İnsanın arayış gerçeği
Ruhların, madde kalıbına girmeden evvel yaratıldıkları bir gerçektir. Murad-ı İlahî böyle zuhur etmiş ve insan evvelâ mana (ruh) cevheri olarak halk edilmiştir
18.02.2025 16:42:00
Haber Merkezi
Haber Merkezi





"Bilindiği gibi insan, Bezmi Elest'te önce ruh olarak yaratılmıştır. Daha sonra insan, çamur kalıbıyla inşa edilmiş ve bu kalıp ruhla bütünleştirilmiştir. Orijinal ifadesiyle çamur kalıbına Cenab-ı Hak tarafından ruh üflenmiştir. Yani insan, ruh ve toprak kalıbından oluşan bir varlıktır.
Ruhların, madde kalıbına girmeden evvel yaratıldıkları bir gerçektir. Murad-ı İlahî böyle zuhur etmiş ve insan evvelâ mana (ruh) cevheri olarak halk edilmiştir.
Bu varlığa ilk hitap "Ben, sizin Rabb'iniz değil miyim?" dir. "Kıyamet gününde 'Biz bundan habersizdik' diyemeyesiniz diye Rabbin, Ademoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı ve onları kendilerine şahit tuttu; dedi ki: 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' (Onlar da), 'evet (Rabbimiz olduğuna) şahid olduk' dediler." (Araf 172)
Böylece güzellerin güzeline, gerçeklerin gerçeğine, canların canına, aşıkların maşukuna kara sevdası bu seyir zevkinde başlamıştır.
Bu öyle bir sevda ve muhabbettir ki, (madde âleminde) "hayır, sen yoksun, ben varım" diyerek ilâhlık iddiasında bulunan Nemrutlar, Firavunlar ve hatta (Hakk'ın madde ve mana âlemini aydınlatan) biricik hakikat güneşi Hz.Muhammed (sav)'in karşısına çıkan Ebu Cehil bile O "Güzel"e, O "Hüsn-ü Mutlak"a ve "Gerçek"e, "evet Sen bizi yaratansın" demiş, O'nun uluhiyetini tasdik, kendi aczini kabul etmiştir.
Vaktaki; Allah (cc), Murad-ı İlahi'sine tevafuk olarak bir imtihan sırrı için insanı, denemek üzere bu deni âleme (Dünya'ya) göndermiştir. İnsan ile kul olmaya söz verdiği Rabb'ı arasına çok muazzam bir perde çekilmiş, O "Güzel", O "Koku" O "Nida" birçok perdelerle perdelenmiş, kendini gizlemiştir.
Gizlemiştir ama acaba O'nun vecd sarayından kopan ruh ne hale gelmiştir? Elbette ki, altın kafes içine konulan kuş gibi" ah vatan, ah!" diyerek geldiği" Ezel-i Ervah"ın hasretini çekegelmiştir. Dikkat edilirse, insanoğlunda inanç hissi doğuştandır.
Allah (cc), Âdil-i Mutlak olduğu için halk ettiği insanının özünü, cevherini yani ruhunu kendi haline bırakmamış, maşukuna, sevgilisine kavuşsun diye ona din yolu ile muazzam, mutantan, müzeyyen bir cadde açmış, o cevherde itiraz kuvveti nefis olduğu için de şımarmasın, yanılmasın, düşmesin, kaybolmasın diye yine insan cinsinden ve fakat seçilmiş, sevilmiş, takdir ve tasdik edilmiş peygamberlerini, peygamberlerinin yolundan giden velilerini göndermiştir.
Bu sebepten olacak ki, ilk insan aynı zamanda Peygamber olarak gönderilmiştir. Zaman içinde nefis şeytanla anlaşmış, insanı ruhunun yolundan saptırmış; kendine, peygamberine ve kul olmak için söz verdiği Rabb'ına ters düşürmüştür.
Etle kemiğin, zatla sıfatın, gece ile gündüzün birbirinden ayrılmadığı gibi sahibinden ayrılmayan ruh, sosyal planda sahibinden koparılması karşısında acı-acı feryadı basmıştır.
Kendi cinsinden olan ve onu "Mutlak Kudret"e götüren peygamberlerin açtığı yolda nefis ve şeytanla iş birliği yapan insan, muazzam bir boşluğa yolları açmış, bu terslik devam ettiği müddetçe de bu ızdırap sürmüştür.
