Hz. Fâtıma’dan ağır tehdit
Hz. Fâtıma (a.s.) Sakife ehlini şöyle tehdit etti: “Bırakın kocamı. Allah’a yemin ederim ki saçlarımı dağıtır, babamın gömleğini başımın üzerine koyar ve size beddua ederim. Hiç kuşkusuz Salih Peygamberin (a.s) devesi Allah katında benden, onun yavrusu da benim çocuklarımdan daha değerli değildir”
21.10.2024 11:30:00
Haber Merkezi
Haber Merkezi
İmam Ali (a.s.) biata zorlanırken Hz. Fâtıma (a.s) Emir'ül-Müminin'in (a.s) arkasından, İmam'ı savunmak üzere evinden çıktı. Çünkü İmam'a (a.s) bir kötülük yapmalarından korkuyordu. Oğulları Hasan ve Hüseyin'in (a.s) de ellerinden tutmuştu. Bütün Haşimî kadınlar da onunla birlikte evlerinden çıkmışlardı.
Fâtıma (a.s), Resûlullah'ın (s.a.a) mescidine geldi ve oradakileri, İmam'ı rahat bırakmamaları durumunda kendilerine beddua edeceğini söyleyerek tehdit etti.
Dedi ki: "Amcamın oğlunu serbest bırakın. Bırakın kocamı. Allah'a yemin ederim ki saçlarımı dağıtır, babamın gömleğini başımın üzerine koyar ve size beddua ederim. Hiç kuşkusuz Salih Peygamberin (a.s) devesi Allah katında benden, onun yavrusu da benim çocuklarımdan daha değerli değildir." (el-İhticac, Tabersî, 1/222).
Hz. Ali'nin (a.s) bütün tavırları cesurcaydı. Resûlullah'tan (s.a.a) sonra hilâfet meselesi karşısındaki tavrı tam bir kahramanlık örneğiydi. Evet, ilâhî inanç sistemi (akide), her dönemde canını ve malını feda ederek ilkelerini güçlendirecek bir kahraman ister. Hicret günü Hz. Ali'yi (a.s) Resûlullah'ın (s.a.a) yatağında sabahlamaya, Resûlullah'ı da kurtuluş Medine'sine hicret etmeye iten sebep buydu. Ancak Peygamber'in (s.a.a) vefatından sonra karşılaşılan durum nedeniyle İmam Ali (a.s) ne kendini, ne de oğulları Hasan ve Hüseyin'i feda edebilecek durumdaydı. Çünkü eğer kanaati doğrultusunda hilâfeti şer'î mecrasına döndürmek için kendini feda edecek olsaydı, ondan sonra ipin ucunu tutacak bir kimse kalmazdı.
Resûlullah'ın (s.a.a) iki torunu kendilerinden istenen görevi yerine getiremeyecek kadar küçüktüler. Bu nedenle, hayatının her döneminde, Kâbe'nin içinde dünyaya geldiği günden Kûfe mescidinde şehit olduğu güne kadar ilkeler uğruna canını bir kurban olarak ortaya süren Hz. Ali (a.s) bu sefer Hz. Peygamber (s.a.a) tarafından atandığı makamı feda etti ve Peygamber'in (s.a.a) kendisine vasiyet ederek emanet bıraktığı ve koruma görevini verdiği yüksek maslahatlar uğruna zahirî siyasî liderlikten feragat etti.
Ali (a.s), yolların ayrılış noktasındaydı; hepsi de zor ve hepsi de kendisine ağır geliyordu. Ya diğer Müslümanlar gibi Ebu Bekir'e biat edecekti. Daha doğrusu varlığını, kişisel menfaatlerini ve gelecekteki çıkarlarını korumayı esas alan bir davranış içinde olacaktı. O zaman iktidar sahiplerinin nezdinde yüksek bir makama ve saygıya nail olacaktı. Bu mümkün değildi. Çünkü bu, Ebu Bekir'e biat edilmesini, onun velâyetini, liderliğini onaylamak, kabul etmek anlamına gelirdi.
