Mısır Mukavkıs'ına
gönderilen mektup
"Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla; Allah'ın kulu, kölesi ve Resûlü Muhammed'den, Kıptîlerin büyük başkanı el-Mukavkıs'a: Allah'ın selâmı, hidâyet yoluna girmiş kimse üzerine olsun. Buna göre ben, seni tam bir İslâm daveti ile (İslâm'a) çağırıyorum. İslâm'a gir, sonunda emniyet ve selâmet içinde olursun. Ve Allah, sana iki defa sevap verecektir. Şayet bundan kaçınacak olursan, bütün Kıptilerin günahı senin üzerinde toplanacaktır. Ve (siz, mukaddes) kitap sahipleri! Gelin, sizinle bizim aramızda müşterek olan bir tek kelimede, (yani) Allah'tan başka hiç bir tanrıya tapmamak, O'na hiç bir şeyi şerik ve ortak koşmamak, Allah'tan başka aramızdan hiç kimseyi âmir ve efendi yapmamak (hususunda) birleşelim. Şayet onlar, sırtlarını dönüp (bundan) kaçınacak olurlarsa şöyle deyiniz: Siz şahit olun ki, kesinlikle bizler, (Allah'a) itaat edip, teslim olan Müslümanlarız."
Mukavkıs, bu daveti Arabistan'dan bir Resûl çıkacağı ihtimalini redderek geri çevirmiş ve Peygamberimize iki cariye, bir elbise ve bir katır göndermiştir. Diğer bazı kaynaklarda, bu hediyelerin daha fazla olduğu rivayet edilmektedir. Netice olarak; Mısır Kralı, İslâmiyeti kabul etmemiştir. Resûlullah, Arap Yarımadasında, daha az önemli mevkilerde bulunan hükümdarlara, piskoposlara ve bazı kabile reislerine de mektuplar göndererek İslâm'a çağırmıştır. Bunlar arasında Gassan'lı kral Haris b. Ebî Şemir'i görmekteyiz.
Haris b. Ebî Şemir'e
gönderilen mektup
"Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla; Allah'ın Resûlü Muhammed'den Haris b. Ebî Şemir'e:
Allah'ın selâmı, hidâyet yoluna girmiş bulunan, Allah'a inanan ve bunu ikrar edenin üzerinde olsun. Buna göre senin mülkünün (yani ülken ve krallığının) senin elinde kalması için hiç bir şeriki ve ortağı bulunmayan bir ve teklik sıfatında olan Allah'a inanmaya seni davet ederim."
Bizanslı bir
Hıristiyan din
büyüğüne
gönderilen mektup
"Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla;
Ey piskopos!
Allah'ın selâmı iman edenin üzerine olsun. Bu (sözün) devamı olarak bil ki; Meryem'in oğlu İsa, saf ve temiz Meryem'e nasip edip verdiği (indirdiği), Allah'ın ruhu ve kelimesidir. Bana gelince; ben, Allah'a iman eder, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve Esbat'a vahyolunana ve bize indirilene inanırım. Aralarında hiçbir fark gözetmeksizin Mûsa, İsa ve diğer peygamberlere ulaşan vahye iman ederim. Biz, o Allah'a teslim olmuşuz. (Allah'ın) selâmı, hidâyet yolu üzerinde bulunana olsun."
Piskopos, İmparatorun huzurunda bu mektup hakkındaki fikrini açıkladı ve etraftaki ileri gelenler o derece sinirlendiler ki, piskoposu orada öldürdüler.
* Siyasî diplomasi ve mektupların taşıdığı hikmetler
Resûlullah'ın Arap yarımadasında hüküm süren meliklere gönderdiği bu elçiler ve onları İslâm'a kazanma gayesi, O'nun hayatını adadığı tebliğ ve irşad davasının bir uzantısıdır. O, hayatının her devresinde İslâm'ı yaymayı ve yaşatmayı kendine dava edinmişti. Her zaman, her devirde ve her şart altında Peygamberimizin gayesi bu olmuştur. Biz Müslümanlar da bu Peygamberî metodu kendimize örnek alarak; şartlar ne olursa olsun en büyük vazifemizin İslâm'ı tebliğ etmek olduğunu unutmamalıyız.