Peki, ne olmuştur? Bir "Hak" bir de "Batıl" diye iki yol zuhur etmiş, bu iki yol aynı zamanda kâinatın iki ezelî direği haline gelmiştir. Bu iki ezelî direk tabiat sahnesinde her zaman birbirine ters düşmüştür.
'Bu iki yolun önderlerine işaretle Allah (cc), Kur'an-ı Kerim'de şöyle vahyetmiştir: "Tüm insanları imamlarıyla birlikte çağıracağımız o günü (zikret)." (İsrâ 71) Said İbn Cübeyr, İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivâyet etmiştir: "Burada kastedilen, Dünya'da iken kendilerini dalalete veya hidâyete çağıran zamanlarının imamıdır. Allah'u Teâlâ şöyle demiştir: "Onları bizim emrimizle yol gösteren imamlar kıldık." (el-Enbiya 73) ve "Onları ateşe çağıran imamlar kıldık." (Kasas 41)
Şimdi tekrar başa dönüp me'seleye bir de sosyolojik açıdan bakalım:
İnkâr fırtınası ile kendisine gösterilen yolu terk eden insan, tabiat sahnesin- de kendine yol seçmiş, sistemler, rejimler, metodlar geliştirmiştir. Totemizm, Feodalizm, Kapitalizm, en sonunda Komünizm…
Evet, insan bunları ve yazmadığımız daha birçok prensipleri tatbik etmiş ve fakat hiçbirinde de mutlak huzur ve aradığını bulamamıştır. Her yeni icat ettiğine bir ilâh gibi sarılmış, onun için canını bile vermiş ama karşılığında aradığını bulamamanın hasreti içinde arayışa devam etmiştir.
Hemen şunu ifade edelim ki, bu caddeler çıkmaz sokak, Mülkün sahibinin yoluna dönülmedikten, caddedeki kılavuzlara (seçilmiş peygamberlere ve onların varisi olan velilere) gönül verilmedikten sonra bu arayış bitmeyecektir."
"Kulun Allah'a takarrup etmesi (yaklaşması) mutlaka bir vasıta ile mümkündür. Bu vasıtalar sırası ile resuller, nebiler ve velilerdir. Bu tavassut müessesesi, Hz. Peygamber ile başlar, Hz. Âdem (as) ile Dünya sahnesine çıkar ve yine Hz. Muhammed (sav) ile sona erer.
Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)'den sonra bu ulvî vazifeyi ümmetinden insan-ı kâmil dediğimiz zevat yerine getirmiştir. Kıyamete kadar da bu mânevi vazife devam edecektir. Kulun Allah (cc)'a takarrubunda (yaklaşmasında) bu husus, Allah'ın kanunudur. "Daha önce gelip geçenler hakkında da Allah'ın kanunu böyledir. Allah'ın kanununda asla değişme bulamazsın." (Ahzâb, 33/62)
Nasıl ki, Allah (cc), Dünya'yı aydınlatmada Güneş'i; yağmuru yağdırmada bulutu; bitkiyi bitirmede toprağı sebep olarak yaratmışsa, kulun vuslatında da insan-ı kâmili vasıta olarak insanlara ikrâm etmiştir (seçmiştir)."
Allah'ın seçtiği bu vesileyi araması bulması ve tabi olması da mü'minlere vâcip olan bir emirdir: "Ey inananlar! Allah'tan korkun ve O'na (yaklaşmaya) vesile arayın" (Maide 35)
Hülasa ilmen, aklen, naklen ve tecrübe ile sabittir ki, insan fıtratı köklü bir arayış içindedir. Aslında insanın aradığı, Allah'tır. İnsan, her şeyi ile O'ndan gelmiş yine O'na dönecektir. "Biz Allah için varız. Ve biz sonunda O'na döneceğiz." (Bakara 156) âyet-i kerimesi bu evrensel hakikatı vurgulamaktadır.
Arayış, vardır ve devamlıdır. Mühim olan arayışın fıtrî istikâmet üzere Allah'a yöneltilmesidir. Terbiye ve irşadın mânâsı budur. Seçilmişler, insanın Allah'ı arayışını tahakkuk ettirmek için vesiledir. Allah, onları, insandaki köklü arayış duygusunu hak olan istikâmete kanalize etmek için sevmiş ve seçmiştir.
