“Bir ulusun parasını kontrol etmeme izin verirseniz, kanunlarını kimin yaptığıyla ilgilenmem.”
-Mayer Rothschid-
Amerikan vatanseverlerine göre ABD, 1913’te ekonomik özgürlüğünü yitirmiş bir ülkedir. Devletin kurduğu Merkez Bankası 1913’te ortadan kaldırılarak, yerini çokuluslu özel bankerlerce kurulmuş Federal Rezerve Bank’a (FED) bırakmış, dolar basma yetkisi de bu özel bankaya verilmiştir. Böylece Amerika, ekonomik bağımsızlığını yitirerek FED’in yarı-sömürgesi bir ülke durumuna düşmüştür. Ucu ünlü Rockefeller’lere, J. P. Morgan’lara, Rothschid’lere, Warburg’lara v.s. uzanan 11 özel banka birleşerek FED’i meydana getirmiştir. (Özakıncı, Cengiz; Euro-Dolar Savaşı; Otopsi yay.; 2005, s. 86-87).
Amerika’yı yöneten zümrenin bu bir avuç kişi olduğunu Başkan Roosevelt “Amerikan Devleti’nin gerçek sahibi, (Federal Reserve’i oluşturan özel) bankerlerdir” diyerek itiraf etmiştir. Öldürülen Başkan Kennedy’in babası ise “Amerika’yı en fazla 50 kişi yönetiyor, belki bu sayı bile fazladır” demiştir. (a.g.e. s.88-89).
Peki ama; Merkez Bankasının bir zümrenin tekelinde olması, ülkenin ekonomik bağımsızlığını neden tehlikeye atsın? Ya da Merkez Bankaları devletlerin işleyişinde hangi hayati işlevlere sahiptirler?
Eski başkanlardan Yaman Törüner’e göre Merkez bankacılığı, ateş ve tekerlekle beraber dünyada yapılan en büyük üç icattan biridir. Merkez bankaları sayesinde, devletler para basar ve bastıkları para kadar “senyoraj” geliri elde ederler. (Törüner, Yaman; 24-26 Mart, Milliyet).
Senyoraj, genel anlamda “paranın üretim maliyeti ile üzerinde yazılı değer arasındaki farktır.” Bu farkın devletin kasasına gelir olarak girmesiyle devlet, vergi gelirlerinin dışında ciddi bir gelir daha elde eder. (Baş, Haydar; Milli Ekonomi Modeli; İcmal yay.; Bakü 2005; s. 252). Fakat buraya kadar anlatılan kısımda senyoraj geliri, para devlet kurumlarınca basılırsa devletin olur. Oysa ABD’de 1913’te bu hak artık bir zümrenin eline geçmektedir.
Merkez bankasının özelleşmesiyle birlikte piyasadaki para miktarını (emisyon hacmini) belirleme yetkisi de aynı zümreye ait olmaktadır. Piyasadaki para miktarıyla beraber ülke ekonomisinin hızını ayarlama imtiyazına sahip olunabilinir. Şöyle ki, dolaşımdaki para miktarı gereken para miktarından fazla ise enflasyona, az ise deflasyona yol açar.
Kapitalist ekonomilerde Merkez bankalarının ekonomiyi yönlendirmelerindeki diğer enstrüman ise faiz oranlarını belirleme yetkisidir. “Bankaların bankası” olması sebebiyle Merkez bankası hem bankalara belli bir faiz oranından kredi verir hem de bankalardan mevduat kabul eder. (Eğilmez, Mahfi-Kumcu, Ercan; Ekonomi Politikası; Remzi Kitabevi 2007, s. 183). Böylece kapitalist ekonominin sömürü aracı olan faizin kontrolü de Merkez Bankasının elindedir.
Bütün bu yetkilerin pratikte ne anlama geldiğini dünya tarihinden ve yakın tarihimizden örneklendirebiliriz: 2. Dünya Savaşında Hitler 120 milyon değerinde sahte dolar ve pound bastırmıştır. Yani Amerika ve İngiltere adına senyoraj geliri elde ederek savaşın finansmanını bu ülkelere yıkmaya çalışmıştır. Hitler tarafından basılan meblağ İngiltere’nin toplam para rezervinin tam 4 katı idi. (Hollywood, bu konuyu işleyen “Kalpazanlar” isimli filmi çekti).
