"Kuzey Amerika ve Rusya ovaları bizim ekim tarlalarımızdandır, Şikago ve Odessa bizim ambarlarımızdır; Kanada ve Baltık bizim kereste ormanımızdır; Avusturalya, Malezya, Yeni Zelanda'da bizim koyun çiftliklerimiz vardır, Arjantin'de ve Kuzey Amerika'nın batısındaki kırlarda bizim öküz sürülerimiz yayılır. Peru altınını gönderir, Güney Amerika ve Avusturalya altını Londra'ya akar; Hindular ve Çinliler çayı bizim için yetiştirirler ve bizim kahve, şeker ve baharat çiftliklerimiz tüm Hint adaları üzerindedir. İspanya ve Fransa bizim bağlarımız, Akdeniz meyve bahçemizdir ve uzun süre Güney Birleşik Devletlerini kaplayan bizim pamuk alanlarımız artık dünyadaki sıcak bölgelerin her yanına yayılmaktadır (Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri, Paul Kennedy, İş Bank. Yay., sy. 178).
17. yy'da bilim devrimini 18. yy'da sanayi devrimini gerçekleştirmiş Avrupa'nın (İngiliz) dünyaya bakışı bu şekildedir.
"Beyaz Adam"ın etkisi 19. yy'da dünya gücü dinamiğinin en göze çarpan yönlerinden birini oluşturuyordu. Bu etki kendisini yalnızca çeşitli ekonomik ilişkilerle değil, buralara giren gezginler, serüvenciler, misyonerler aracılığıyla, batılılara özgü hastalıkların gelişiyle ve kişileri batılı inançlara döndürmeleriyle duyuruyordu.
Katliama kapı açan
bilim devrimi
Bu etki sonuçta yollar, demiryolu şebekeleri, telgraf sistemleri, limanlar ve sözgelimi İngilizlerin Hindistan kentlerinde yaptıkları binalar gibi eserler yaratmışsa da daha korkunç olan yanı aynı dönemin çoğu sömürge savaşlarında akıtılan kanlar, yapılan soygunculuk ve yağmacılıktı. 1800'de dünyadaki karaların yüzde 35'i Avrupalıların işgali ya da denetimi altında bulunuyordu. Bu oran 1875'de yüzde 67'ye, 1914'de yüzde 84'ün üzerine çıktı (a.g.e., sy. 176).
İslam Dünyası açısından ise 1800 lü yıllar bir "tarvma" dönemini çağrıştırır. Bu zaman diliminde müslümanlar ile ilk defa modernizmle tanıştılar. Modern Batı Medeniyetinin İslam dünyası üzerindeki şoku öylesine güçlü oldu ki, Batı ile karşılaştırıldığında bir "geri kalmışlık" durumunda olduğunu fark eden İslam alemi aradaki mesafe farkını bir türlü istenen ve beklenen ölçüde gerçekleştiremedi. "Eski" ile "yeni" yahut "geleneksel" ile modern" arasındaki hayati bir diyalektik ikileme sürüklendi (İslam Dünyasında Gelenek, Değişme, Modernleşme ve Fudamentalist Eğilimler, Prof. Dr. Ünver Günay).
Bu ikilemin ilk defa yaşandığı coğrafyalardan birisi de Hindistan oldu. 1803'de Delhi'nin İngilizler tarafından işgaliyle "Beyaz Adam"ın emperyalist ve kolonileşme çabaları yerleşik düzene geçti.
Hint Yarımadasını yönettikleri iki yüzyıl boyunca İngilizler maddi kültürlerinin hemen hemen bütün özelliklerini buraya taşıdılar. Ürünlerin çoğu, Hindistan'da yaşayan İngiliz askeri, sivil personel ve bunların aileleri için getirilmişti ama bu ürünler arasında bulunan buharlı gemi, demiryolu ve elektrikli telgraf halkın hayatında kalıcı ve geniş bir etkiye sahip oldu.
Öyle ki milyonlarca Hinti yelken ve kürek kullanmaksızın nehir üzerinde yol alan buharlı gemileri hayretler içerisinde izlemişlerdi. İngiliz egemenliğinin ve teknik kaynaklarının çok daha etkili bir kanıtı olan demiryolu, üstün teknolojilerin bir sembolü olarak çok kısa bir süre sonra buharlı geminin yerini alacaktı. (Teknolojinin Evrimi, George Basalla, Tübitak yay., sy. 105).
Hindistan'daki
İngiliz misyonerler
İngilizler Hindistan'da sadece askeri, siyasi, teknolojik ve ekonomik yönleriyle değil misyonerleriyle de varoldular. Kuzey Hindistan'daki Müslüman ve Hindular arasında misyoner varlığı hızla yayıldı. 1813'den itibaren Doğu Hindistan şirketi misyonerlerin ülke topraklarına serbestçe girmelerine izin verdi ve bunu kısa bir süre sonra Amerikalıların desteklediği İngiliz misyoner ağının kurulması izledi.
