Sorunlarımızın en büyüklerinden biri, devlet millet dengesinin bozulmasıdır. Osmanlı Devleti, bu dengeyi çok sağlam bir şekilde kurmuş ve asırlarca korumuştur. Onu koruduğu sürece de zaferden zafere koşmuştur. Bu denge, Tanzimat’la bozuldu, Batı’yı taklit ettiğimiz oranda da, bozukluk büyüdü. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucuları, devlet millet dengesini yeniden tesis etmek için dini, milli ve siyasi alanlarda, ilmi ve fikri çalışmalar yaptılar, başarılı da oldular. Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini devlet millet dengesi üzerine attılar.
Söz konusu dengenin kurulabilmesi için önce milletin, sonra da devletin tanımını, birbiriyle uyumlu olacak biçimde yapmak gerekiyordu. Nitekim de öyle yapıldı. Lozan’da ‘millet’ tanımında din esas alındı. Atatürk bu esası, Meclis’te yaptığı bir konuşmada, milletvekillerinin huzurunda, şu sözlerle tekrar etti: “Meclisi âlinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkez değildir, yalnız Kürt değildir, yalnız Lâz değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasârı İslâmiyedir, samimi mecmudur. (İslâm unsurlarından oluşmuş bir bütündür) İşte hududu millimiz budur dedik.”
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucuları gerçekten çok doğru bir yol seçtiler. Şunun şuurunda idiler: Evet, yeni bir devlet kurduk, yeni kanunlar getirdik, ama millet Osmanlı Devleti’nin milletidir, yeni bir millet inşa edemeyiz. O zaman yapacağımız iş, Osmanlı Devleti gibi davranmaktır. Bazı tarihçiler daha da ileri giderek, Osmanlı Devleti’nin yıkıldığını kabul etmiyor ve şöyle diyorlar: “Ne Selçuklu, ne de Osmanlı yıkıldı, bu devletlerin adları değişti, biz buna yıkıldı dedik. Aslında devlet ve millet yapımızda hiçbir fasıla olmamıştır”. Bu görüşte olanlardan biri de Yılmaz Öztuna’dır. O da şöyle diyor: “Cumhuriyet, Osmanlı’nın karşıtı değil, devamıdır”.
Bu anlayış üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin temelleriyle daha sonraki yıllarda oynandı. Diğer bir deyişle, devlet millet dengesi tekrar bozuldu. Bozulmasının birinci nedeni, Atatürkçülük adına yine Batı’yı taklittir. Hâlbuki Atatürk, hiçbir zaman Batılılaşmadan söz etmedi. Batılılarla savaşarak, koruduğu bağımsızlığı, niçin kendi eliyle Batı’ya teslim etmek gibi bir yola girsin? Öyle bir fikre sahip olsaydı, İstiklâl Mücadelesi’nde yer almazdı. Batı dünyasının beklentisi, Türkiye Cumhuriyeti’nin Batılılaşması olduğu için, Amerikan Associadet Press muhabiri Miss Ring, bunu Atatürk’e şu sözlerle sordu: “Türkiye ne zaman Batılılaşacak ve Amerikanlaşacaktır?”. Atatürk’ün cevabı şöyle oldu: “Türkiye bir maymun değildir. Hiçbir milleti taklit etmeyecektir. Türkiye, ne Batılılaşacak, ne de Amerikanlaşacaktır. Türkiye, yalnızca özleşecektir”(Bkz. Metin Aydoğan, Avrupa Birliği’nin Neresindeyiz? S.75).
Maalesef, bu anlayış değiştirildi, yıkıldı. Onun yerine, Batı’nın hem millet, hem de devlet anlayışı benimsendi. Bu, akıllara ziyan, çarpık ve çelişkili bir durum ortaya çıkardı. Öyle ki, devletinin tanımına uymayan milletimiz tehdit, hatta düşman olarak algılandı. Yıllarca, her Milli Güvenlik Kurulu kararında, ‘irtica’ ve ‘bölücülük’ tehlikesine vurgu yapıldı. Uygulamalardan anlaşılıyordu ki, irtica ile mütedeyyin insanlarımız, bölücülükle, genelde anadili Türkçe olmayan halklarımız, özelde de Kürtler kastediliyordu. Tabii olarak, bu uygulamalar, milletimizi huzursuz ve tedirgin etti. Sıkıntıdan sıkıntıya, ıstıraptan ıstıraba soktu. Daha doğrusu, birçok sorunumuzun kaynağı, bu devlet millet dengesizliği oldu.
Devlet millet dengesinin nasıl kurulacağı ise gayet açıktır. Çok eskiye gitmeye gerek yok. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk kuruluşundaki devlet ve millet tanımını yineden hayata geçirmek ve Atatürk’ün dediği gibi Batılılaşmayı elimizin tersiyle itmek, özleşmek, yani öze dönmek yeterlidir. Yeni anayasa, bunun için büyük bir fırsattır. Eğer, yeni anayasayla, bu temel sorunu çözemezsek, yeni anayasa, yeni sorunlar getirecek, o da diğerleri gibi yazıldığı an, eskiyecek ve tartışılacaktır.