İnsanın nefsi, bu seçilmişler vasıtası ile terbiye edilerek ruhun üzerini kuşatmış olan zûlmet perdeleri aralanınca ruh, kafesten çıkmış kuş misali, taşıdığı nefha-i ilâhî ile beraber aslî vatana, Allah'a rücu eder." (Av. Yücel Parlak İlahi Seçilmişlik eserinden)
Ruhların, madde kalıbına girmeden evvel yaratıldıkları bir gerçektir. Murad-ı İlahî böyle zuhur etmiş ve insan evvelâ mana (ruh) cevheri olarak halk edilmiştir.
Bu varlığa ilk hitap "Ben, sizin Rabb'iniz değil miyim?" dir. "Kıyamet gününde 'Biz bundan habersizdik' diyemeyesiniz diye Rabbin, Ademoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı ve onları kendilerine şahit tuttu; dedi ki: 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' (Onlar da), 'evet (Rabbimiz olduğuna) şahid olduk' dediler." (Araf 172)
Böylece güzellerin güzeline, gerçeklerin gerçeğine, canların canına, aşıkların maşukuna kara sevdası bu seyir zevkinde başlamıştır.
Bu öyle bir sevda ve muhabbettir ki, (madde âleminde) "hayır, sen yoksun, ben varım" diyerek ilâhlık iddiasında bulunan Nemrutlar, Firavunlar ve hatta (Hakk'ın madde ve mana âlemini aydınlatan) biricik hakikat güneşi Hz.Muhammed (sav)'in karşısına çıkan Ebu Cehil bile O "Güzel"e, O "Hüsn-ü Mutlak"a ve "Gerçek"e, "evet Sen bizi yaratansın" demiş, O'nun uluhiyetini tasdik, kendi aczini kabul etmiştir.
Vaktaki; Allah (cc), Murad-ı İlahi'sine tevafuk olarak bir imtihan sırrı için insanı, denemek üzere bu deni âleme (Dünya'ya) göndermiştir. İnsan ile kul olmaya söz verdiği Rabb'ı arasına çok muazzam bir perde çekilmiş, O "Güzel", O "Koku" O "Nida" birçok perdelerle perdelenmiş, kendini gizlemiştir.
Gizlemiştir ama acaba O'nun vecd sarayından kopan ruh ne hale gelmiştir? Elbette ki, altın kafes içine konulan kuş gibi" ah vatan, ah!" diyerek geldiği" Ezel-i Ervah"ın hasretini çekegelmiştir. Dikkat edilirse, insanoğlunda inanç hissi doğuştandır.
Allah (cc), Âdil-i Mutlak olduğu için halk ettiği insanının özünü, cevherini yani ruhunu kendi haline bırakmamış, maşukuna, sevgilisine kavuşsun diye ona din yolu ile muazzam, mutantan, müzeyyen bir cadde açmış, o cevherde itiraz kuvveti nefis olduğu için de şımarmasın, yanılmasın, düşmesin, kaybolmasın diye yine insan cinsinden ve fakat seçilmiş, sevilmiş, takdir ve tasdik edilmiş peygamberlerini, peygamberlerinin yolundan giden velilerini göndermiştir.
Bu sebepten olacak ki, ilk insan aynı zamanda Peygamber olarak gönderilmiştir. Zaman içinde nefis şeytanla anlaşmış, insanı ruhunun yolundan saptırmış; kendine, peygamberine ve kul olmak için söz verdiği Rabb'ına ters düşürmüştür.
Etle kemiğin, zatla sıfatın, gece ile gündüzün birbirinden ayrılmadığı gibi sahibinden ayrılmayan ruh, sosyal planda sahibinden koparılması karşısında acı-acı feryadı basmıştır.
Kendi cinsinden olan ve onu "Mutlak Kudret"e götüren peygamberlerin açtığı yolda nefis ve şeytanla iş birliği yapan insan, muazzam bir boşluğa yolları açmış, bu terslik devam ettiği müddetçe de bu ızdırap sürmüştür.
Peki, ne olmuştur? Bir "Hak" bir de "Batıl" diye iki yol zuhur etmiş, bu iki yol aynı zamanda kâinatın iki ezelî direği haline gelmiştir. Bu iki ezelî direk tabiat sahnesinde her zaman birbirine ters düşmüştür.
