Kelime ve ıstılah manaları bakımından zikir -1-
Zikir; lügatte anmak, hatırlamak, düşünmek, adı geçmek, hatırdan çıkarmamak, hatırlayıp icra etmek, manalarına gelmektedir
13.10.2024 18:20:00
Haber Merkezi
Haber Merkezi
Zikir; lügatte anmak, hatırlamak, düşünmek, adı geçmek, hatırdan çıkarmamak, hatırlayıp icra etmek, manalarına gelmektedir.
Istılahta ise; insanı Cenâb-ı Hakk'ın kudret ve azametini düşünmeye, düşündürmeye sevk etmek mânâlarını taşıdığı gibi, birçok yerde Kur'ân-ı Kerim, namaz, oruç, hatta peygamberler anlamına da gelir.
En yaygın olarak zikir, tekbir, tehlil, tesbih, salavât ve vird gibi, dil ile Hakkı anmak olarak hususî mânâda kullanılmaktadır.
Bütün bu mânâlar tahlil edildiğinde, zikirde iki türlü mânânın ağırlık kazandığı görülür:
1- Unutulan şeyi hatırlamak,
2- Unutmamak için sürekli akılda tutmak.
Zikirde ulaşılmak istenilen birinci mânâ olup, ikincisi yardımcı unsurdur. Unutulmuş olup da hatırlanmak istenen nedir?
Cenâb-ı Hakk ile kullar arasında ruhlar yaratıldıkları zaman, Elest Meclisi'nde bir ahidleşme olmuştu. Bir misak gerçekleşmişti. Bu ahidleşme Kur'ân-ı Kerim'de şöyle anlatılır:
"Kıyamet Günü'nde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabb'in Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: 'Ben sizin Rabb'iniz değil miyim?' (Onlar da), 'Evet (buna) şâhit olduk' dediler.
Ruh, dünya sahnesine geldiğinde, beden içerisine hapsolup birçok perde ile perdelenince; insan, ruhunun ilk hâlini hatırlamaz olmuştur. Zikir, insana ruhunun misaktaki ahvalini hatırlama yolunu açar. Kur'ân-ı Kerim, misakta verilen söze ters düşmeyi, ahdi bozmak olarak ifade etmektedir:
"Onlar öyle (fâsıklar) ki, Allah'a kesin söz verdikten sonra sözlerinden dönerler... İşte onlar gerçekten zarara uğrayanlardır."
Bu yüzden insanlık, çeşitli vesilelerle Elest'i, yani asıl benliklerini hatırlamaya, gerçeği zikir yoluyla kavramaya davet edilir: "And olsun, ilk yaratılışı bildiniz. O hâlde hâlâ tezekkür etmeyecek misiniz?"
"Sen yine de hatırlat, öğüt ver. Çünkü hatırlatma mü'minlere fayda verir."
Zikirden gâye olan hatırlama gerçekleşince, insan aslî varlığı ile bütünleşir. Artık Allah ile kul arasındaki perdeler kalkmıştır.
Bütün ibadetlerin özü olan zikrin meyvelerinin olgunlaştığını ifade eden bu noktada insan, tüm mâsiva engelini aşmış, hatta cümle mahlûkata hükmeder duruma gelmiştir.
İmam Ca'fer es-Sâdık Hazretleri, "Yıldırım, Allah Azze ve Celle'yi zikredene isâbet etmez" sözüyle bunu ifade etmiştir.
ZİKRİN ÖZEL VE TASAVVUFÎ MÂNÂSI
Zikrin tasavufî mânâsını açıklamadan önce tasavvufun mânâsını aktaralım:
Tasavvuf, insanın gönül yoluyla Allah'a gitmesidir. Halk içinde Hakk'la beraber olmasıdır. İnsanın asıl gayesi de budur. Bu hâle insan ubûdiyetle, ibâdetle vâsıl olur. Tasavvuf, İslam'ın yaşanılır tarzıdır. İslam'ın yaşanılır hâl boyutudur. Resûlullah'ın (s.a.a.), sahabesinin ve özellikle de Ehl-i Beyt'inin hâlidir.
İslam dünyasında, tasavvufu hayatına en güzel tarzda geçiren millet de, Türk milletidir. Sahabe içerisinde de bu hayatı en mükemmel şekilde yaşayan Ehl-i Beyt'tir. Bir mânâda Ehl-i Beyt'in hâli, kulluğun doruk noktada yaşanmasıdır.
Kulluktan murad, ideolojik saplantılar ve nefsî-siyasî analizlerden dini tamamen uzaklaştırıp, ibâdetle ve kalbî boyutta Allah'a vâsıl olmaktır. Yani kulun kalp kulvarında Allah'a yürümesidir.
