AKP İktidarı, ayağını sağlam bastıkça rövanşist bir mantıkla hareket etmeye, geçmişle hesaplaşmaya başladı. Önce FETÖ ve ABD ile işbirliği yapıp geçmiş dönemlerin ana aktörü ve devletin kurucu unsuru olan askerin tabiri caiz ise apoletlerini söktü. Yapacaklarına itiraz edebilecek kişileri, aydınları kumpaslar ile hapislere tıktı. Diğer yandan 2010 referandumu ile yargının elini kolunu bağladı. Bu sürecin ardından AKP iktidarının yapacaklarına dur diyebilecek bir güç kalmadı. Siyasal İktidar, artık dilediği gibi devleti dönüştürmeye, rengini değiştirmeye, tüm kurum ve kuruluşların içini boşaltmaya başlamıştı. Boşaltılan kadrolara yapılan atamalar ve görevlendirmelerde, liyakat değil inançlı gözükmek, AKP'li olmak en önemli kriter oldu. 15 Temmuz darbe girişimi (bahsi diğer) sonrası ilan edilen OHAL ve ardından OHAL kaldırılsa da hukukun askıda olduğu bir döneme girildi. Hukukun kendi düzeni içinde işlemediği, tek adam rejimi ile devletin tüm kurum ve kuruluşlarının silikleştiği bu süreçte birileri dilediği gibi ülkeyi yönetmeye başladı. Hukukun askıda olduğu bu süreçte; yolsuzluk, hırsızlık, liyakatsizlik her yerden akarken onları etkin şekilde soruşturacak, ya da topluma duyuracak araçlar baskı ve kontrol altına alındığı için toplumda karşılık oluşmuyordu. Ayrıca AKP iktidarı kendi kuruluş ve iktidar oluş zeminini hiç unutmuyor, özellikle inançlı insanların acıları, mağduriyetleri, öfkelerini hep taze tutuyordu. Adeta "İntikamınızı alıyorum. Seküler kesime 2. sınıf muamelesi yapıyorum. İnançlı kadroları devletin her yerine yerleştiriyorum. Ülkeyi siz yönetiyorsunuz. Biz milletin kendisiyiz" diyor, davranışları ve sözleri ile bu mesajı çok net veriyorlardı.
Tüm bu süreç yaşanırken, türlü mağduriyetler yaşamış Anadolu insanı, kendisini AKP yöneticileri ile özdeşleştirmiş, onlar yönetince kendisi yönetiyor, onlar zenginleştikçe kendisi zenginleşiyor, onlar bir makama yerleştikçe kendisi yerleşiyor duygusunu yaşamaktaydı. Bu süreçte yaşanan onca olumsuzluğu ise "kişi kendi hatasını görmez" misali AKP'nin hiçbir hatasını görmüyor, bağlılığını devam ettiriyor, AKP seçim üstüne seçim kazanıyordu.
Rövanşist mantık, kavga dili, ötekini düşman gören anlayış toplumu çok gerdi ve bu gerginlik, yorgunluk ve bitkinlik oluşturmaya başladı. Diğer yandan yolsuzluk ve usulsüzlükler o kadar arttı ki; artık AKP'nin kapısından giren her bir birey bunlara bizzat şahit olmaya başladı. Bu süreçte özellikle canı yananlar; canı yanan kendisi, can yakan ise AKP olduğunu gördükçe AKP demek kendisi demek olmadığını görmeye, gördükçe de yanlışlarını anlamaya başladı. Yine başörtülülerin de yolsuzluk, hırsızlık yapabildiğini, dindar görünen insanların da rüşvet yediğini, haksızlık yaptığını gördü. Ve çözülmeler başladı. Başörtülü ablalar "artık besmele çekene bile oy vermeyeceğim" diyerek bunlardan kaçmaya başladı. Aslında çözülme çok daha hızlı olabilecek iken muhalefetin yetersizliği, tarzı ve tutumu, güven oluşturamaması, çözülmeyi ciddi şekilde yavaşlattı.
Gelinen aşamada halkın iki tarafı da dersini aldı. Dindar Anadolu insanı, devlet yönetiminde asıl olanın liyakat olduğunu, dindar görünen insanları kadrolara getirmek ile meselelerin çözülmediğini anlamaya başladı. Yolsuzluklara şahit olduğu halde hesap soracak ya da konuşacak demokratik hukuk zeminine sahip olmadığını fark etti ve hukukun, demokrasinin ne kadar kıymetli bir şey olduğunu yaşayarak öğrenmeye başladı. Mustafa Kemal Atatürk'ün ne kadar büyük bir insan olduğunu, kurduğu devletin ne kadar büyük bir hediye olduğunu anladı. Seküler kesim ise meselenin inanç olmadığını, yaşam tarzı olmadığını, bir insanın hem inançlı hem de cumhuriyet değerlerine bağlı olabileceğini görmeye, Atatürk'ün samimi dindara bakışının önemini anlamaya başladı. Seküler kesimdeki dönüşüm ve çözülme çok yavaş. Çünkü durduğu yerden karşı tarafa baktığında gördüğü inançlı insan profili; AKP iktidarı, tarikat ve cemaatler. Yani her iki tarafta dönüşümü ve yakınlaşmayı yavaşlatan karşı tarafın verdiği görüntü.