Gönderilen mektuplarda, önce iman konusunun işlendiğini ve muhatabın ilk olarak Allah'ın birliğine inanmaya davet edildiğini görüyoruz. Kişi, Allah'a iman ettikten sonradır ki, ona namaz, oruç gibi mükellefiyetlerden ve diğer şer'î hükümlerden bahsedilebilir. Böyle olması tabîidir. Zira, henüz iman konusunda tereddüt halinde olan bir insana, İslâm'ın kendisine yüklediği hak ve görevlerden bahsedilmesi mantığa aykırıdır.
Demek ki, tebliğde ilk adım, kişiyi Allah'a inanmaya ve itaate davet etmektir. Bu temel inancın oturmasından sonra diğer mevzulara geçilir.
*Mektup ve elçilerin gönderildiği devrenin, Hudeybiye barışından sonra ve Mekke fethinden az önceki bir devreye rastlaması dikkat çekicidir.
Hudeybiye muâhedesi ile, kısa da olsa bir barış devresine girilmiş, Resûlullah bu devreyi tebliğ çalışmalarını hızlandırarak değerlendirmiştir. Şüphe yok ki, İslâmiyet barış ortamında daha iyi yayılır. Savaşın ve huzursuzluğun olmadığı ortamlar tebliğ için en uygun ortamlardır. Çünkü savaş zamanı, Müslümanların kafaları harp taktikleri , saldırı veya müdafaa planları gibi konularla meşgul olacağından tebliğ vazifesinin yerine getirilmesi çok daha zorlaşacaktır. Mu'sab b. Umeyr'in Medine'de yaptığı çalışma bu konuda güzel bir örnektir. Mekke'nin huzursuzluk ve gerginlik dolu ortamından, müşriklerin baskı ve işkencelerinden uzaklaşan Hz. Mus'ab, bir yıl içinde Medine'nin birkaç mahallesi dışında tamamının İslâm'ı kabul etmesini sağlamıştır. İşte; Bedir, Uhud gibi büyük savaşlardan ve daha birçok küçük çatışmadan sonra girilen barış devresi, tebliğ için iyi bir fırsat olmuş, Resûlullah yalnız büyük hükümdarlara mektuplar göndermekle kalmamış, Arap yarımadasının dört bir yanına elçiler salmış, insanları İslâm'a davet etmiştir. Bu davet neticesinde insanlar, kitleler halinde İslâm'a girmişlerdir. Bu olaylar, adetâ gelecek olan Mekke fethinin de habercileri mahiyetindeydi.
gönderilen mektup
"Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla; Allah'ın kulu, kölesi ve Resûlü Muhammed'den, Kıptîlerin büyük başkanı el-Mukavkıs'a: Allah'ın selâmı, hidâyet yoluna girmiş kimse üzerine olsun. Buna göre ben, seni tam bir İslâm daveti ile (İslâm'a) çağırıyorum. İslâm'a gir, sonunda emniyet ve selâmet içinde olursun. Ve Allah, sana iki defa sevap verecektir. Şayet bundan kaçınacak olursan, bütün Kıptilerin günahı senin üzerinde toplanacaktır. Ve (siz, mukaddes) kitap sahipleri! Gelin, sizinle bizim aramızda müşterek olan bir tek kelimede, (yani) Allah'tan başka hiç bir tanrıya tapmamak, O'na hiç bir şeyi şerik ve ortak koşmamak, Allah'tan başka aramızdan hiç kimseyi âmir ve efendi yapmamak (hususunda) birleşelim. Şayet onlar, sırtlarını dönüp (bundan) kaçınacak olurlarsa şöyle deyiniz: Siz şahit olun ki, kesinlikle bizler, (Allah'a) itaat edip, teslim olan Müslümanlarız."
Mukavkıs, bu daveti Arabistan'dan bir Resûl çıkacağı ihtimalini redderek geri çevirmiş ve Peygamberimize iki cariye, bir elbise ve bir katır göndermiştir. Diğer bazı kaynaklarda, bu hediyelerin daha fazla olduğu rivayet edilmektedir. Netice olarak; Mısır Kralı, İslâmiyeti kabul etmemiştir. Resûlullah, Arap Yarımadasında, daha az önemli mevkilerde bulunan hükümdarlara, piskoposlara ve bazı kabile reislerine de mektuplar göndererek İslâm'a çağırmıştır. Bunlar arasında Gassan'lı kral Haris b. Ebî Şemir'i görmekteyiz.
Haris b. Ebî Şemir'e
gönderilen mektup
"Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla; Allah'ın Resûlü Muhammed'den Haris b. Ebî Şemir'e:
Allah'ın selâmı, hidâyet yoluna girmiş bulunan, Allah'a inanan ve bunu ikrar edenin üzerinde olsun. Buna göre senin mülkünün (yani ülken ve krallığının) senin elinde kalması için hiç bir şeriki ve ortağı bulunmayan bir ve teklik sıfatında olan Allah'a inanmaya seni davet ederim."
