p) İLÂHİ : Dinî-tasavvufî muhteva taşıyan bestelenmiş şiirlerin genel adı. Dinî-tasavvufî musıkîde sözlü eser formu. İlahi kelimesi Arapça kökenli bir kelimedir ve "Ey Allah'ım!" anlamına gelmektedir.
Türk edebiyatında nazım türleri belirginleşmeden önce dinî muhteva taşıyan her türlü şiire ilâhi denirken daha sonra tasavvufî temaları işleyen ve Türk din mûsikisinin makam ve usûlleriyle bestelenerek dinî toplantılarda okunan şiirlere ilâhi adı verilmiştir. Bu şiir türü ve dinî mûsiki formu hakkındaki bilgiler oldukça dağınık ve karışıktır. Dolaylı da olsa konuyla ilgili ilk ciddi araştırmaları yapan M. Fuad Köprülü ve Reşit Rahmeti Arat en eski Türk şiiri örneklerinin ilâhiler olduğunu söylemişlerse de hakkında fazla bilgi vermemişlerdir. Bir edebiyat terimi olarak ilâhiyi "mutasavvıf şairler tarafından yazılan, dinî ve ilâhî fikirleri ihtiva eden şiirler" diye tanımlayan Tâhirülmevlevî tevhid, münâcât, na't ve istigāseyi de bu tür şiirler grubu içinde ele almıştır.
Arapça'da ise ilâhi "en-neşîdetü'd-dîniyye, el-egāni'd-dîniyye, el-mevâlîd" gibi adlarla anılır (Mecdî Vehbe – Kâmil Mühendis, s. 56).
Özellikle şiirde tür ve şekillerin müstakil isim ve vasıflar kazanmasından önce ilâhi kelimesiyle hemen her türlü dinî şiir kastedilmiş; tevhid, na't, münâcât, devriyye gibi türlerle kaside, gazel, tuyuğ, rubâî, kıta vb. nazım şekilleri Türk klâsik edebiyatının aslî unsurları haline gelince kelimenin anlamı daralıp, besteli dinî şiir formu olarak daha özel bir tür halinde mûsikiyle özdeşleşmiştir. Dinî muhtevalı manzum ve yarı manzum sözler mûsikinin etkileyici gücü ve bunları icra eden kişilerin müzisyen hüviyetleriyle dinî merasimlerde daha tesirli olmuş, böylece ilâhi kavramı mûsikiden ayrı düşünülmemiştir.
Eskiçağ'lardaki pek çok milletin geleneğinde olduğu gibi Türkler'de de şairler sihirbazlık, rakkaslık, mûsikişinaslık, hekimlik, din adamlığı vb. vasıfları şahsiyetlerinde toplamış, halkın büyük değer verdiği kişilerdi. Şaman, kam, baksı veya ozan adlarını taşıyan bu kişiler, çok eski devirlerden beri Oğuz boylarının şölenlerinde, av törenlerinde ve matem âyinleri olan yuğlarda çok defa kendi yazdıkları manzum - yarı manzum sözleri mûsiki eşliğinde okuyarak ilâhilerin ilk örneklerini ortaya koymuşlardır (Köprülü, Edebiyat Araştırmaları I, s. 72-102). İslâm öncesi eski Türk şiirine dair elde bulunan örneklerden üç Mani ve yedi Burkan manzumesinin ilâhi şeklinde olması (a.g.e., s. 213-242) Türkler arasında bu türün köklerinin çok eskilere kadar uzandığını gösterir.
İlâhi kelimesinin İslâmî Türk edebiyatında bir türün adı olarak ne zamandan beri kullanıldığı bilinmemektedir. Türkler'in müslüman olmasından sonra telif edilmiş elde mevcut ilk eserler olan Kutadgu Bilig, Dîvânü lugāti't-Türk ve Atebetü'l-hakāyık'ta ilâhi kelimesi geçmez. Ahmed Yesevî'nin Dîvân-ı Hikmet'inde de kelime bu mânasıyla yer almaz. Yesevî tarzında şiir yazan Hakîm Ata, Süleyman Ata gibi şairler tarafından ilâhi içerikli manzumelerin "hikmet" adıyla kaleme alınmış olması, kelimenin izlerini daha sonraki devirlerde Anadolu'da aramak lâzım geldiğini gösterir. Yûnus Emre de şiirlerinde ilâhi kelimesini bir edebî tür anlamında kullanmadığı gibi divanının en eski yazmalarında şiirlerin başlığı olarak bu kelimeye rastlanmaz (meselâ bk. Süleymaniye Ktp., Fâtih, nr. 3889). Ancak Yûnus'un bir lakabının "gûyende" olduğuna veya Yûnus-ı Gûyende adında bir başka Yûnus'un mevcut bulunduğuna dair menkıbevî mâlûmat, bu sıfatın ona şairliğinden veya şiirlerini mûsikiyle yani ilâhi tarzında söylemesinden dolayı verilmiş olması ihtimalini düşündürmektedir.