Osmanlı Devletinin son döneminde ise Merkez Bankası görevini İngiliz-Fransız ortaklığıyla kurulan Osmanlı Bankası yapmıştır. Tek başına para basma yetkisi elinde bulunduran banka, hükümetin en sıkıntılı zamanlarında bu görevini yerine getirmemiştir. Mesela İtalyanların Trablusgarb’a çıkması üzerine devlet Libya’ya asker sevk etmek istemiş ve Osmanlı bankasından avans talebinde bulunmuştur. Fakat banka bu talebi karşılamamış ve Libya kaybedilmiştir. Sonradan anlaşılmıştır ki; Osmanlı Bankası İtalyan savaş tahvillerine yatırım yapmıştır! (Kazgan, Haydar; Osmanlıda Avrupa Finans Kapitali; Roma yay. 2005, s. 12).
Aslında 1944 sonrasındaki gelişmeler olmasa bizim Amerika ekonomisiyle bu kadar ilgilenmemiz gerekmezdi. 2. Dünya Savaşının sona ermesiyle ABD, devasa bir sanayiye, parasal ve askeri güce sahip oldu. Dünya altın rezervlerinin %80’i, donanımlı bir ordu ve atom bombası onundu. Sovyetler Birliği karşısında kapitalist cephenin yöneticiliğini üstlenen ABD, daha 1943’ten başlayarak İngiliz yetkililerle uluslar arası ödemeler sistemini yeniden tesis etmek üzere çalışmalar başlattı. Ve 1944’te Bretton Woods’ta her paranın altına göre tanımlandığı ve sabit kura dayalı bir sistem devreye sokuldu. Bu sisteme altın standardı (Gold Exchange Standart) adı verildi. (Breaud, Michel; Kapitalizmin Tarihi; Dost yay. 2003, s. 234).
Yürürlüğe giren yeni sisteme göre üye ülkeler ulusal parasını sabit bir kurdan dolara bağlamıştır. ABD ise doları başka bir ülkenin parasına değil sabit bir fiyattan altına bağlamıştır. (1 ons saf altın=35 $). Diğer yandan ABD, yabancı merkez bankalarına da tuttukları doları diledikleri zaman altına çevirebilme imkânını tanımıştır. (Bulgurlu, Hacı Bayram; Dolar mı? Euro mu? Amerika mı? Avrupa mı?; Roma yay. 2004, s. 26).
Görüldüğü gibi bu sistem, ABD’yi dünyanın merkez bankası konumuna getirmiştir. Çünkü dolar; bütün uluslar arası paraların bağlandığı standart para konumuna yükselmiştir. Uluslar arası ödemeler, borç ve alacaklar dolarla ölçülmüştür (a.g.e. s. 28). Bunun dışında üye 44 ülkenin merkez bankaları dış rezervlerini dolar olarak tutmuşlardır, böylece dolar aynı zamanda bir rezerv para statüsüne kavuşmuştur. Prof. James Tobin oluşan yeni durumu 1963’te şöyle dile getirmiştir:
“Kendi avlusunda bir para kuyusuna sahip olmak hoş bir şey ve bize bu ayrıcalığı “Altın Standartı” sağladı. Cari açığı on yıldır sürdürebiliyoruz. Çünkü çıkardığımız kıymetli kâğıtlar genellikle “para” olarak kabul görüyor.” (Breaud, Michel; Kapitalizmin Tarihi; Dost yay. 2003, s. 255).
-Mayer Rothschid-
Amerikan vatanseverlerine göre ABD, 1913’te ekonomik özgürlüğünü yitirmiş bir ülkedir. Devletin kurduğu Merkez Bankası 1913’te ortadan kaldırılarak, yerini çokuluslu özel bankerlerce kurulmuş Federal Rezerve Bank’a (FED) bırakmış, dolar basma yetkisi de bu özel bankaya verilmiştir. Böylece Amerika, ekonomik bağımsızlığını yitirerek FED’in yarı-sömürgesi bir ülke durumuna düşmüştür. Ucu ünlü Rockefeller’lere, J. P. Morgan’lara, Rothschid’lere, Warburg’lara v.s. uzanan 11 özel banka birleşerek FED’i meydana getirmiştir. (Özakıncı, Cengiz; Euro-Dolar Savaşı; Otopsi yay.; 2005, s. 86-87).
