Önce İsveç'te Türk büyükelçiliği önünde Kur'an-ı Kerim yakıldı, sonra da Hollanda'da Kur'an-ı Kerim'in sayfaları yırtıldı.
Kutsal Kitabımıza yapılan bu saldırıları şiddetle kınıyoruz ve bu eylemleri yapanları hangi gerekçeyle yaparlarsa yapsınlar lanetliyoruz.
Milyarlarca Müslüman'ın inancını temsil eden Kur'an'ın bu şekilde çirkin provokasyonlara, çirkef eylemlere alet edilmesi hepimizi derinden üzdü.
Her ne kadar eylemleri gerçekleştirenler "ifade özgürlüğü" bahanesinin arkasına sığınarak bunu yapsalar da, insanların kutsal saydığı, inancını temsil eden Kur'an-ı Kerim'e yapılan bu saldırılar inanç özgürlüğünü ayaklar altına almaktır.
Başka insanların özgürlüklerini yok sayan eylemler, söylemler asla "özgürlük" olarak değerlendirilemez. Bu eylemler, insanlara, insanların değerlerine hakaret ve saldırı olarak değerlendirilmelidir ve ciddi suçlardır. Bu genel değerlendirmeyi yaptıktan sonra, şimdi bu çirkin eylemlerin detaylarına biraz inelim.
İsveç'te Türkiye'nin Stockholm Büyükelçiliği önünde Kur'an-ı Kerim'i yakma eylemini yapan kişi, Danimarkalı aşırı sağcı Sıkı Yön Partisi lideri Rasmus Paludan…
'Bütün Müslümanların ülkesine dönmesini' savunan, Paludan, geçen sene de iki defa Kur'an-ı Kerim yaktı, fakat bu kadar gündem olmadı. Paludan bu son eylemde karşılaştığı tepkilerle ilgili şunları söyledi: "Dakikada yirmi tane tehdit mesajı alıyorum ama pişman değilim. Sadece korkuyorum. Bu defa tepki ve tehditler çok büyük."
Kur'an-ı Kerim'e yönelik saldırıların son günlerde artması ve bu eylemlere yönelik tepkilerin daha öncekilere göre daha fazla olmasının nedeni acaba Türkiye'de yaklaşan seçimler mi? Geçen seneki eylemlere neden bu kadar tepki gösterilmedi? Neticede geçen sene de, bu sene de yakılan Kur'an yine aynı Kur'an…
Kutsalımıza yapılan saldırıları sadece 'seçimlik' tepkiler değil de, bu saldırıların bir daha yapılmaması için onurlu, bağımsız, caydırıcı bir duruş sergileyebilirsek, sorun tamamen çözülür ama maalesef öyle olmuyor.
Bu noktada Atatürk döneminin Türkiye'sini hatırlamakta fayda var. O dönemlerde Almanya'da, Türkleri Ermeni soykırımıyla suçlayan bir kitap yayımlanıyor. Atatürk bunu öğrenince, Dışişleri Bakanlığı'na talimat vererek Alman yetkililere uyarı mesajının iletilmesini sağlıyor. Telaşa kapılan Alman yönetimi acil bir şekilde o kitapların tamamını piyasadan toplatıyor.
İşte Atatürk'ün Türkiye'sinin gücü ve caydırıcılığı… Bu caydırıcılık, tam bağımsız olmayı gerektirir, gerçek bir milli ekonomi uygulamayı gerektirir, onurlu bir duruş gerektirir, her yönüyle güçlü bir Türkiye'yi gerektirir…
Paludan'ın bu çirkin eylemine başta Türkiye olmak üzere, birçok İslam ülkesi tepki gösterdi ve şiddetle kınadı. Peki, bir sonuç alınabildi mi? Hayır… Bir gün sonra da Hollanda'da başka bir eylem gerçekleşti.
Türkiye ABD'ye stratejik müttefik, AB'ye de tam üyelik hayaliyle, bağımlı bir siyaset anlayışıyla yürümeye devam ettikçe, Atatürk'ün tam bağımsızlık çizgisine dönmedikçe bu eylemler maalesef artarak devam edecektir. Diğer İslam ülkelerinin durumu da, bağımlılık konusunda Türkiye'den farklı değil.