Öte yandan Fuad Köprülü, mutasavvıf şairlerin XIII. yüzyıldan başlayarak kendilerini diğer şairlerden ayırmak ve ilham kaynaklarının kutsî ve ilâhî mahiyetini göstermek için "âşık" unvanını kullandıklarını, özellikle tekke şairlerinin kendi manzumelerine şiir demeyerek "ilâhi, nutuk, nefes" adını verdiklerini kaydeder (Edebiyat Araştırmaları I, s. 186).
Anadolu'da önemli bir teşkilâtlanmaya sahip zümreler arasında Babaîler ile onları takiben ortaya çıkan Râfizî grupların ve ahîlerin toplantılarında teganni ve raks ederken okudukları şiirlerden bazılarının ilâhi adıyla anılabilecek dinî manzumeler olması mümkündür. XIII. yüzyılın sonu ile XIV. yüzyılın başlarında Anadolu'da yaygın olduğu bilinen Rifâiyye tarikatının zikir meclislerinde okunan manzumelerin ilâhi olduğunu tahmin etmek güç değilse de bunlara ilâhi denildiğini tesbit mümkün olmamaktadır. Yine aynı dönemlerde Anadolu'da Türkçe dinî şiirler söyleyen ilk mutasavvıf şairlerden kabul edilen Şeyyad Hamza'nın lakabı olan "şeyyad" kelimesinin, yüksek sesle manzumeler okuyup dinleyenleri coşturan kimselere verilen bir lakap olduğu anlaşılmıştır (İA, XI, 493-497).
Türkçe'de ilâhi kelimesinin bir edebiyat ve mûsiki terimi olarak kullanıldığı metinler XVII. yüzyıldan geriye gitmemektedir. Daha önceki devirlerde Anadolu'da ilâhi yerine "savt" ve "savt okumak" tabirinin kullanılmış olması kuvvetle muhtemeldir. Nitekim Hacı Bayrâm-ı Velî'nin annesinin çamaşır yıkarken savt okuduğuna dair meşhur rivayet bunu teyit eder (Ergun, I, 15). Bugünkü tesbitlere göre ilâhi kelimesi, "bestelenmiş dinî-tasavvufî şiir" anlamıyla ilk olarak Evliya Çelebi'nin eserinde geçmektedir: "Bu taifeler hoş âvaz ile sefere müteallik ilâhi okurlar. Bazıları da 'Allahümme yâ hâdî âsân eyle yolumuz' ilâhisini kıraat ederek Alay Köşkü dibinden ubûr ederler" (Seyahatnâme, I, 525). XVIII. yüzyıl şairlerinden Sünbülzâde Vehbî Lutfiyye'sinde dilencilerden bahsederken kelimeyi, "İşiten Yûnus ilâhisi sanır / Bu edâsın gören âdem usanır" beytinde zikretmektedir. Bu örnekler, kelimenin XVII. yüzyıl ortalarından başlayarak bu mânada kullanıldığını göstermektedir. Bu yüzyılın ikinci yarısından itibaren tertiplenmiş mûsiki mecmualarında da (Ergun, I, 6) artık kelimenin yaygın biçimde yer aldığı görülmektedir.
İlâhiyi halk edebiyatına bağlı bir nazım şekli olarak inceleyenler olduğu gibi tekke veya tasavvuf şiirine ait bir nazım biçimi kabul edenler de vardır. İlâhilerde 7, 8, 11, 14 ve 16'lı kalıpların kullanıldığı ve genellikle 7 (4 + 3), 8 (4 + 4) hecelilerin dörtlük; 11 (6 + 5, 4 + 4 + 3), 14 (7 + 7) ve 16 (8 + 8) hecelilerin de beyitler halinde yazıldığı görülmektedir. Dörtlüklerin kāfiyelenişi koşma, beyit birimiyle yazılanların kāfiyelenişi ise gazel tarzındadır. Hece vezniyle yahut halk ve âşık edebiyatı nazım şekillerinde ilâhilerin kaleme alınması, Alevî ve Bektaşî şairlerince son zamanlara kadar sürdürülmüştür.
XV. yüzyıldan itibaren ilâhi içerikli şiirlerin aruz vezniyle de yazıldığı ve bunun ileriki asırlarda gittikçe rağbet bulduğu anlaşılmaktadır. Bunda, bestekârların manzumeleri ekseriyetle divan şiirinden seçmelerinin tesiri olduğu gibi ilerleyen asırlarda mutasavvıf şairlerin daha çok aruzu kullanmaya ve klâsik şiirin nazım türleriyle eser vermeye başlamasının da etkisi vardır. Sözleri bestekârlarına ait eserlerde ise bestekârların klâsik şiir kültürünü almış olduğu hemen hissedilmektedir. Bu arada özellikle musammat gazelin musammat koşma ile benzerlikler taşıması da bu geçişi sağlayan bir özellik olarak görülür. Bunu, türün en güzel örneklerini ortaya koyan Yûnus Emre'nin bazı şiirlerinde görmek mümkündür. Divan şiirinde en çok gazellerin ilâhi olarak bestelendiği bilinmektedir. Fakat az da olsa musammat çeşitlerinden murabba ve muhammes ile kıta, tuyuğ, rubâî gibi nazım şekilleriyle yazılmış ilâhi içerikli manzumeler de mevcuttur.
