Prof. Dr. Haydar Baş
Alemlere Rahmet Hz. Muhammed (sav)
Habîbullah (sav), Mekke'de, Rebiü'l-evvel ayının onikinci Pazartesi gecesi sabaha karşı dünyaya gelmiştir (M. 570). Böylece, Hz. Âdem'den beri devam edegelen 'Peygamberlik nuru' sahibini bulmuş oldu. Babası Abdullah, Peygamberin doğumundan iki ay önce vefat etmiştir. Annesi Vehb kızı Amine, doğumda diğer kadınlar gibi eziyet çekmemiş, hatta ağırlık bile hissetmemiştir. Hamileyken, bir gece rüyasında, tanımadığı bir kimse gelip; 'Sen, âlemlerin hayırlısına hamilesin; doğduğunda adını Muhammed koy', diye ikazda bulunmuş; doğum anında da heybetli bir ses duyarak irkilmiştir. Beyaz bir kuş, kanadıyla Hz. Amine'nin arkasını sıvazlamış, kendisine beyaz bir kâse içinde şerbet sunmuşlardır. Şerbeti içtiğinde, her yanını bir nur kaplamış ve Muhammed dünyaya gelmiştir. Annesi; 'Etrafımda birçok hatun toplandı. Ne zaman ki Muhammed vücuda geldi; baktım, mübarek başını secdeye koydu; ellerini kaldırdı, duada bulundu', şeklinde anlatıyor. Hz. Muhammed (sav) sünnetli doğmuştur. Doğduğunda sırtında ve omuzlarında peygamberlik mührü vardı. Onu meleklerin yıkadığını, kaynaklar bize bildirmektedir.
Doğumuna arz şehadet etmişti
- Resûlullah (sav) doğduğu gece, yeryüzündeki birçok put düşüp kırılmıştır.
- İran hükümdarı Kisra, kemerli bir saray yaptırmıştı. Ondört kulesi vardı. O gece, kulelerin bütün şerefeleri yıkıldı.
- Kisra, Dicle kenarında da büyük bir bina yaptırmıştı. Resûlullah (sav) doğduğu gece Dicle nehri taştı, binayı yerle bir etti.
- Mecusîlerin asırlardan beri yanan ateşleri yine Resûlullah'ın (sav) doğduğu gece sönmüştür.
O zaman, Araplar arasında âdet olduğu üzere, çocuğun sütanneye verilmesi kararlaştırıldı. Ancak hiçbir sütanne, yetim bir çocuğu almak istemiyordu. Bu arada amcası Ebu Leheb'in cariyesi Süveybe, çocuğu bir müddet emzirdi. Kardeşinin oğlunun doğumuna sevinen Ebu Leheb'in, onun şerefine Süveybe'yi azad ettiğini ve bu yüzden Efendimizin doğduğu gün olan her pazartesi günü azabının biraz hafiflediğini kaynaklar bize bildirmektedir.
Sonunda Benî Sa'd kabilesinden Halime binti Ebi Züeyb, Hz. Muhammed'i kabul etti. O sırada Benî Sa'd yurdunda kıtlık vardı. Hz. Halime, bebeğin gelişiyle ineklerin sütünün arttığını, çadırın etrafının yeşilliklerle dolduğunu, evine bereketin geldiğini ifade ediyor. Resûlullah (sav), bu göçebe sütannenin yanında oldukça sade bir hayat geçirmiştir. Gündüz otlakta sürülere bakıyor, aileye yardım ediyordu. Çoğu zaman, yalnızca hurma ve süt ile yetiniyorlardı. Hz. Muhammed (sav) süt kardeşleriyle kırlarda oynuyor, koyun güdüyordu. Bir defasında, süt kardeşi Şeyma'nın omuzunu bilinmeyen bir sebeple o kadar kuvvetli ısırmıştı ki, izi ömür boyu silinmedi. Yıllar sonra bir savaşta esir düşen Şeyma'yı, Resûlullah (sav) bu yara izinden tanımış, gözleri yaşarmıştır.
