermektedir.
Örneğin “İrangate skandalı” olarak nam salan İran-Kontra skandalı…
1980-1988 yılları arasında yapılan İran-Irak savaşında zuhur eden bir skandal. ABD ve İsrail görünüşte Irak’ın yanında ama gerçekler gösterdi ki hiç de öyle değilmiş.
1987 yılında Ronald Reagan yönetimi sırasında, yönetim kademesinden bazı önemli kişilerin İran’a silah sattığı tespit edildi. Reagan önce reddetti, bir hafta sonra yeniden ekran karşısına çıkarak skandalı doğruladı.
ABD’nin yıllar sonra Irak’ı işgal etmesinden anlaşılıyor ki, görünüşte İran hedef gibi gösterilse de asıl hedef Irakmış ve İran’a en üst düzeyde ABD yönetimi tarafından verilen destek de İran’ın bu noktada paravan olarak kullanıldığını ifade etmektedir.
ABD’nin İran’a bu silah satışı ne ilk oldu ne de son.
ABD’li Finder Lakes Times gazetesinde yer alana haber göre 1987’de resmi kayıtlara göre ABD İran’a sadece 1 yılda 1.5 milyar dolar silah satışında bulundu.
Sadece ABD mi? Elbette ki hayır…
İsrailli silah şirketleri, İsrail Savunma Bakanlığı’nın onayı ile 1980-1993 yılları arasında İran’a yüz milyonlarca dolarlık silah ve modern askeri teçhizat sattı. Satan memnun, alan memnun, nasıl düşmanlıksa?
İsrail’in sertlik yanlı olan eski başbakanı ve savunma bakanı Ehud Bak’ın İran hakkında Yedioth Ahronoth’a verdiği demeçler bir hayli şaşırtıcı. Barak, “Ben İran’ın İsrail’in varlığına bir tehdit olduğuna inanmıyorum. İran nükleer programının sadece enerji üretmek amaçlı olduğunu söylüyor” diyor. Hatırlatmak isterim, Barak, 2009 yılındaki Gazze katliamının mimarıdır. Ve ona göre İran tehdit değilmiş.
Müslümanları günahı kadar sevmeyen Barak, İran’ın avukatlığını yapıyor.
Görünen o ki, İsrail bölgenin iki önemli gücü, Türkiye ve İran’ı avucunun içine almış görünüyor. Sünnileri Türkiye, Şiileri İran anjaje tutuyor.
Türk siyasiler nasıl milletin gazını one minute tiyatrolarıyla almaya çalışıyorsa, İran da farklı takiyye yöntemleriyle İran halkının ve Şii dünyasının gazını alıyor.
Önde görünenlerin samimiyetsizliği ortada, bugün İslam dünyası Ehl-i Beyt çizgisinde samimi olan bir lider bekliyor.
Ülkeler demokrasi getirme vaadiyle işgal ediliyor, bölünüyor, parçalanıyor; ABD ve İsrail’e taşeronluk yaparak konumunu güçlendirdiğini zannedenlerin ise ayaklarının altındaki zemin gittikçe kayıyor.
Türk siyasiler Sünni anlayışın temsilcisiymiş gibi ön planda durarak, Ehl-i Sünnet itikat ve ameline ters birçok işlere, tavırlara imza atıyorlar.
Besmeleyle kilise açmak, domuz etini serbest bırakmak, Haçlılarla sarmaş dolaş olmak, Müslüman’a namlu doğrultmak, dinin temel hükümlerini değiştirmeye gitmek gibi…
Şii dünyanın temsilcisiymiş gibi görünen İran’ın da durumu Türkiye’den farklı değil.
Şii demek Ehl-i Beyt’in çizgisinde olmak demek, hangi şart ve konum olursa olsun İmam Ali’nin gösterdiği tavrı göstermek demektir.
Hz. Peygamberin (SAV), İmam Ali’nin, İmam Hasan ve Hüseyin’in ve diğer bütün imamların batıl karşısındaki duruşu bellidir.
Ve bugün İran’ın arkasına sığındığı takiyyeye, Allah Resulü (SAV), din düşmanlarının şerrinden emin olmak için belirli şartlarda müsaade etmiştir.
Perde arkasında İslam düşmanlarıyla gizli anlaşmalar yürütüp, millete karşı takiyye yapıldığı zaman bu asla bir Müslüman’ın, bir Ehl-i Beyt sevdalısının tavrı olamaz.
Bugün Türkiye’de siyasiler, nasıl dini yeri geldiğinde bir oy malzemesi yapıyorlarsa, maalesef İran’da da Şiilik amaç olmaktan öte siyasi iradenin amacına ulaşmak için kullandığı bir araç haline gelmiştir. Bu samimiyetten uzak bir duruştur.