İlâhilerin çoğu yalın anlatımı olan basit şiirlerdir. Büyük pîrlerden ekserisinin şair olmadığı halde ilâhi türü şiirler söylemiş olması, bu manzumelerin birer sanat şiirinden çok duyuş şiiri olmasına yol açmış ve onlara didaktik özellikler kazandırmıştır. Zaman içerisinde ilâhi konularında farklılıklar görülmeye ve daha geniş bir tasavvuf düşüncesi yer almaya başlamıştır.
Dinî mûsiki terimi olarak ilâhi, din dışı Türk mûsikisindeki şarkı formu gibi gazel, koşma, rubâî, murabba, muhammes, müseddes vb. nazım şekilleriyle yazılmış güftelerin yine şarkı şemasına az çok benzer formdaki bestelerinin adıdır. Ancak ilâhilerde güftenin konusu kadar bestenin makam ve usulünde de dinî-tasavvufî duyguyu yansıtanlar tercih edilmiştir. Kural olarak hemen her makamda ilâhi bestelenebilirse de fazla tiz seslerde dolaşmayan ağır makamların çoğunlukta olduğu dikkati çeker. Güfte mecmuaları ve bazı repertuarlar incelendiğinde ilâhilerin daha çok acem, acem-aşiran, bayatî, bestenigâr, dügâh, eviç, hicaz, hüseynî, hüzzam, ırak, mâhur, nevâ, rast, sabâ, segâh, uşşak, tâhir makamlarında bestelendiği görülür. İlâhi bestelerinde küçük usûllerin yanında büyük usûller de kullanılmıştır. En çok kullanılan usûller sofyan, düyek, evfer, devr-i hindî, muhammes, çenber, evsat, devr-i kebîr, berefşan ve hafîftir.
İlâhiler, genellikle okundukları yere göre câmî ve tekke ilâhileri diye ikiye ayrılmakla beraber bunların dışında değişik zaman ve mekânlarda okundukları da bilinmektedir. Meselâ güftesi Yûnus Emre'ye ait olan, "Ey enbiyâlar serveri / Ey evliyâlar rehberi / Ey ins ü can peygamberi / Ehlen ve sehlen merhabâ" mısralarıyla başlayan Zekâi Dede'nin uşşak ilâhisi, üç aylara mahsus olmakla birlikte mevlid ayında dergâhlarda yapılan kıyam ve devran zikirlerinde, güfte ve bestesi itibariyle tevşîh formunda bulunduğundan tevşîhli mevlidlerin başlangıcında mi'rac bahrinden sonra, özellikle de merhaba bahrine girmeden önce okunurdu. Bu ilâhi ayrıca ramazan ayında, "Yâ merhabâ dost merhabâ / Mâh-ı mübârek merhabâ" veya, "Yâ elvedâ dost elvedâ / Şehr-i ramazan elvedâ" nakaratı ilâvesiyle teravih namazının ilk dört rek'atından sonra veya namazlardan sonra minareden verilen temcîdlerde de okunurdu. Birden fazla kişi tarafından okunduğu için cumhur ilâhisi diye adlandırılan eserler ise tekke ve camilerde okunmaktaydı.
Meydan ilâhileri de denilen tekke ilâhileri zikrin çeşitli yerlerinde okunuşuna göre ayrı isimlerle anılmıştır. Zikrin ayakta devamı esnasında okunanlara kıyam ilâhileri, oturarak zikredildiğinde okunanlara kuûd ilâhileri, dönerek yapılan zikir esnasında okunanlara devran ilâhileri denmiştir. Ayrıca zikrin usûlünü belirlemeye yarayan ilâhilere de usûl veya zikir ilâhileri adı verilmiştir. Yûnus Emre'nin, "Aşkın ile âşıklar yansın yâ Resûlellah" mısraıyla başlayan ilâhisi Halvetîler'ce pek meşhur olan usûl ilâhilerindendir. Halife olmaya hak kazanan dervişin başına tarikat tacı tekbir ve dualarla giydirilirken Yûnus Emre'nin, "Dervişlik baştadır tacda değildir" mısraıyla başlayan sabâ, segâh ve nikrîz makamlarında bestelenmiş ilâhisi zâkirler tarafından okunurdu. Bu törenlerde okunan eserlere hilâfet cemiyeti ilâhileri denilirdi.
- Türk musikisi eser formları - 22 / 20.11.2021
- Türk musikisi eser formları - 21 / 07.11.2021
- Türk musikisi eser formları - 20 / 06.11.2021
- Türk musikisi eser formları - 19 / 31.10.2021
- Türk musikisi eser formları - 18 / 30.10.2021
- Türk musikisi eser formları - 17 / 12.09.2021
- Türk musikisi eser formları - 16 / 05.09.2021
- Türk musikisi eser formları - 15 / 29.08.2021
- Türk musikisi eser formları - 14 / 28.08.2021