Yine Şakku's-Sadr: göğüs yarılması' hadisesi de Hz. Halime'nin himayesindeyken meydana geldi. Kırda oynayan Hz. Muhammed'in yanına gelen Cebrail (as) onun göğüsünü yararak, kalbini çıkardı. Küçük bir parçasını göstererek; 'Bu şeytanın sendeki nasibidir', dedi. Ve kalbini Zemzem suyuyla yıkayıp yerine koydu. Bu olay, Allah'ın onu seçtiğinin işaretlerinden biridir.
Hz. Halime, (Hz.) Muhammed'i kendi çocuklarından fazla seviyordu. Daha ilk günden, ondaki farklılığı hisseden Halime, onu gözü gibi koruyordu. Resûlullah, sütannesinin sağ göğsünden emer, sol göğsünü kardeşlerine bırakırdı. Beş yaşını doldurduğunda, ondaki mucizelerden ve üstün hâllerden ürken Hz. Halime, çocuğu annesine teslim etti. Kısa bir süre sonra annesi, zenci cariye Ümmü Eymen ve bir hizmetçi ile Medine'ye hareket ettiler. Neccaroğulları kabilesinden birinin evinde ikâmet edildi. Resûlullah'ın babasının kabrini de ziyaret etmişlerdi. Resûlullah, bu gezi sırasında bir su birikintisinde yüzme öğrendiğini ve Üneyse isimli bir akraba kızıyla oynadığını hatırlayacaktı.
Hz. Amine, dönüş yolu üzerinde Ebva denilen yerde vefat etti ve oraya gömüldü. Resûlullah (sav) o sırada altı yaşında bulunuyordu. (Hz. åmine'nin birçok şiirlerinin bulunması, ailede erkekler kadar kadınların da fikrî seviyelerinin yüksekliğini göstermesi bakımından dikkat çekicidir).
Zenci cariye Ümmü Eymen ile, Mekke'ye dönen (Hz.) Muhammed, epeyce yaşlı olan dedesi Abdülmuttalib'e teslim edildi. Şefkatli bir insan olan Abdülmuttalib'in, öksüz ve yetim torununa gösterdiği sevgi pek büyüktü.
Abdülmuttalib, köklü bir tevhid inancına sahipti. Resûlullah'ın çocukken onunla birlikte Hira dağına çıktığı ve inzivaya çekildikleri rivayet edilir. Peygamberin ecdadından Abd Menaf oğlu Haşim, cömertliği ile tanınan bir tüccardı. Kervanlarının yolu Medine'den geçerdi. Haşim, burada güzel bir dul kadınla evlendi ve bu evlilikten Abdülmuttalib doğdu. Kendisini yüksek karakterli bir insan olarak görüyoruz. Oldukça olaylı bir şekilde izi kaybolan Zemzem suyunun yerini gördüğü bir rüyaya dayanarak o bulmuştur. Ünançlı bir insan olan Abdülmuttalib, on çocuğu olduğu halde birini Allah'a kurban adamıştı. Dua ve isteği kabul olunca Abdülmuttalib, çocukları arasında kura çekti ve kurban olarak -Resûlullah'ın babası- Abdullah çıktı. Bir kadın kâhinin (Arrafe) tavsiyesi üzerine belli sayıda deve ve Abdullah kuraya kondu. Oğlu her çıkışında Abdülmuttalib kurban edilecek hayvan sayısını arttırıyordu. On deve ile başlayan kura, hayvan sayısı yüz'e gelince son buldu ve yüz deve kurban edildi.
Bu adağıyla, bize Hz. Übrahim'i hatırlatan Abdülmuttalib, torunu Hz. Muhammed (sav) namına Allah'a her dua edişinde duası kabul olunurdu. Dedesi vefat edince, Hz. Muhammed, diğer dört amcasına tercihan, Ebu Talib'e emanet edildi. Çünkü güvenilir, zeki, cömert ve iyi kalpli biriydi. Diğer amcası Ebu Leheb ise, kendini içkiye ve kolay hayata vermiş bir ahlâksızdı. Rivayetlere göre, şarkıcı kadınlara şarap almak için Kâbe'ye hediye edilen mücevherleri çalardı.