Bu ise, Peygamber'in (s.a.a) emirlerine aykırıydı ve hilâfetin, velâyetin ve imametin asıl çizgisinden ve gerçek anlamından ebediyen sapmasına neden olurdu. Bu takdirde Hz. Peygamber'in (s.a.a) ve İmam Ali'nin (a.s) İslâm'ın temellerinin kökleşmesi ve şer'î hilâfetin dayanaklarının sağlamlaştırılması için harcadıkları onca çaba ve emeğin, fedakârlıkların boşa gitmesi kaçınılmaz olurdu. Bunun ardından da İslâmî deneyimin bütünüyle asıl mecrasından çıkması gibi bir felâket ortaya çıkardı.
Fâtıma (a.s), Resûlullah'ın (s.a.a) mescidine geldi ve oradakileri, İmam'ı rahat bırakmamaları durumunda kendilerine beddua edeceğini söyleyerek tehdit etti.
Dedi ki: "Amcamın oğlunu serbest bırakın. Bırakın kocamı. Allah'a yemin ederim ki saçlarımı dağıtır, babamın gömleğini başımın üzerine koyar ve size beddua ederim. Hiç kuşkusuz Salih Peygamberin (a.s) devesi Allah katında benden, onun yavrusu da benim çocuklarımdan daha değerli değildir." (el-İhticac, Tabersî, 1/222).
Hz. Ali'nin (a.s) bütün tavırları cesurcaydı. Resûlullah'tan (s.a.a) sonra hilâfet meselesi karşısındaki tavrı tam bir kahramanlık örneğiydi. Evet, ilâhî inanç sistemi (akide), her dönemde canını ve malını feda ederek ilkelerini güçlendirecek bir kahraman ister. Hicret günü Hz. Ali'yi (a.s) Resûlullah'ın (s.a.a) yatağında sabahlamaya, Resûlullah'ı da kurtuluş Medine'sine hicret etmeye iten sebep buydu. Ancak Peygamber'in (s.a.a) vefatından sonra karşılaşılan durum nedeniyle İmam Ali (a.s) ne kendini, ne de oğulları Hasan ve Hüseyin'i feda edebilecek durumdaydı. Çünkü eğer kanaati doğrultusunda hilâfeti şer'î mecrasına döndürmek için kendini feda edecek olsaydı, ondan sonra ipin ucunu tutacak bir kimse kalmazdı.
Resûlullah'ın (s.a.a) iki torunu kendilerinden istenen görevi yerine getiremeyecek kadar küçüktüler. Bu nedenle, hayatının her döneminde, Kâbe'nin içinde dünyaya geldiği günden Kûfe mescidinde şehit olduğu güne kadar ilkeler uğruna canını bir kurban olarak ortaya süren Hz. Ali (a.s) bu sefer Hz. Peygamber (s.a.a) tarafından atandığı makamı feda etti ve Peygamber'in (s.a.a) kendisine vasiyet ederek emanet bıraktığı ve koruma görevini verdiği yüksek maslahatlar uğruna zahirî siyasî liderlikten feragat etti.
Ali (a.s), yolların ayrılış noktasındaydı; hepsi de zor ve hepsi de kendisine ağır geliyordu. Ya diğer Müslümanlar gibi Ebu Bekir'e biat edecekti. Daha doğrusu varlığını, kişisel menfaatlerini ve gelecekteki çıkarlarını korumayı esas alan bir davranış içinde olacaktı. O zaman iktidar sahiplerinin nezdinde yüksek bir makama ve saygıya nail olacaktı. Bu mümkün değildi. Çünkü bu, Ebu Bekir'e biat edilmesini, onun velâyetini, liderliğini onaylamak, kabul etmek anlamına gelirdi.
Bu ise, Peygamber'in (s.a.a) emirlerine aykırıydı ve hilâfetin, velâyetin ve imametin asıl çizgisinden ve gerçek anlamından ebediyen sapmasına neden olurdu. Bu takdirde Hz. Peygamber'in (s.a.a) ve İmam Ali'nin (a.s) İslâm'ın temellerinin kökleşmesi ve şer'î hilâfetin dayanaklarının sağlamlaştırılması için harcadıkları onca çaba ve emeğin, fedakârlıkların boşa gitmesi kaçınılmaz olurdu. Bunun ardından da İslâmî deneyimin bütünüyle asıl mecrasından çıkması gibi bir felâket ortaya çıkardı.