Eylemi gerçekleştiren Rasmus Paludan'a İsveç'in NATO üyeliğini soruyorlar, pişkin pişkin şu cevabı veriyor: "Türkiye'nin bu eylem yüzünden İsveç'i veto edeceğini sanmıyorum. Türkiye için önemli olan, İsveç'in askeri kabiliyetleri ve Türkiye için müttefik olarak savaşmaya hazır olup olmadıkları."
Paludan bu özgüvenini AKP hükümetinin daha önce Rasmussen konusunda takındığı tavırdan alıyor. Hatırlarsanız, o dönemlerde Danimarka Başbakanı olan Rasmussen'in NATO Genel Sekreterliği gündemdeydi. Hatta Almanya Başbakanı Merkel Rasmussen için "iyi bir seçim" diyordu.
AKP hükümeti, Rasmussen'in adaylığına, İslam dünyasında tepki yaratan Hz. Muhammed karikatürleri krizinde takındığı tutum ve Danimarka'dan yayın yapan PKK yanlısı Roj TV'yi engellememesi gerekçeleriyle karşı çıkmıştı.
Sonra veto engeli kalktı, Rasmussen NATO Genel Sekreteri oldu.
Yunanistan'ın NATO'ya girişi sürecinde de AKP hükümetinin buna benzer bir tavrı olmuştu. Örnekleri çoğaltabiliriz.
İşte bu, iç siyasete yönelik seçimlik tepkiler, kınamalar, vetolar, sonrasında hep kırmızı halı döşemeye dönüşüyor. Böyle olunca da tepkilerin hiçbir caydırıcılığı kalmıyor. İşin kötü tarafı, siyasete asla alet edilmemesi gereken kutsallarımız, hakarete ve saldırıya uğruyor.
Esasen Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün neden "laiklik" ilkesini getirdiğini şimdi daha iyi anlıyoruz. Laiklik, Atatürk'ün uyguladığı gibi olması gerektiği şekilde uygulanırsa, dini değerlerin hem içeriden hem dışarıdan saldırıya uğramasını engeller. Sizler dindarlık adı altında dini değerleri siyaset malzemesi yaparsanız, adamlar da size hakaret etmek için sizin dini değerlerinize saldırır.
İşte laiklik bunu engelleyen bir koruyucudur.
Sonuç ne olacak? Kur'an'a saldırı yapıldığı için dini siyaset malzemesi yapan siyaset bundan pirim yapacak, seçimler bitince de vetolar kalkacak ve İsveç de, Finlandiya da NATO üyesi olacak. Kutsalımıza yapılan saldırılar da unutulup gidecek.
Bu notada Finlandiya'dan yapılan açıklama çok dikkat çekici…
Finlandiya Dışişleri Bakanı Pekka Haavisto, son kriz nedeniyle Türkiye'yle görüşmelere ara vereceklerini açıkladı. Finlandiyalı bakan, Türk mevkidaşı Mevlüt Çavuşoğlu'yla da görüştüğünü belirterek Türkiye'de seçimler nedeniyle gündemin yoğun olduğunu ancak NATO görüşmelerinin devam etmesini umduklarını kaydetti.
Yani iki ülkenin NATO'ya girişleri seçim köprüsünü geçtikten sonra...
- Don felaketi tarımı vurdu, peki şimdi ne olacak? / 17.04.2025
- Prof. Dr. Haydar Baş’ı tanımak sorumluluk gerektirir / 16.04.2025
- 'O'nun yetiştirdikleri bu vatanın garantörleri, bu milletin yılmaz savunucularıdır' / 14.04.2025
- Birlik ve beraberliğe adanmış bir ömür / 12.04.2025
- Öcalan açılımı, terörsüz Türkiye’ye götürür mü? / 10.04.2025
- Siyasette 3. yol tek seçenek / 09.04.2025
- Milli Ekonomi Modeli’ne artık duyarsız kalabilir miyiz? / 08.04.2025
- Trump yeni gümrük tarifeleriyle neyi amaçlıyor? / 05.04.2025
- Kıbrıs sürecinde düşmanlık ve müzakere aynı anda! / 04.04.2025