Yeri gelmişken ifade edelim ve hakkını teslim edelim; toplumdaki bu dönüşümünün en büyük mimarı, merhum Haydar Baş Hoca'dır. Çünkü hayatının tamamında dindarlar ile dincilerin aynı şey olmadığını, bir insanın sonuna kadar dindar ve sonuna kadar cumhuriyetçi, Atatürkçü olabileceğini başta rol model olarak yaşadı. Etrafındaki insanlara yaşattı. Ve bunu her platformda anlattı. Mustafa Kemal Atatürk'e dinsiz diyenlerin argümanlarını çürüttü. Dindar Atatürk'ü yazdı, il il, ilçe ilçe dolaşarak anlattı. "Atatürk vatandır, Atatürk bayraktır, Atatürk birleştirici harçtır" dedi. Bunları dediği için dindar mahalleden linç yedi. Dışlandı. Dinden çıkmış ilan edildi. Diğer tarafta ise dindar olduğu için seküler kesimden baskı gördü. Örneğin 28 Şubat'ta, işletmeleri ve kurumları kapatıldı. Öncülük ettiği vakıflar kapatıldı. Yargılandı. Ama o yılmadan usanmadan yoluna devam etti. Ne dindarlığından taviz verdi ne de Atatürkçülüğünden. Cumhuriyet kazanımlarını anlatmaya devam etti.
Haydar Hoca'nın yakın çevresi çok iyi bilir; ömrünün sonlarına doğru en çok kullandığı söz "bizim dönemimiz başladı" sözü idi. Haydar Hoca misyonunun dönemi; yani cumhuriyet değerleri ile dindarlığın çatışmadığı, buluştuğu dönem. Yani, kimsenin ötekinin hayat tarzına karışmadığı, seküler kesim ile dindar kesimin kardeşçe yaşadığı, ayrıca dindar kesim içinde de mezhep ayrılıklarının tefrika sebebi olmadığı Ehl-i Beyt ortak paydasında buluşup kardeş olduğu bir Türkiye'yi inşa edecek dönem. BTP programında bu husus, "Toplumsal Barış Projesi" olarak yerini almıştır.
Şimdi Türkiye'de birileri, benzer bir projeyi hayata geçirmek istiyor olacak ki; gerilim ve çatışma üzerine kurulu AKP siyasetinin karşısına yukarıda anlattığım farklı siyasi eğilimleri bir araya getirmektedir. Seküler kesim ile dindar kesim buluştu, sağcılar ile solcular aynı masada, ülkeyi beraber yönetecekler havasını toplumda estirmeye çalışmaktadır. Toplumun her kesimine bu masada yer verirsek toplumda barış olur, kardeşlik olur diye düşünüyorlar. Amaç güzel, proje güzel, yöntem de güzel ama uygulama berbat. Tıpkı yasalarımız ve uygulanması gibi. Örneğin, depreme dayanıklı binalar inşa etmek için mevzuat tamam. Ama o mevzuat sahada uygulanırken bambaşka bir şey ortaya çıkıyor. Sonra da binalar üstümüze çöküyor. Neden böyle? Çünkü, onun gerekli olduğunu özümsememiş, işin ehemmiyetini kavramamış ve yetmemiş gibi nasıl uygulayacağını da bilmeyen liyakatsiz insanlar ile mevzuat uygulanmaya çalışılıyor da ondan. Toplumsal olaylarda ise, o konuda liyakatli, doğru uygulayıcıların varlığı, olmazsa olmazdır. Aksi halde projeler, kağıt üstünde kalmaya mahkûmdur.
Bu kafa ile gidilirse netice almak mümkün olmaz. Çünkü;
1. Bu güne kadar kavganın tarafı olmuş, kavga ve çatışma döneminde aktif rol almış aktörleri barışın ve birliğin sembolü haline getiremezsiniz. Bu insanlar, konumları itibariyle kurumları ve kitleleri bir araya getirebilir ama projeyi yeni aktörler uygulayabilir. Barışın ve birliğin sembolü olacak yeni aktörlere ihtiyaç var.
2. Ruhunda çatışma olan, ömrü boyunca çatışmış ve de yaşını başını almış insanların fikirlerini de karakterlerini de değiştiremezsiniz. Zorlasalar da, saklasalar da en basit bir gerginlikte karakter ortaya çıkacak ve kavga başlayacaktır. Yani ruhunda ve fikir köklerinde çatışma olan kişiler ile barış ve birlik oluşturamazsınız. Karşısındakini öteki görmeyen, ruhunda bu çatışmayı yaşamayan kişiler sürece dahil edilmezse proje akamete uğrar.
3. Ömrünü toplumsal Barış projesine adamış Haydar Hoca'yı, onun bu projesini özümsemiş BTP kadrolarını, bu gün itibariyle projenin sahibi olan BTP'yi dışlayarak toplumsal barış projesini uygulayamazsınız.
- Toplumsal barış projesi üzerine bir analiz – 2 / 10.03.2023
- Toplumsal Barış Projesi üzerine bir analiz - 1 / 09.03.2023
- Doğuştan imtiyazlı muhalefet / 14.01.2023
- AKP gömleğini çıkarmamış muhalefet / 13.01.2023
- Paraya hükmetme çağı / 26.07.2022
- Ekonomik kurtuluş savaşı -5- / 10.01.2022
- Ekonomik kurtuluş savaşı -3- / 08.01.2022
- Ekonomik kurtuluş savaşı / 06.01.2022
- Ekonomide ağır faturalar ödemeye hazır mısınız? / 18.11.2021