Özelleştirme furyasına kapılan birçok ülke, yanlış yaptığını yaşayarak anlamış ve geri adım atmıştır. Bazıları özelleştirdikleri kurumları tekrar devletleştirmişlerdir. Bunu yapanlar, özelleştirmenin ekonomi için yararlı ve faydalı olduğuna inananlardı. Bir de özelleştirmeyi ideolojik olarak tercih edenler vardır. Bunlar kâr-zarar demeden, daha doğrusu zararı hiçe sayarak özelleştirmeyi sürdürüyorlar. Maalesef, Türkiye de bu ülkelerden biridir. Yaramaz evlât gibi ata yadigârı ne varsa satıyor. Bu gidişatın ülkeyi batırdığını söylediğinizde, hükümet üyeler gayet pişkince çıkıp “hani batan bir yer gösterin?” diyorlar. İnsan merak ediyor, acaba hükümet üyeleri ve yandaşları batmaktan ne anlıyorlar? Ekonomik olarak bir ülkenin batması, o ülkenin yok olup ortadan kaybolması demek değildir. Borçların, sömürünün, işsizliğin dolayısıyla fakirliğin artması, ülkenin bağımlı hale gelmesi, ekonomi literatüründe batma olarak nitelendirilmektedir. Peki, bunlar olmuş mu? Olmuş, öyleyse ülke battı veya batıyor diyenlerin sözlerinde yanlış ve abartı yoktur.
Lâtin Amerika’da 1983-1988 yılları arasında çok hızlı özelleştirmeler yapıldı. Ülkemizdeki özelleştirmeciler, o ülkeleri hayranlıkla izliyor ve örnek gösteriyorlardı. Davison L. Budhoo, bu özelleştirmeleri kast ederek şöyle demiştir: “Lâtin Amerika’da alçakça ekonomik tımarhaneler oluşturduk.” Gerçekten de yapılan özelleştirmeler akılla, mantıkla izah edilemezdi. Meselâ, Bolivya’da su bile özelleştirilmişti. Özelleştirmeleri telkin eden ekonomik tetikçilerden biri, suyun özelleştirilmesinden sonra Bolivya’da gördüğü manzarayı şöyle anlatır: “Yağmurlu bir günde, uzun bir kuyruk gördüm. Kuyrukta bir anne, kucağında çocuğu sıra bekliyor. Ne kuyruğu olduğunu öğrenmek istedim. Meğer o kuyruk, su faturası ödeme kuyruğu imiş. Kuyruğu biraz seyrettim ve düşündüm. Su Bolivya’nın, şu şebekesini o kurmuş, dağıtımını özelleştirmiş, halk şimdi bize para ödemek için çile çekiyor. ‘Biz görevimiz gereği özelleştirmeyi tavsiye ediyor ve övüyoruz. Peki, nasıl oluyor da, özelleştirmeyi yapan ülkenin idarecileri, bu kadar büyük yanlışlığı, haksızlığı, aldatılmışlığı görmüyorlar?’ İster istemez, bu soruyu kendi kendime sordum.” Ekonomik tetikçi, sorusunun cevabını elbette gayet iyi biliyor. Bilmeyenlere, hâlâ daha anlamayanlara yazıklar olsun!
Tarihi tecrübesi ve birikimi olmayan ülkeler, ekonomik tetikçilerin özelleştirme palavralarına aldanabilir. O ülkeler, bir noktaya kadar mazur da sayılabilirler. Ama Türkiye öyle mi? Koca Osmanlı Devleti’ni aynı aldatmacalar yüzünden kaybetmedik mi? ‘Hâkimiyeti Milliye’ gazetesinin 20 Temmuz 1920 tarihli sayısında “En Büyük Düşman” başlıklı yazıda şunlar deniliyordu: “Memleketimize bakınız: Rejiler, Düyunu Umumiye, kapitülasyonlar, şimendiferler, limanlar, gemiler, bankalar, ticaret evleri, bütün müesseseler, Avrupa kapitalizminin bizi mahvetmek için senelerden beri kullandığı iblisane bir makinenin parçalarıdır… Bize bugün sınır itibariyle dünyanın en güzel, en hayale sığmaz barış şartlarını verseler, kapitalizm dolabı memlekette bugünkü şekilde kaldığı takdirde mahvımız muhakkaktır. Hatta değil böyle, bu şeytan makinesinin dörtte biri bile mevcut olsa, bizim için hayat imkânı yine tasavvur edilemez.”
Bu ekonomik anlayışla kurulan Türkiye Cumhuriyeti, ekonomik alanda devletleştirme ve millileştirme faaliyetlerini tavizsiz uyguladı. Özel müteşebbisler eliyle işletilen ekonomik kuruluşların, kamu mülkiyetine geçirilmesine ‘devletleştirme’ kamu mülkiyetine geçirilen ekonomik kuruluş yabancılara aitse, devletleştirme eylemine ‘millileştirme’ denilmiştir. İdarecilerimiz, devletleştirme ve millileştirme kavramlarını unuttular, ağızlarına almaz ve hatırlamaz oldular. Böyle bir ortamda Prof. Dr. Haydar Baş’ın, sadece ekonomik varlıklarımızın millileştirilmesini değil, ekonomi bilgilerimizin de millileştirilmesini sağlayan ‘Milli Ekonomi Modeli’ni kaleme alması takdire şayandır. Bu takdiri ideolojik tercih sahiplerinden ve işbirlikçilerden beklemiyoruz. Milletten bekliyoruz, milletten beklemek de en tabii hakkımız olsa gerektir.