Ehl-i Beyt'in tamamı, başta Peygamber Efendimiz (a.s.) olmak üzere, Hz. Fâtıma, Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin Efendilerimiz (Allah hepsinden râzı olsun), onların arkasından gelen imamlar -ki, bunların tamamına On iki İmam denir- bu yolda fevkalade nitelikte bir kulluk örneği oluşturmuşlar; zevk-i mânevî ile o kalp kulvarından Allah'a yürümüşlerdir. Kendi dönem ve devirlerinde insanlar onları, "Allah'ın sevip seçtiği insanlar" olarak tanımışlardır.
Türklerin Müslüman oluşuna baktığımız zaman; tamamen bu kadronun, Ehl-i Beyt ve evlatlarının onları etkilediğini, bu metodla, bu tarzla İslam'ı yaşadıklarını, etraflarına, komşularına, dostlarına da bu şekilde tebliğ ve tebşir ettiklerini görürüz.
Özetle tasavvuf, Hz. Peygamber'in ve Ehl-i Beyt'inin yaşadığı gibi İslamiyet'i yaşamaktır. Peygamberin sünnetidir. Sünnet de dinimizin temel direğidir.
Zikrin tasavvufî mânâsına gelince; zikir kelimesi ve türevleri Kur'ân-ı Kerim'de 71 sûrede, 256 âyette, 278 kez geçmektedir ki, bu âyetlerden bazıları şunlardır:
"Rabb'inin adını an. Bütün varlığınla O'na yönel."
"Kendi kendine, yalvararak ve ürpererek, yüksek olmayan bir sesle sabah akşam Rabb'ini an. Gâfillerden olma."
"Bunlar, iman edenler ve gönülleri Allah'ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur."
"Namazı bitirince de ayakta, otururken ve yanınız üzerinde yatarken (daima) Allah'ı anın. Huzura kavuşunca da namazı dosdoğru kılın; çünkü namaz mü'minler üzerine vakitleri belli bir farzdır."
"Ey inananlar! Allah'ı çokça zikredin."
"Öyle ise siz, Beni (ibâdetle) anın ki Ben de sizi anayım. Bana şükredin; sakın Bana nankörlük etmeyin!"
Bazılarını aktardığımız bu açık delillerden sonra, bütün ibâdetlerin özü olan zikrullahı inkâr etmek, kul için zikrullahın bir vecibe olduğundan şüpheye düşmek, iz'an ve akıl sahibi mü'minler için mümkün değildir.
Şöyle bir düşünce de çok yanlıştır ve tehlikelidir: "Zikretmekten maksat; namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek, Kur'ân-ı Kerim'i okumaktır. Bunların dışında özel şekilde, belirli zamanlarda, belirli İlâhî esma ve virdleri, belirli sayılarda tekrarlamak şeklindeki zikir yapma uygulaması bid'attir."
Böyle bir düşünce Kitap, Sünnet ve İcma-i Ümmet ile bâtıldır. Ve İslam'ın başlangıcından günümüze kadar yaşanmış, sonuçları açıkça görülmüş; hatta tarihin hayır hanesine yazılmış olan güzelliklerde en büyük katkının sahibi tasavvuf ve tasavvufî hayatla asla bağdaşmaz.
A'raf Sûresi 205. âyet-i kerimede geçen "yüksek olmayan bir sesle" ifadesi zikre özel bir tarz tarif etmekte; sabah ve akşamdan söz edilmekle de bu özel zikir için günün faziletli saatleri belirtilmektedir.
Yine Nisâ Sûresi 33. âyet-i kerimede, "Namazı bitirince de ayakta, otururken ve yanınız üzerinde yatarken (dâima) Allah'ı anın" buyurulması; zikrin özel olarak, farz olan namazdan ayrı olarak da yapılmasının emredildiğine dair delildir.
"(Resûlüm!) Sana vahyedilen Kitâb'ı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki, namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah'ı anmak ise elbette (ibâdetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir."
Bu âyet-i kerimede namazla ilgili beyanat bittikten sonra "Allah'ı zikir"den bahsedilmesi, ayrıca; "Gecenin bir bölümünde ve secdelerin ardından da O'nu tesbih et" âyetini, İbn Abbâs, şöyle tefsir etmiştir:
İbn Abbâs (radiyallahu anh); "Secdelerin ardından da O'nu tesbih et!" âyetini şöyle tefsir etti: Yani Yüce Allah, O'na (s.a.a.) bütün namazların ardından tesbih etmesini emretti. Devam edecek (Prof. Dr. Haydar Baş Dua ve Zikir eserinden)
Istılahta ise; insanı Cenâb-ı Hakk'ın kudret ve azametini düşünmeye, düşündürmeye sevk etmek mânâlarını taşıdığı gibi, birçok yerde Kur'ân-ı Kerim, namaz, oruç, hatta peygamberler anlamına da gelir.