Amerika’yı yöneten zümrenin bu bir avuç kişi olduğunu Başkan Roosevelt “Amerikan Devleti’nin gerçek sahibi, (Federal Reserve’i oluşturan özel) bankerlerdir” diyerek itiraf etmiştir. Öldürülen Başkan Kennedy’in babası ise “Amerika’yı en fazla 50 kişi yönetiyor, belki bu sayı bile fazladır” demiştir. (a.g.e. s.88-89).
Peki ama; Merkez Bankasının bir zümrenin tekelinde olması, ülkenin ekonomik bağımsızlığını neden tehlikeye atsın? Ya da Merkez Bankaları devletlerin işleyişinde hangi hayati işlevlere sahiptirler?
Eski başkanlardan Yaman Törüner’e göre Merkez bankacılığı, ateş ve tekerlekle beraber dünyada yapılan en büyük üç icattan biridir. Merkez bankaları sayesinde, devletler para basar ve bastıkları para kadar “senyoraj” geliri elde ederler. (Törüner, Yaman; 24-26 Mart, Milliyet).
Senyoraj, genel anlamda “paranın üretim maliyeti ile üzerinde yazılı değer arasındaki farktır.” Bu farkın devletin kasasına gelir olarak girmesiyle devlet, vergi gelirlerinin dışında ciddi bir gelir daha elde eder. (Baş, Haydar; Milli Ekonomi Modeli; İcmal yay.; Bakü 2005; s. 252). Fakat buraya kadar anlatılan kısımda senyoraj geliri, para devlet kurumlarınca basılırsa devletin olur. Oysa ABD’de 1913’te bu hak artık bir zümrenin eline geçmektedir.
Merkez bankasının özelleşmesiyle birlikte piyasadaki para miktarını (emisyon hacmini) belirleme yetkisi de aynı zümreye ait olmaktadır. Piyasadaki para miktarıyla beraber ülke ekonomisinin hızını ayarlama imtiyazına sahip olunabilinir. Şöyle ki, dolaşımdaki para miktarı gereken para miktarından fazla ise enflasyona, az ise deflasyona yol açar.
Kapitalist ekonomilerde Merkez bankalarının ekonomiyi yönlendirmelerindeki diğer enstrüman ise faiz oranlarını belirleme yetkisidir. “Bankaların bankası” olması sebebiyle Merkez bankası hem bankalara belli bir faiz oranından kredi verir hem de bankalardan mevduat kabul eder. (Eğilmez, Mahfi-Kumcu, Ercan; Ekonomi Politikası; Remzi Kitabevi 2007, s. 183). Böylece kapitalist ekonominin sömürü aracı olan faizin kontrolü de Merkez Bankasının elindedir.
Bütün bu yetkilerin pratikte ne anlama geldiğini dünya tarihinden ve yakın tarihimizden örneklendirebiliriz: 2. Dünya Savaşında Hitler 120 milyon değerinde sahte dolar ve pound bastırmıştır. Yani Amerika ve İngiltere adına senyoraj geliri elde ederek savaşın finansmanını bu ülkelere yıkmaya çalışmıştır. Hitler tarafından basılan meblağ İngiltere’nin toplam para rezervinin tam 4 katı idi. (Hollywood, bu konuyu işleyen “Kalpazanlar” isimli filmi çekti).
Osmanlı Devletinin son döneminde ise Merkez Bankası görevini İngiliz-Fransız ortaklığıyla kurulan Osmanlı Bankası yapmıştır. Tek başına para basma yetkisi elinde bulunduran banka, hükümetin en sıkıntılı zamanlarında bu görevini yerine getirmemiştir. Mesela İtalyanların Trablusgarb’a çıkması üzerine devlet Libya’ya asker sevk etmek istemiş ve Osmanlı bankasından avans talebinde bulunmuştur. Fakat banka bu talebi karşılamamış ve Libya kaybedilmiştir. Sonradan anlaşılmıştır ki; Osmanlı Bankası İtalyan savaş tahvillerine yatırım yapmıştır! (Kazgan, Haydar; Osmanlıda Avrupa Finans Kapitali; Roma yay. 2005, s. 12).