Esasen, daha çocukluk devresinden itibaren, Resûlullah (sav) ile Ebu Leheb'in arasının açık olduğu görülür. Bir tartışma sırasında kendisini değil, Ebu Talib'i savunan Muhammed'e; 'Ben de senin amcanım. Fakat kalbim seni asla sevmeyecek' diye haykırmıştı. Gerçekten, Ebu Leheb hayatı boyunca Hz. Muhammed'in ve davasının baş düşmanı olmuştur.
Resûlullah, pek zengin olmayan fakat cömertliğiyle tanınan amcasının yanında pek de refah içinde yaşamıyordu. Ancak Ebu Talib ve zevcesi, ona kendi çocuklarından daha iyi bakıyorlar, diğer çocuklar gibi sofra kurulur kurulmaz saldırmadığından ona ayrı yemek çıkarıyorlardı. Resûlullah'ın, yengesine olan sevgisi, bir anne sevgisinden farksızdı.
Ebu Talib, Suriye'ye bir kervan götürmek üzere yola çıktığında Resûlullah dokuz -bir rivayete göre oniki- yaşındaydı. Şam ile Kudüs arasında Busra denilen bir yerde kervan konakladı. Burası, Bizans arazisi olduğundan yakında bir manastır bulunuyordu. Bu manastırda bulunan rahip Bahira, Hristiyanlığı bilen, Üncil'i derinliğine incelemiş biriydi. Son peygamberin geleceğinin yakın olduğunu biliyordu. Ebu Talib'e çocuğun kim olduğunu sordu. 'Oğlum' cevabını alınca; 'O senin oğlun olamaz. Bu çocuğun babası ölmüş olmalı', dedi. Ebu Talib, amcası olduğunu söyleyince, çocuğu hemen geri götürmesini tavsiye etti. Ebu Talib de, Mekke'ye dönmekte acele etti.
Çocukluğu ve gençliği bir hikmet yumağıydı
- Bir insanın hayatında anne ve babasının yeri tartışılamaz. Bu, her insan için aynıdır. Daha doğmadan babasını, çok küçük yaşta da annesini kaybeden Hz. Muhammed'in bütün sevgisinin, muhabbetinin odak noktasını Rabbi teşkil ediyordu. Anne ve babasından sonra çok sevdiği dedesi ve amcasını da kaybeden Hz. Muhammed'i, Allah (cc) âdeta kimseyle paylaşamıyor, Habibi'nin sevgisinin yalnız kendine ait olmasını istiyordu.
- Resûlullah (sav), aynı zamanda ümmî idi. Yani okuması yazması yoktu. Zaten Kureyş'in aklına durgunluk veren de; okuması yazması olmayan bir insandan dünyanın en güzel sözlerinin duyulmasıydı. Eğer herhangi bir eğitim görmüş olsaydı, ona karşı olanlar ve inkârcılar bunu delil olarak kullanacak ve âyetleri kendisinin yazdığını iddia edeceklerdi. ?mmilik onu, savunduğu davada bu tür suçlamalara karşı koruyordu.
- Diğer bir husus; Resûlullah'a ilk vahyedilen ayet; 'Seni yaratan Rabbının adıyla oku', idi. Halbuki o, okuma-yazma bilmemektedir. Demek ki, asıl âlim, asıl aydın, asıl ilim sahibi Allah'ı bilen, O'nun adıyla okuyan, onu tanıyan insandır. Böyle bir insan, okuma-yazma bilmese de âlimdir. Tahsil görmemiş olsa da aydındır, ilim sahibidir. Çünkü yaradanını biliyor, tanıyor ve O'nun emrine uyuyor, O'nun adını anıyor. Üşte Resûlullah (sav), ümmiliğiyle de bu noktada güzel bir örnek teşkil eder.