Söz konusu dengenin kurulabilmesi için önce milletin, sonra da devletin tanımını, birbiriyle uyumlu olacak biçimde yapmak gerekiyordu. Nitekim de öyle yapıldı. Lozan’da ‘millet’ tanımında din esas alındı. Atatürk bu esası, Meclis’te yaptığı bir konuşmada, milletvekillerinin huzurunda, şu sözlerle tekrar etti: “Meclisi âlinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkez değildir, yalnız Kürt değildir, yalnız Lâz değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasârı İslâmiyedir, samimi mecmudur. (İslâm unsurlarından oluşmuş bir bütündür) İşte hududu millimiz budur dedik.”
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucuları gerçekten çok doğru bir yol seçtiler. Şunun şuurunda idiler: Evet, yeni bir devlet kurduk, yeni kanunlar getirdik, ama millet Osmanlı Devleti’nin milletidir, yeni bir millet inşa edemeyiz. O zaman yapacağımız iş, Osmanlı Devleti gibi davranmaktır. Bazı tarihçiler daha da ileri giderek, Osmanlı Devleti’nin yıkıldığını kabul etmiyor ve şöyle diyorlar: “Ne Selçuklu, ne de Osmanlı yıkıldı, bu devletlerin adları değişti, biz buna yıkıldı dedik. Aslında devlet ve millet yapımızda hiçbir fasıla olmamıştır”. Bu görüşte olanlardan biri de Yılmaz Öztuna’dır. O da şöyle diyor: “Cumhuriyet, Osmanlı’nın karşıtı değil, devamıdır”.
Bu anlayış üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin temelleriyle daha sonraki yıllarda oynandı. Diğer bir deyişle, devlet millet dengesi tekrar bozuldu. Bozulmasının birinci nedeni, Atatürkçülük adına yine Batı’yı taklittir. Hâlbuki Atatürk, hiçbir zaman Batılılaşmadan söz etmedi. Batılılarla savaşarak, koruduğu bağımsızlığı, niçin kendi eliyle Batı’ya teslim etmek gibi bir yola girsin? Öyle bir fikre sahip olsaydı, İstiklâl Mücadelesi’nde yer almazdı. Batı dünyasının beklentisi, Türkiye Cumhuriyeti’nin Batılılaşması olduğu için, Amerikan Associadet Press muhabiri Miss Ring, bunu Atatürk’e şu sözlerle sordu: “Türkiye ne zaman Batılılaşacak ve Amerikanlaşacaktır?”. Atatürk’ün cevabı şöyle oldu: “Türkiye bir maymun değildir. Hiçbir milleti taklit etmeyecektir. Türkiye, ne Batılılaşacak, ne de Amerikanlaşacaktır. Türkiye, yalnızca özleşecektir”(Bkz. Metin Aydoğan, Avrupa Birliği’nin Neresindeyiz? S.75).
Maalesef, bu anlayış değiştirildi, yıkıldı. Onun yerine, Batı’nın hem millet, hem de devlet anlayışı benimsendi. Bu, akıllara ziyan, çarpık ve çelişkili bir durum ortaya çıkardı. Öyle ki, devletinin tanımına uymayan milletimiz tehdit, hatta düşman olarak algılandı. Yıllarca, her Milli Güvenlik Kurulu kararında, ‘irtica’ ve ‘bölücülük’ tehlikesine vurgu yapıldı. Uygulamalardan anlaşılıyordu ki, irtica ile mütedeyyin insanlarımız, bölücülükle, genelde anadili Türkçe olmayan halklarımız, özelde de Kürtler kastediliyordu. Tabii olarak, bu uygulamalar, milletimizi huzursuz ve tedirgin etti. Sıkıntıdan sıkıntıya, ıstıraptan ıstıraba soktu. Daha doğrusu, birçok sorunumuzun kaynağı, bu devlet millet dengesizliği oldu.
Devlet millet dengesinin nasıl kurulacağı ise gayet açıktır. Çok eskiye gitmeye gerek yok. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk kuruluşundaki devlet ve millet tanımını yineden hayata geçirmek ve Atatürk’ün dediği gibi Batılılaşmayı elimizin tersiyle itmek, özleşmek, yani öze dönmek yeterlidir. Yeni anayasa, bunun için büyük bir fırsattır. Eğer, yeni anayasayla, bu temel sorunu çözemezsek, yeni anayasa, yeni sorunlar getirecek, o da diğerleri gibi yazıldığı an, eskiyecek ve tartışılacaktır.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
M. Hilmi Yıldırım / diğer yazıları
- İnsan hakları ve ihlâlleri / 01.02.2019
- Sömürü ve şahsiyetli insan / 21.01.2019
- Ekonomik kararlar ve insan davranışları / 09.01.2019
- Medeniyetlerin etkileşimi / 20.12.2018
- Ekonomide bitmeyen tartışma / 12.12.2018
- İletişim çağında iletişimsizlik / 22.11.2018
- Öngörülerdeki isabetsizlikler / 09.11.2018
- Küresel ekonomi ve ülke ekonomileri / 22.10.2018
- Adaletsiz ekonomi / 11.10.2018
- Ekonomide milli strateji / 18.09.2018
- Sömürü ve şahsiyetli insan / 21.01.2019
- Ekonomik kararlar ve insan davranışları / 09.01.2019
- Medeniyetlerin etkileşimi / 20.12.2018
- Ekonomide bitmeyen tartışma / 12.12.2018
- İletişim çağında iletişimsizlik / 22.11.2018
- Öngörülerdeki isabetsizlikler / 09.11.2018
- Küresel ekonomi ve ülke ekonomileri / 22.10.2018
- Adaletsiz ekonomi / 11.10.2018
- Ekonomide milli strateji / 18.09.2018