Bizanslı bir
Hıristiyan din
büyüğüne
gönderilen mektup
"Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla;
Ey piskopos!
Allah'ın selâmı iman edenin üzerine olsun. Bu (sözün) devamı olarak bil ki; Meryem'in oğlu İsa, saf ve temiz Meryem'e nasip edip verdiği (indirdiği), Allah'ın ruhu ve kelimesidir. Bana gelince; ben, Allah'a iman eder, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve Esbat'a vahyolunana ve bize indirilene inanırım. Aralarında hiçbir fark gözetmeksizin Mûsa, İsa ve diğer peygamberlere ulaşan vahye iman ederim. Biz, o Allah'a teslim olmuşuz. (Allah'ın) selâmı, hidâyet yolu üzerinde bulunana olsun."
Piskopos, İmparatorun huzurunda bu mektup hakkındaki fikrini açıkladı ve etraftaki ileri gelenler o derece sinirlendiler ki, piskoposu orada öldürdüler.
* Siyasî diplomasi ve mektupların taşıdığı hikmetler
Resûlullah'ın Arap yarımadasında hüküm süren meliklere gönderdiği bu elçiler ve onları İslâm'a kazanma gayesi, O'nun hayatını adadığı tebliğ ve irşad davasının bir uzantısıdır. O, hayatının her devresinde İslâm'ı yaymayı ve yaşatmayı kendine dava edinmişti. Her zaman, her devirde ve her şart altında Peygamberimizin gayesi bu olmuştur. Biz Müslümanlar da bu Peygamberî metodu kendimize örnek alarak; şartlar ne olursa olsun en büyük vazifemizin İslâm'ı tebliğ etmek olduğunu unutmamalıyız.
Gönderilen mektuplarda, önce iman konusunun işlendiğini ve muhatabın ilk olarak Allah'ın birliğine inanmaya davet edildiğini görüyoruz. Kişi, Allah'a iman ettikten sonradır ki, ona namaz, oruç gibi mükellefiyetlerden ve diğer şer'î hükümlerden bahsedilebilir. Böyle olması tabîidir. Zira, henüz iman konusunda tereddüt halinde olan bir insana, İslâm'ın kendisine yüklediği hak ve görevlerden bahsedilmesi mantığa aykırıdır.
Demek ki, tebliğde ilk adım, kişiyi Allah'a inanmaya ve itaate davet etmektir. Bu temel inancın oturmasından sonra diğer mevzulara geçilir.
*Mektup ve elçilerin gönderildiği devrenin, Hudeybiye barışından sonra ve Mekke fethinden az önceki bir devreye rastlaması dikkat çekicidir.
Hudeybiye muâhedesi ile, kısa da olsa bir barış devresine girilmiş, Resûlullah bu devreyi tebliğ çalışmalarını hızlandırarak değerlendirmiştir. Şüphe yok ki, İslâmiyet barış ortamında daha iyi yayılır. Savaşın ve huzursuzluğun olmadığı ortamlar tebliğ için en uygun ortamlardır. Çünkü savaş zamanı, Müslümanların kafaları harp taktikleri , saldırı veya müdafaa planları gibi konularla meşgul olacağından tebliğ vazifesinin yerine getirilmesi çok daha zorlaşacaktır. Mu'sab b. Umeyr'in Medine'de yaptığı çalışma bu konuda güzel bir örnektir. Mekke'nin huzursuzluk ve gerginlik dolu ortamından, müşriklerin baskı ve işkencelerinden uzaklaşan Hz. Mus'ab, bir yıl içinde Medine'nin birkaç mahallesi dışında tamamının İslâm'ı kabul etmesini sağlamıştır. İşte; Bedir, Uhud gibi büyük savaşlardan ve daha birçok küçük çatışmadan sonra girilen barış devresi, tebliğ için iyi bir fırsat olmuş, Resûlullah yalnız büyük hükümdarlara mektuplar göndermekle kalmamış, Arap yarımadasının dört bir yanına elçiler salmış, insanları İslâm'a davet etmiştir. Bu davet neticesinde insanlar, kitleler halinde İslâm'a girmişlerdir. Bu olaylar, adetâ gelecek olan Mekke fethinin de habercileri mahiyetindeydi.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.