- Resûlullah'ın (sav), doğumundan itibaren her an, her saniye Allah (cc) tarafından korunduğunu görüyoruz. Ondaki farklılık, ondaki üstün haller ve seçilmişlik, bu ilâhî himayenin sebebidir. O, her haliyle diğer insanlardan farklıydı. alemlere rahmetti. Onda da nefis vardı. Ama o, her türlü kötülük ve günahtan korunmuştu. Hiç bir putperest ayinine katılmadığı gibi, putlara adanan hiçbir şeye elini sürmezdi. Bir defasında kendine, putlara adanan hayvanların etinden ikram eden Zeyd ibn Amr'a; 'Putlara adananı yemem', buyurmuştur.
Yine, her yıl düzenlenen bir putperest bayramına halaları tarafından zorla götürülmüş, bayram yerinde bazı kişiler gelerek, bu ayinlerin kendisine yasaklandığını ona bildirmişlerdir. Halaları da, onu bir daha böyle yerlere götürmemişlerdir.
Demek ki; Rabbi onu her türlü kötülükten ve Kureyş'in kötü alışkanlıklarından korudu. Allah (cc), kutsal bir görev için seçtiği Habibi'ni son nefesine kadar nazar-ı ilâhîsi altında tutmuş, himaye etmiştir. Bu da, Resûlullah'ın üzerindeki görevin kutsallığını, davasının büyüklüğünü görmemiz açısından gözden ırak tutulmamalıdır.
- Sahih hadislerden de anlaşılacağı gibi; Hz. Muhammed (sav), soyların en faziletlisinden dünyaya gelmiştir. 'Allah, mahlukâtı yarattı ve beni en hayırlılarının içinde kıldı. Sonra onları, Arap ve Arap olmayanlar diye iki fırkaya ayırdı ve beni en hayırlılarının içinde kıldı. Sonra onları, kabilelere ayırdı ve beni en hayırlılarının içinde kıldı (Kureyş). Sonra, ailelere ayırdı ve beni en hayırlı aileden kıldı. Şahıs olarak da ailenin en hayırlısı kıldı', hadis-i şerifi, bize bunu anlatmaktadır.
Alemlere Rahmet Hz. Muhammed (sav)
Habîbullah (sav), Mekke'de, Rebiü'l-evvel ayının onikinci Pazartesi gecesi sabaha karşı dünyaya gelmiştir (M. 570). Böylece, Hz. Âdem'den beri devam edegelen 'Peygamberlik nuru' sahibini bulmuş oldu. Babası Abdullah, Peygamberin doğumundan iki ay önce vefat etmiştir. Annesi Vehb kızı Amine, doğumda diğer kadınlar gibi eziyet çekmemiş, hatta ağırlık bile hissetmemiştir. Hamileyken, bir gece rüyasında, tanımadığı bir kimse gelip; 'Sen, âlemlerin hayırlısına hamilesin; doğduğunda adını Muhammed koy', diye ikazda bulunmuş; doğum anında da heybetli bir ses duyarak irkilmiştir. Beyaz bir kuş, kanadıyla Hz. Amine'nin arkasını sıvazlamış, kendisine beyaz bir kâse içinde şerbet sunmuşlardır. Şerbeti içtiğinde, her yanını bir nur kaplamış ve Muhammed dünyaya gelmiştir. Annesi; 'Etrafımda birçok hatun toplandı. Ne zaman ki Muhammed vücuda geldi; baktım, mübarek başını secdeye koydu; ellerini kaldırdı, duada bulundu', şeklinde anlatıyor. Hz. Muhammed (sav) sünnetli doğmuştur. Doğduğunda sırtında ve omuzlarında peygamberlik mührü vardı. Onu meleklerin yıkadığını, kaynaklar bize bildirmektedir.
Doğumuna arz şehadet etmişti
- Resûlullah (sav) doğduğu gece, yeryüzündeki birçok put düşüp kırılmıştır.
- İran hükümdarı Kisra, kemerli bir saray yaptırmıştı. Ondört kulesi vardı. O gece, kulelerin bütün şerefeleri yıkıldı.