Çalışmalar Anglikan Kilisesi Misyonerlik Cemiyetinin hizmetinde görevlendirilen Alman Evangelisch Cemiyeti üyesi Carl Gottlieb Pfander ile yakın arkadaşı William Muir tarafından yürütülüyordu. Oldukça yüksek fikri seviyedeki münakaşalardan, pazarlarda vazetmeye ve yerli dillerde basılmış binlerce İncil fotokopisi dağıtmaya kadar giden durum sonunda en çok konuşulan ve önde gelen Müslümanların zihnini meşgul eden bir hal aldı. Eski kutsal metinlerin tahrifi, ulema arasında tartışmaların özü oldu.
Bu tartışmalarda William Muir, 1840 ve 1850'lerde kutsal metinlerin sahihliği ve bütünlüğü konularında yazılar yazdı. 1855'lerde Kur'an'da sık sık dile getirilen Yahudi ve Hristiyan metinlerin değeri ve vahiy ürünü olduklarına dair söylemleri Müslümanların avantaj olarak kullanmalarını istedi. Ve bir Müslüman'ın İncil ve Tevrat'ın şer'i yorumlarını dikkatle alması gerektiğini ifade ederek bu hususta Hristiyanlar'ı Müslümanlara baskı yapmaya teşvik etti. (www.ulumel-hikmeokulu.com).
Hadisler eleştiriliyor
Aynı yazar 1861'de Hz. Peygamber (s.a.v)'in hayatını konu alan bir kitap yayınladı. Bu çalışmasında Kur'an'ı değil de özellikle hadisleri eleştirel tarihi inceleme yöntemiyle ele aldı. William Muir bu metodu ilk uygulayan kişi olarak Goldziher ve Schacht gibi oryantalistlere öncülük etti. O'na göre "Ravinin karakterinin ve senetteki halkaların tetkikine ilişkin salt kurallar hadisin güvenirliğinin kanıtı değildir. Metin de eleştirel tetkike tabi tutulmalıdır (Modernist Müslümanların Hadise Yaklaşımı).
İşte İslam Aleminde ilk modernist, reformist fikirler böyle bir kuşatma altında Hindistan'da cereyan etti. Öncülüğünü ise Moğol sarayına çok yakın olan, köklü bir aileden gelen Sir Seyyid Ahmed Han yaptı.
Modern Bilimler Kuzey Hindistan'da 19.yy'ın ilk yarısında hükümetin ve misyonerlerin eğitim kurumlarında yoğun bir şekilde öğretiliyordu. Batı biliminin bir çok prensibi İslâmi esaslarla çelişiyordu. Sir Seyyid Ahmed Han ve mahiyetindekiler ilk olarak aklın ve vahyin sınırlarını sorgulamaya başladılar (a.g.m). Onlara göre; modern bilimin esaslarının dini hükümlerle çatışmaması gerekiyordu. Ve problemi dinin yanlış yorumlandığı noktasında aradılar. Seyyid'e göre İslam yanlış anlaşılmıştır. Eğer geçmişte dinimiz doğru biçimde algılanmış olsaydı, bugün müslümanlar bu durumda olmazdı. İçinde bulunduğumuz durumun sebebi müslümanların dini algılayışlarındaki yanlışlıklardı.
17. yy'da bilim devrimini 18. yy'da sanayi devrimini gerçekleştirmiş Avrupa'nın (İngiliz) dünyaya bakışı bu şekildedir.
"Beyaz Adam"ın etkisi 19. yy'da dünya gücü dinamiğinin en göze çarpan yönlerinden birini oluşturuyordu. Bu etki kendisini yalnızca çeşitli ekonomik ilişkilerle değil, buralara giren gezginler, serüvenciler, misyonerler aracılığıyla, batılılara özgü hastalıkların gelişiyle ve kişileri batılı inançlara döndürmeleriyle duyuruyordu.
Katliama kapı açan
bilim devrimi
Bu etki sonuçta yollar, demiryolu şebekeleri, telgraf sistemleri, limanlar ve sözgelimi İngilizlerin Hindistan kentlerinde yaptıkları binalar gibi eserler yaratmışsa da daha korkunç olan yanı aynı dönemin çoğu sömürge savaşlarında akıtılan kanlar, yapılan soygunculuk ve yağmacılıktı. 1800'de dünyadaki karaların yüzde 35'i Avrupalıların işgali ya da denetimi altında bulunuyordu. Bu oran 1875'de yüzde 67'ye, 1914'de yüzde 84'ün üzerine çıktı (a.g.e., sy. 176).
İslam Dünyası açısından ise 1800 lü yıllar bir "tarvma" dönemini çağrıştırır. Bu zaman diliminde müslümanlar ile ilk defa modernizmle tanıştılar. Modern Batı Medeniyetinin İslam dünyası üzerindeki şoku öylesine güçlü oldu ki, Batı ile karşılaştırıldığında bir "geri kalmışlık" durumunda olduğunu fark eden İslam alemi aradaki mesafe farkını bir türlü istenen ve beklenen ölçüde gerçekleştiremedi. "Eski" ile "yeni" yahut "geleneksel" ile modern" arasındaki hayati bir diyalektik ikileme sürüklendi (İslam Dünyasında Gelenek, Değişme, Modernleşme ve Fudamentalist Eğilimler, Prof. Dr. Ünver Günay).