'Bu iki yolun önderlerine işaretle Allah (cc), Kur'an-ı Kerim'de şöyle vahyetmiştir: "Tüm insanları imamlarıyla birlikte çağıracağımız o günü (zikret)." (İsrâ 71) Said İbn Cübeyr, İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivâyet etmiştir: "Burada kastedilen, Dünya'da iken kendilerini dalalete veya hidâyete çağıran zamanlarının imamıdır. Allah'u Teâlâ şöyle demiştir: "Onları bizim emrimizle yol gösteren imamlar kıldık." (el-Enbiya 73) ve "Onları ateşe çağıran imamlar kıldık." (Kasas 41)
Şimdi tekrar başa dönüp me'seleye bir de sosyolojik açıdan bakalım:
İnkâr fırtınası ile kendisine gösterilen yolu terk eden insan, tabiat sahnesin- de kendine yol seçmiş, sistemler, rejimler, metodlar geliştirmiştir. Totemizm, Feodalizm, Kapitalizm, en sonunda Komünizm…
Evet, insan bunları ve yazmadığımız daha birçok prensipleri tatbik etmiş ve fakat hiçbirinde de mutlak huzur ve aradığını bulamamıştır. Her yeni icat ettiğine bir ilâh gibi sarılmış, onun için canını bile vermiş ama karşılığında aradığını bulamamanın hasreti içinde arayışa devam etmiştir.
Hemen şunu ifade edelim ki, bu caddeler çıkmaz sokak, Mülkün sahibinin yoluna dönülmedikten, caddedeki kılavuzlara (seçilmiş peygamberlere ve onların varisi olan velilere) gönül verilmedikten sonra bu arayış bitmeyecektir."
"Kulun Allah'a takarrup etmesi (yaklaşması) mutlaka bir vasıta ile mümkündür. Bu vasıtalar sırası ile resuller, nebiler ve velilerdir. Bu tavassut müessesesi, Hz. Peygamber ile başlar, Hz. Âdem (as) ile Dünya sahnesine çıkar ve yine Hz. Muhammed (sav) ile sona erer.
Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)'den sonra bu ulvî vazifeyi ümmetinden insan-ı kâmil dediğimiz zevat yerine getirmiştir. Kıyamete kadar da bu mânevi vazife devam edecektir. Kulun Allah (cc)'a takarrubunda (yaklaşmasında) bu husus, Allah'ın kanunudur. "Daha önce gelip geçenler hakkında da Allah'ın kanunu böyledir. Allah'ın kanununda asla değişme bulamazsın." (Ahzâb, 33/62)
Nasıl ki, Allah (cc), Dünya'yı aydınlatmada Güneş'i; yağmuru yağdırmada bulutu; bitkiyi bitirmede toprağı sebep olarak yaratmışsa, kulun vuslatında da insan-ı kâmili vasıta olarak insanlara ikrâm etmiştir (seçmiştir)."
Allah'ın seçtiği bu vesileyi araması bulması ve tabi olması da mü'minlere vâcip olan bir emirdir: "Ey inananlar! Allah'tan korkun ve O'na (yaklaşmaya) vesile arayın" (Maide 35)
Hülasa ilmen, aklen, naklen ve tecrübe ile sabittir ki, insan fıtratı köklü bir arayış içindedir. Aslında insanın aradığı, Allah'tır. İnsan, her şeyi ile O'ndan gelmiş yine O'na dönecektir. "Biz Allah için varız. Ve biz sonunda O'na döneceğiz." (Bakara 156) âyet-i kerimesi bu evrensel hakikatı vurgulamaktadır.
Arayış, vardır ve devamlıdır. Mühim olan arayışın fıtrî istikâmet üzere Allah'a yöneltilmesidir. Terbiye ve irşadın mânâsı budur. Seçilmişler, insanın Allah'ı arayışını tahakkuk ettirmek için vesiledir. Allah, onları, insandaki köklü arayış duygusunu hak olan istikâmete kanalize etmek için sevmiş ve seçmiştir.
İnsanın nefsi, bu seçilmişler vasıtası ile terbiye edilerek ruhun üzerini kuşatmış olan zûlmet perdeleri aralanınca ruh, kafesten çıkmış kuş misali, taşıdığı nefha-i ilâhî ile beraber aslî vatana, Allah'a rücu eder." (Av. Yücel Parlak İlahi Seçilmişlik eserinden)
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.