- Kisra, Dicle kenarında da büyük bir bina yaptırmıştı. Resûlullah (sav) doğduğu gece Dicle nehri taştı, binayı yerle bir etti.
- Mecusîlerin asırlardan beri yanan ateşleri yine Resûlullah'ın (sav) doğduğu gece sönmüştür.
O zaman, Araplar arasında âdet olduğu üzere, çocuğun sütanneye verilmesi kararlaştırıldı. Ancak hiçbir sütanne, yetim bir çocuğu almak istemiyordu. Bu arada amcası Ebu Leheb'in cariyesi Süveybe, çocuğu bir müddet emzirdi. Kardeşinin oğlunun doğumuna sevinen Ebu Leheb'in, onun şerefine Süveybe'yi azad ettiğini ve bu yüzden Efendimizin doğduğu gün olan her pazartesi günü azabının biraz hafiflediğini kaynaklar bize bildirmektedir.
Sonunda Benî Sa'd kabilesinden Halime binti Ebi Züeyb, Hz. Muhammed'i kabul etti. O sırada Benî Sa'd yurdunda kıtlık vardı. Hz. Halime, bebeğin gelişiyle ineklerin sütünün arttığını, çadırın etrafının yeşilliklerle dolduğunu, evine bereketin geldiğini ifade ediyor. Resûlullah (sav), bu göçebe sütannenin yanında oldukça sade bir hayat geçirmiştir. Gündüz otlakta sürülere bakıyor, aileye yardım ediyordu. Çoğu zaman, yalnızca hurma ve süt ile yetiniyorlardı. Hz. Muhammed (sav) süt kardeşleriyle kırlarda oynuyor, koyun güdüyordu. Bir defasında, süt kardeşi Şeyma'nın omuzunu bilinmeyen bir sebeple o kadar kuvvetli ısırmıştı ki, izi ömür boyu silinmedi. Yıllar sonra bir savaşta esir düşen Şeyma'yı, Resûlullah (sav) bu yara izinden tanımış, gözleri yaşarmıştır.
Yine Şakku's-Sadr: göğüs yarılması' hadisesi de Hz. Halime'nin himayesindeyken meydana geldi. Kırda oynayan Hz. Muhammed'in yanına gelen Cebrail (as) onun göğüsünü yararak, kalbini çıkardı. Küçük bir parçasını göstererek; 'Bu şeytanın sendeki nasibidir', dedi. Ve kalbini Zemzem suyuyla yıkayıp yerine koydu. Bu olay, Allah'ın onu seçtiğinin işaretlerinden biridir.
Hz. Halime, (Hz.) Muhammed'i kendi çocuklarından fazla seviyordu. Daha ilk günden, ondaki farklılığı hisseden Halime, onu gözü gibi koruyordu. Resûlullah, sütannesinin sağ göğsünden emer, sol göğsünü kardeşlerine bırakırdı. Beş yaşını doldurduğunda, ondaki mucizelerden ve üstün hâllerden ürken Hz. Halime, çocuğu annesine teslim etti. Kısa bir süre sonra annesi, zenci cariye Ümmü Eymen ve bir hizmetçi ile Medine'ye hareket ettiler. Neccaroğulları kabilesinden birinin evinde ikâmet edildi. Resûlullah'ın babasının kabrini de ziyaret etmişlerdi. Resûlullah, bu gezi sırasında bir su birikintisinde yüzme öğrendiğini ve Üneyse isimli bir akraba kızıyla oynadığını hatırlayacaktı.
Hz. Amine, dönüş yolu üzerinde Ebva denilen yerde vefat etti ve oraya gömüldü. Resûlullah (sav) o sırada altı yaşında bulunuyordu. (Hz. åmine'nin birçok şiirlerinin bulunması, ailede erkekler kadar kadınların da fikrî seviyelerinin yüksekliğini göstermesi bakımından dikkat çekicidir).
Zenci cariye Ümmü Eymen ile, Mekke'ye dönen (Hz.) Muhammed, epeyce yaşlı olan dedesi Abdülmuttalib'e teslim edildi. Şefkatli bir insan olan Abdülmuttalib'in, öksüz ve yetim torununa gösterdiği sevgi pek büyüktü.