Bu ikilemin ilk defa yaşandığı coğrafyalardan birisi de Hindistan oldu. 1803'de Delhi'nin İngilizler tarafından işgaliyle "Beyaz Adam"ın emperyalist ve kolonileşme çabaları yerleşik düzene geçti.
Hint Yarımadasını yönettikleri iki yüzyıl boyunca İngilizler maddi kültürlerinin hemen hemen bütün özelliklerini buraya taşıdılar. Ürünlerin çoğu, Hindistan'da yaşayan İngiliz askeri, sivil personel ve bunların aileleri için getirilmişti ama bu ürünler arasında bulunan buharlı gemi, demiryolu ve elektrikli telgraf halkın hayatında kalıcı ve geniş bir etkiye sahip oldu.
Öyle ki milyonlarca Hinti yelken ve kürek kullanmaksızın nehir üzerinde yol alan buharlı gemileri hayretler içerisinde izlemişlerdi. İngiliz egemenliğinin ve teknik kaynaklarının çok daha etkili bir kanıtı olan demiryolu, üstün teknolojilerin bir sembolü olarak çok kısa bir süre sonra buharlı geminin yerini alacaktı. (Teknolojinin Evrimi, George Basalla, Tübitak yay., sy. 105).
Hindistan'daki
İngiliz misyonerler
İngilizler Hindistan'da sadece askeri, siyasi, teknolojik ve ekonomik yönleriyle değil misyonerleriyle de varoldular. Kuzey Hindistan'daki Müslüman ve Hindular arasında misyoner varlığı hızla yayıldı. 1813'den itibaren Doğu Hindistan şirketi misyonerlerin ülke topraklarına serbestçe girmelerine izin verdi ve bunu kısa bir süre sonra Amerikalıların desteklediği İngiliz misyoner ağının kurulması izledi.
Çalışmalar Anglikan Kilisesi Misyonerlik Cemiyetinin hizmetinde görevlendirilen Alman Evangelisch Cemiyeti üyesi Carl Gottlieb Pfander ile yakın arkadaşı William Muir tarafından yürütülüyordu. Oldukça yüksek fikri seviyedeki münakaşalardan, pazarlarda vazetmeye ve yerli dillerde basılmış binlerce İncil fotokopisi dağıtmaya kadar giden durum sonunda en çok konuşulan ve önde gelen Müslümanların zihnini meşgul eden bir hal aldı. Eski kutsal metinlerin tahrifi, ulema arasında tartışmaların özü oldu.
Bu tartışmalarda William Muir, 1840 ve 1850'lerde kutsal metinlerin sahihliği ve bütünlüğü konularında yazılar yazdı. 1855'lerde Kur'an'da sık sık dile getirilen Yahudi ve Hristiyan metinlerin değeri ve vahiy ürünü olduklarına dair söylemleri Müslümanların avantaj olarak kullanmalarını istedi. Ve bir Müslüman'ın İncil ve Tevrat'ın şer'i yorumlarını dikkatle alması gerektiğini ifade ederek bu hususta Hristiyanlar'ı Müslümanlara baskı yapmaya teşvik etti. (www.ulumel-hikmeokulu.com).
Hadisler eleştiriliyor
Aynı yazar 1861'de Hz. Peygamber (s.a.v)'in hayatını konu alan bir kitap yayınladı. Bu çalışmasında Kur'an'ı değil de özellikle hadisleri eleştirel tarihi inceleme yöntemiyle ele aldı. William Muir bu metodu ilk uygulayan kişi olarak Goldziher ve Schacht gibi oryantalistlere öncülük etti. O'na göre "Ravinin karakterinin ve senetteki halkaların tetkikine ilişkin salt kurallar hadisin güvenirliğinin kanıtı değildir. Metin de eleştirel tetkike tabi tutulmalıdır (Modernist Müslümanların Hadise Yaklaşımı).
İşte İslam Aleminde ilk modernist, reformist fikirler böyle bir kuşatma altında Hindistan'da cereyan etti. Öncülüğünü ise Moğol sarayına çok yakın olan, köklü bir aileden gelen Sir Seyyid Ahmed Han yaptı.
Modern Bilimler Kuzey Hindistan'da 19.yy'ın ilk yarısında hükümetin ve misyonerlerin eğitim kurumlarında yoğun bir şekilde öğretiliyordu. Batı biliminin bir çok prensibi İslâmi esaslarla çelişiyordu. Sir Seyyid Ahmed Han ve mahiyetindekiler ilk olarak aklın ve vahyin sınırlarını sorgulamaya başladılar (a.g.m). Onlara göre; modern bilimin esaslarının dini hükümlerle çatışmaması gerekiyordu. Ve problemi dinin yanlış yorumlandığı noktasında aradılar. Seyyid'e göre İslam yanlış anlaşılmıştır. Eğer geçmişte dinimiz doğru biçimde algılanmış olsaydı, bugün müslümanlar bu durumda olmazdı. İçinde bulunduğumuz durumun sebebi müslümanların dini algılayışlarındaki yanlışlıklardı.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.