Lâtin Amerika’da 1983-1988 yılları arasında çok hızlı özelleştirmeler yapıldı. Ülkemizdeki özelleştirmeciler, o ülkeleri hayranlıkla izliyor ve örnek gösteriyorlardı. Davison L. Budhoo, bu özelleştirmeleri kast ederek şöyle demiştir: “Lâtin Amerika’da alçakça ekonomik tımarhaneler oluşturduk.” Gerçekten de yapılan özelleştirmeler akılla, mantıkla izah edilemezdi. Meselâ, Bolivya’da su bile özelleştirilmişti. Özelleştirmeleri telkin eden ekonomik tetikçilerden biri, suyun özelleştirilmesinden sonra Bolivya’da gördüğü manzarayı şöyle anlatır: “Yağmurlu bir günde, uzun bir kuyruk gördüm. Kuyrukta bir anne, kucağında çocuğu sıra bekliyor. Ne kuyruğu olduğunu öğrenmek istedim. Meğer o kuyruk, su faturası ödeme kuyruğu imiş. Kuyruğu biraz seyrettim ve düşündüm. Su Bolivya’nın, şu şebekesini o kurmuş, dağıtımını özelleştirmiş, halk şimdi bize para ödemek için çile çekiyor. ‘Biz görevimiz gereği özelleştirmeyi tavsiye ediyor ve övüyoruz. Peki, nasıl oluyor da, özelleştirmeyi yapan ülkenin idarecileri, bu kadar büyük yanlışlığı, haksızlığı, aldatılmışlığı görmüyorlar?’ İster istemez, bu soruyu kendi kendime sordum.” Ekonomik tetikçi, sorusunun cevabını elbette gayet iyi biliyor. Bilmeyenlere, hâlâ daha anlamayanlara yazıklar olsun!
Tarihi tecrübesi ve birikimi olmayan ülkeler, ekonomik tetikçilerin özelleştirme palavralarına aldanabilir. O ülkeler, bir noktaya kadar mazur da sayılabilirler. Ama Türkiye öyle mi? Koca Osmanlı Devleti’ni aynı aldatmacalar yüzünden kaybetmedik mi? ‘Hâkimiyeti Milliye’ gazetesinin 20 Temmuz 1920 tarihli sayısında “En Büyük Düşman” başlıklı yazıda şunlar deniliyordu: “Memleketimize bakınız: Rejiler, Düyunu Umumiye, kapitülasyonlar, şimendiferler, limanlar, gemiler, bankalar, ticaret evleri, bütün müesseseler, Avrupa kapitalizminin bizi mahvetmek için senelerden beri kullandığı iblisane bir makinenin parçalarıdır… Bize bugün sınır itibariyle dünyanın en güzel, en hayale sığmaz barış şartlarını verseler, kapitalizm dolabı memlekette bugünkü şekilde kaldığı takdirde mahvımız muhakkaktır. Hatta değil böyle, bu şeytan makinesinin dörtte biri bile mevcut olsa, bizim için hayat imkânı yine tasavvur edilemez.”
Bu ekonomik anlayışla kurulan Türkiye Cumhuriyeti, ekonomik alanda devletleştirme ve millileştirme faaliyetlerini tavizsiz uyguladı. Özel müteşebbisler eliyle işletilen ekonomik kuruluşların, kamu mülkiyetine geçirilmesine ‘devletleştirme’ kamu mülkiyetine geçirilen ekonomik kuruluş yabancılara aitse, devletleştirme eylemine ‘millileştirme’ denilmiştir. İdarecilerimiz, devletleştirme ve millileştirme kavramlarını unuttular, ağızlarına almaz ve hatırlamaz oldular. Böyle bir ortamda Prof. Dr. Haydar Baş’ın, sadece ekonomik varlıklarımızın millileştirilmesini değil, ekonomi bilgilerimizin de millileştirilmesini sağlayan ‘Milli Ekonomi Modeli’ni kaleme alması takdire şayandır. Bu takdiri ideolojik tercih sahiplerinden ve işbirlikçilerden beklemiyoruz. Milletten bekliyoruz, milletten beklemek de en tabii hakkımız olsa gerektir.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
M. Hilmi Yıldırım / diğer yazıları
- İnsan hakları ve ihlâlleri / 01.02.2019
- Sömürü ve şahsiyetli insan / 21.01.2019
- Ekonomik kararlar ve insan davranışları / 09.01.2019
- Medeniyetlerin etkileşimi / 20.12.2018
- Ekonomide bitmeyen tartışma / 12.12.2018
- İletişim çağında iletişimsizlik / 22.11.2018
- Öngörülerdeki isabetsizlikler / 09.11.2018
- Küresel ekonomi ve ülke ekonomileri / 22.10.2018
- Adaletsiz ekonomi / 11.10.2018
- Ekonomide milli strateji / 18.09.2018
- Sömürü ve şahsiyetli insan / 21.01.2019
- Ekonomik kararlar ve insan davranışları / 09.01.2019
- Medeniyetlerin etkileşimi / 20.12.2018
- Ekonomide bitmeyen tartışma / 12.12.2018
- İletişim çağında iletişimsizlik / 22.11.2018
- Öngörülerdeki isabetsizlikler / 09.11.2018
- Küresel ekonomi ve ülke ekonomileri / 22.10.2018
- Adaletsiz ekonomi / 11.10.2018
- Ekonomide milli strateji / 18.09.2018