Türkiye ABD’nin stratejik müttefikliğine soyunup, görünüşte İsrail’e cephe alırken, ABD’nin talimatıyla İsrail’in hamiliğine soyunmuştur. İran da hem ABD’ye, hem de İsrail’e görünüşte meydan okurken, İsrail’i vuracağını ifade ederken, perde arkasında oldukça sıcak ilişkiler yürütmektedir. Ortaya çıkan belgeler, haberler, İranlı yöneticilerin ABD ve İsrail konusundaki tavırlarında samimi olmadıklarını göstermektedir.
Örneğin “İrangate skandalı” olarak nam salan İran-Kontra skandalı…
1980-1988 yılları arasında yapılan İran-Irak savaşında zuhur eden bir skandal. ABD ve İsrail görünüşte Irak’ın yanında ama gerçekler gösterdi ki hiç de öyle değilmiş.
1987 yılında Ronald Reagan yönetimi sırasında, yönetim kademesinden bazı önemli kişilerin İran’a silah sattığı tespit edildi. Reagan önce reddetti, bir hafta sonra yeniden ekran karşısına çıkarak skandalı doğruladı.
ABD’nin yıllar sonra Irak’ı işgal etmesinden anlaşılıyor ki, görünüşte İran hedef gibi gösterilse de asıl hedef Irakmış ve İran’a en üst düzeyde ABD yönetimi tarafından verilen destek de İran’ın bu noktada paravan olarak kullanıldığını ifade etmektedir.
ABD’nin İran’a bu silah satışı ne ilk oldu ne de son.
ABD’li Finder Lakes Times gazetesinde yer alana haber göre 1987’de resmi kayıtlara göre ABD İran’a sadece 1 yılda 1.5 milyar dolar silah satışında bulundu.
Sadece ABD mi? Elbette ki hayır…
İsrailli silah şirketleri, İsrail Savunma Bakanlığı’nın onayı ile 1980-1993 yılları arasında İran’a yüz milyonlarca dolarlık silah ve modern askeri teçhizat sattı. Satan memnun, alan memnun, nasıl düşmanlıksa?
İsrail’in sertlik yanlı olan eski başbakanı ve savunma bakanı Ehud Bak’ın İran hakkında Yedioth Ahronoth’a verdiği demeçler bir hayli şaşırtıcı. Barak, “Ben İran’ın İsrail’in varlığına bir tehdit olduğuna inanmıyorum. İran nükleer programının sadece enerji üretmek amaçlı olduğunu söylüyor” diyor. Hatırlatmak isterim, Barak, 2009 yılındaki Gazze katliamının mimarıdır. Ve ona göre İran tehdit değilmiş.
Müslümanları günahı kadar sevmeyen Barak, İran’ın avukatlığını yapıyor.
Görünen o ki, İsrail bölgenin iki önemli gücü, Türkiye ve İran’ı avucunun içine almış görünüyor. Sünnileri Türkiye, Şiileri İran anjaje tutuyor.
Türk siyasiler nasıl milletin gazını one minute tiyatrolarıyla almaya çalışıyorsa, İran da farklı takiyye yöntemleriyle İran halkının ve Şii dünyasının gazını alıyor.
Önde görünenlerin samimiyetsizliği ortada, bugün İslam dünyası Ehl-i Beyt çizgisinde samimi olan bir lider bekliyor.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Murat Çabas / diğer yazıları
- 23 Nisan neden çocuklara armağan edildi? / 23.04.2025
- Türki cumhuriyetlerin 'Kıbrıs' kararı, dış politikadaki zafiyetimizdir / 22.04.2025
- Ege politikamız da, Kıbrıs politikamız da fiyasko! / 19.04.2025
- Don felaketi tarımı vurdu, peki şimdi ne olacak? / 17.04.2025
- Prof. Dr. Haydar Baş’ı tanımak sorumluluk gerektirir / 16.04.2025
- 'O'nun yetiştirdikleri bu vatanın garantörleri, bu milletin yılmaz savunucularıdır' / 14.04.2025
- Birlik ve beraberliğe adanmış bir ömür / 12.04.2025
- Öcalan açılımı, terörsüz Türkiye’ye götürür mü? / 10.04.2025
- Siyasette 3. yol tek seçenek / 09.04.2025
- Milli Ekonomi Modeli’ne artık duyarsız kalabilir miyiz? / 08.04.2025
- Türki cumhuriyetlerin 'Kıbrıs' kararı, dış politikadaki zafiyetimizdir / 22.04.2025
- Ege politikamız da, Kıbrıs politikamız da fiyasko! / 19.04.2025
- Don felaketi tarımı vurdu, peki şimdi ne olacak? / 17.04.2025
- Prof. Dr. Haydar Baş’ı tanımak sorumluluk gerektirir / 16.04.2025
- 'O'nun yetiştirdikleri bu vatanın garantörleri, bu milletin yılmaz savunucularıdır' / 14.04.2025
- Birlik ve beraberliğe adanmış bir ömür / 12.04.2025
- Öcalan açılımı, terörsüz Türkiye’ye götürür mü? / 10.04.2025
- Siyasette 3. yol tek seçenek / 09.04.2025
- Milli Ekonomi Modeli’ne artık duyarsız kalabilir miyiz? / 08.04.2025