Aslında 1944 sonrasındaki gelişmeler olmasa bizim Amerika ekonomisiyle bu kadar ilgilenmemiz gerekmezdi. 2. Dünya Savaşının sona ermesiyle ABD, devasa bir sanayiye, parasal ve askeri güce sahip oldu. Dünya altın rezervlerinin %80’i, donanımlı bir ordu ve atom bombası onundu. Sovyetler Birliği karşısında kapitalist cephenin yöneticiliğini üstlenen ABD, daha 1943’ten başlayarak İngiliz yetkililerle uluslar arası ödemeler sistemini yeniden tesis etmek üzere çalışmalar başlattı. Ve 1944’te Bretton Woods’ta her paranın altına göre tanımlandığı ve sabit kura dayalı bir sistem devreye sokuldu. Bu sisteme altın standardı (Gold Exchange Standart) adı verildi. (Breaud, Michel; Kapitalizmin Tarihi; Dost yay. 2003, s. 234).
Yürürlüğe giren yeni sisteme göre üye ülkeler ulusal parasını sabit bir kurdan dolara bağlamıştır. ABD ise doları başka bir ülkenin parasına değil sabit bir fiyattan altına bağlamıştır. (1 ons saf altın=35 $). Diğer yandan ABD, yabancı merkez bankalarına da tuttukları doları diledikleri zaman altına çevirebilme imkânını tanımıştır. (Bulgurlu, Hacı Bayram; Dolar mı? Euro mu? Amerika mı? Avrupa mı?; Roma yay. 2004, s. 26).
Görüldüğü gibi bu sistem, ABD’yi dünyanın merkez bankası konumuna getirmiştir. Çünkü dolar; bütün uluslar arası paraların bağlandığı standart para konumuna yükselmiştir. Uluslar arası ödemeler, borç ve alacaklar dolarla ölçülmüştür (a.g.e. s. 28). Bunun dışında üye 44 ülkenin merkez bankaları dış rezervlerini dolar olarak tutmuşlardır, böylece dolar aynı zamanda bir rezerv para statüsüne kavuşmuştur. Prof. James Tobin oluşan yeni durumu 1963’te şöyle dile getirmiştir:
“Kendi avlusunda bir para kuyusuna sahip olmak hoş bir şey ve bize bu ayrıcalığı “Altın Standartı” sağladı. Cari açığı on yıldır sürdürebiliyoruz. Çünkü çıkardığımız kıymetli kâğıtlar genellikle “para” olarak kabul görüyor.” (Breaud, Michel; Kapitalizmin Tarihi; Dost yay. 2003, s. 255).
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Mehmet Maruf / diğer yazıları
- Akrep kıskacı / 05.12.2019
- NATO "güvenilir" midir? / 15.10.2015
- Düşmanı tanımak / 19.01.2014
- Ajax Operasyonu-II / 14.01.2014
- Ajax Operasyonu-I / 13.01.2014
- Ali Napolyon, Hacı Wilhelm ve diğerleri / 30.11.2013
- Batı bizden korkar mı? / 23.11.2013
- Biz ancak bize benzeriz / 17.11.2013
- Biz kimiz? / 14.11.2013
- Bin yıllık korku / 10.09.2013
- NATO "güvenilir" midir? / 15.10.2015
- Düşmanı tanımak / 19.01.2014
- Ajax Operasyonu-II / 14.01.2014
- Ajax Operasyonu-I / 13.01.2014
- Ali Napolyon, Hacı Wilhelm ve diğerleri / 30.11.2013
- Batı bizden korkar mı? / 23.11.2013
- Biz ancak bize benzeriz / 17.11.2013
- Biz kimiz? / 14.11.2013
- Bin yıllık korku / 10.09.2013