Abdülmuttalib, köklü bir tevhid inancına sahipti. Resûlullah'ın çocukken onunla birlikte Hira dağına çıktığı ve inzivaya çekildikleri rivayet edilir. Peygamberin ecdadından Abd Menaf oğlu Haşim, cömertliği ile tanınan bir tüccardı. Kervanlarının yolu Medine'den geçerdi. Haşim, burada güzel bir dul kadınla evlendi ve bu evlilikten Abdülmuttalib doğdu. Kendisini yüksek karakterli bir insan olarak görüyoruz. Oldukça olaylı bir şekilde izi kaybolan Zemzem suyunun yerini gördüğü bir rüyaya dayanarak o bulmuştur. Ünançlı bir insan olan Abdülmuttalib, on çocuğu olduğu halde birini Allah'a kurban adamıştı. Dua ve isteği kabul olunca Abdülmuttalib, çocukları arasında kura çekti ve kurban olarak -Resûlullah'ın babası- Abdullah çıktı. Bir kadın kâhinin (Arrafe) tavsiyesi üzerine belli sayıda deve ve Abdullah kuraya kondu. Oğlu her çıkışında Abdülmuttalib kurban edilecek hayvan sayısını arttırıyordu. On deve ile başlayan kura, hayvan sayısı yüz'e gelince son buldu ve yüz deve kurban edildi.
Bu adağıyla, bize Hz. Übrahim'i hatırlatan Abdülmuttalib, torunu Hz. Muhammed (sav) namına Allah'a her dua edişinde duası kabul olunurdu. Dedesi vefat edince, Hz. Muhammed, diğer dört amcasına tercihan, Ebu Talib'e emanet edildi. Çünkü güvenilir, zeki, cömert ve iyi kalpli biriydi. Diğer amcası Ebu Leheb ise, kendini içkiye ve kolay hayata vermiş bir ahlâksızdı. Rivayetlere göre, şarkıcı kadınlara şarap almak için Kâbe'ye hediye edilen mücevherleri çalardı.
Esasen, daha çocukluk devresinden itibaren, Resûlullah (sav) ile Ebu Leheb'in arasının açık olduğu görülür. Bir tartışma sırasında kendisini değil, Ebu Talib'i savunan Muhammed'e; 'Ben de senin amcanım. Fakat kalbim seni asla sevmeyecek' diye haykırmıştı. Gerçekten, Ebu Leheb hayatı boyunca Hz. Muhammed'in ve davasının baş düşmanı olmuştur.
Resûlullah, pek zengin olmayan fakat cömertliğiyle tanınan amcasının yanında pek de refah içinde yaşamıyordu. Ancak Ebu Talib ve zevcesi, ona kendi çocuklarından daha iyi bakıyorlar, diğer çocuklar gibi sofra kurulur kurulmaz saldırmadığından ona ayrı yemek çıkarıyorlardı. Resûlullah'ın, yengesine olan sevgisi, bir anne sevgisinden farksızdı.
Ebu Talib, Suriye'ye bir kervan götürmek üzere yola çıktığında Resûlullah dokuz -bir rivayete göre oniki- yaşındaydı. Şam ile Kudüs arasında Busra denilen bir yerde kervan konakladı. Burası, Bizans arazisi olduğundan yakında bir manastır bulunuyordu. Bu manastırda bulunan rahip Bahira, Hristiyanlığı bilen, Üncil'i derinliğine incelemiş biriydi. Son peygamberin geleceğinin yakın olduğunu biliyordu. Ebu Talib'e çocuğun kim olduğunu sordu. 'Oğlum' cevabını alınca; 'O senin oğlun olamaz. Bu çocuğun babası ölmüş olmalı', dedi. Ebu Talib, amcası olduğunu söyleyince, çocuğu hemen geri götürmesini tavsiye etti. Ebu Talib de, Mekke'ye dönmekte acele etti.
Çocukluğu ve gençliği bir hikmet yumağıydı
- Bir insanın hayatında anne ve babasının yeri tartışılamaz. Bu, her insan için aynıdır. Daha doğmadan babasını, çok küçük yaşta da annesini kaybeden Hz. Muhammed'in bütün sevgisinin, muhabbetinin odak noktasını Rabbi teşkil ediyordu. Anne ve babasından sonra çok sevdiği dedesi ve amcasını da kaybeden Hz. Muhammed'i, Allah (cc) âdeta kimseyle paylaşamıyor, Habibi'nin sevgisinin yalnız kendine ait olmasını istiyordu.
- Resûlullah (sav), aynı zamanda ümmî idi. Yani okuması yazması yoktu. Zaten Kureyş'in aklına durgunluk veren de; okuması yazması olmayan bir insandan dünyanın en güzel sözlerinin duyulmasıydı. Eğer herhangi bir eğitim görmüş olsaydı, ona karşı olanlar ve inkârcılar bunu delil olarak kullanacak ve âyetleri kendisinin yazdığını iddia edeceklerdi. ?mmilik onu, savunduğu davada bu tür suçlamalara karşı koruyordu.
- Diğer bir husus; Resûlullah'a ilk vahyedilen ayet; 'Seni yaratan Rabbının adıyla oku', idi. Halbuki o, okuma-yazma bilmemektedir. Demek ki, asıl âlim, asıl aydın, asıl ilim sahibi Allah'ı bilen, O'nun adıyla okuyan, onu tanıyan insandır. Böyle bir insan, okuma-yazma bilmese de âlimdir. Tahsil görmemiş olsa da aydındır, ilim sahibidir. Çünkü yaradanını biliyor, tanıyor ve O'nun emrine uyuyor, O'nun adını anıyor. Üşte Resûlullah (sav), ümmiliğiyle de bu noktada güzel bir örnek teşkil eder.
- Resûlullah'ın (sav), doğumundan itibaren her an, her saniye Allah (cc) tarafından korunduğunu görüyoruz. Ondaki farklılık, ondaki üstün haller ve seçilmişlik, bu ilâhî himayenin sebebidir. O, her haliyle diğer insanlardan farklıydı. alemlere rahmetti. Onda da nefis vardı. Ama o, her türlü kötülük ve günahtan korunmuştu. Hiç bir putperest ayinine katılmadığı gibi, putlara adanan hiçbir şeye elini sürmezdi. Bir defasında kendine, putlara adanan hayvanların etinden ikram eden Zeyd ibn Amr'a; 'Putlara adananı yemem', buyurmuştur.
Yine, her yıl düzenlenen bir putperest bayramına halaları tarafından zorla götürülmüş, bayram yerinde bazı kişiler gelerek, bu ayinlerin kendisine yasaklandığını ona bildirmişlerdir. Halaları da, onu bir daha böyle yerlere götürmemişlerdir.
Demek ki; Rabbi onu her türlü kötülükten ve Kureyş'in kötü alışkanlıklarından korudu. Allah (cc), kutsal bir görev için seçtiği Habibi'ni son nefesine kadar nazar-ı ilâhîsi altında tutmuş, himaye etmiştir. Bu da, Resûlullah'ın üzerindeki görevin kutsallığını, davasının büyüklüğünü görmemiz açısından gözden ırak tutulmamalıdır.
- Sahih hadislerden de anlaşılacağı gibi; Hz. Muhammed (sav), soyların en faziletlisinden dünyaya gelmiştir. 'Allah, mahlukâtı yarattı ve beni en hayırlılarının içinde kıldı. Sonra onları, Arap ve Arap olmayanlar diye iki fırkaya ayırdı ve beni en hayırlılarının içinde kıldı. Sonra onları, kabilelere ayırdı ve beni en hayırlılarının içinde kıldı (Kureyş). Sonra, ailelere ayırdı ve beni en hayırlı aileden kıldı. Şahıs olarak da ailenin en hayırlısı kıldı', hadis-i şerifi, bize bunu anlatmaktadır.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.