En yaygın olarak zikir, tekbir, tehlil, tesbih, salavât ve vird gibi, dil ile Hakkı anmak olarak hususî mânâda kullanılmaktadır.
Bütün bu mânâlar tahlil edildiğinde, zikirde iki türlü mânânın ağırlık kazandığı görülür:
1- Unutulan şeyi hatırlamak,
2- Unutmamak için sürekli akılda tutmak.
Zikirde ulaşılmak istenilen birinci mânâ olup, ikincisi yardımcı unsurdur. Unutulmuş olup da hatırlanmak istenen nedir?
Cenâb-ı Hakk ile kullar arasında ruhlar yaratıldıkları zaman, Elest Meclisi'nde bir ahidleşme olmuştu. Bir misak gerçekleşmişti. Bu ahidleşme Kur'ân-ı Kerim'de şöyle anlatılır:
"Kıyamet Günü'nde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabb'in Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: 'Ben sizin Rabb'iniz değil miyim?' (Onlar da), 'Evet (buna) şâhit olduk' dediler.
Ruh, dünya sahnesine geldiğinde, beden içerisine hapsolup birçok perde ile perdelenince; insan, ruhunun ilk hâlini hatırlamaz olmuştur. Zikir, insana ruhunun misaktaki ahvalini hatırlama yolunu açar. Kur'ân-ı Kerim, misakta verilen söze ters düşmeyi, ahdi bozmak olarak ifade etmektedir:
"Onlar öyle (fâsıklar) ki, Allah'a kesin söz verdikten sonra sözlerinden dönerler... İşte onlar gerçekten zarara uğrayanlardır."
Bu yüzden insanlık, çeşitli vesilelerle Elest'i, yani asıl benliklerini hatırlamaya, gerçeği zikir yoluyla kavramaya davet edilir: "And olsun, ilk yaratılışı bildiniz. O hâlde hâlâ tezekkür etmeyecek misiniz?"
"Sen yine de hatırlat, öğüt ver. Çünkü hatırlatma mü'minlere fayda verir."
Zikirden gâye olan hatırlama gerçekleşince, insan aslî varlığı ile bütünleşir. Artık Allah ile kul arasındaki perdeler kalkmıştır.
Bütün ibadetlerin özü olan zikrin meyvelerinin olgunlaştığını ifade eden bu noktada insan, tüm mâsiva engelini aşmış, hatta cümle mahlûkata hükmeder duruma gelmiştir.
İmam Ca'fer es-Sâdık Hazretleri, "Yıldırım, Allah Azze ve Celle'yi zikredene isâbet etmez" sözüyle bunu ifade etmiştir.
ZİKRİN ÖZEL VE TASAVVUFÎ MÂNÂSI
Zikrin tasavufî mânâsını açıklamadan önce tasavvufun mânâsını aktaralım:
Tasavvuf, insanın gönül yoluyla Allah'a gitmesidir. Halk içinde Hakk'la beraber olmasıdır. İnsanın asıl gayesi de budur. Bu hâle insan ubûdiyetle, ibâdetle vâsıl olur. Tasavvuf, İslam'ın yaşanılır tarzıdır. İslam'ın yaşanılır hâl boyutudur. Resûlullah'ın (s.a.a.), sahabesinin ve özellikle de Ehl-i Beyt'inin hâlidir.
İslam dünyasında, tasavvufu hayatına en güzel tarzda geçiren millet de, Türk milletidir. Sahabe içerisinde de bu hayatı en mükemmel şekilde yaşayan Ehl-i Beyt'tir. Bir mânâda Ehl-i Beyt'in hâli, kulluğun doruk noktada yaşanmasıdır.
Kulluktan murad, ideolojik saplantılar ve nefsî-siyasî analizlerden dini tamamen uzaklaştırıp, ibâdetle ve kalbî boyutta Allah'a vâsıl olmaktır. Yani kulun kalp kulvarında Allah'a yürümesidir.
Ehl-i Beyt'in tamamı, başta Peygamber Efendimiz (a.s.) olmak üzere, Hz. Fâtıma, Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin Efendilerimiz (Allah hepsinden râzı olsun), onların arkasından gelen imamlar -ki, bunların tamamına On iki İmam denir- bu yolda fevkalade nitelikte bir kulluk örneği oluşturmuşlar; zevk-i mânevî ile o kalp kulvarından Allah'a yürümüşlerdir. Kendi dönem ve devirlerinde insanlar onları, "Allah'ın sevip seçtiği insanlar" olarak tanımışlardır.
Türklerin Müslüman oluşuna baktığımız zaman; tamamen bu kadronun, Ehl-i Beyt ve evlatlarının onları etkilediğini, bu metodla, bu tarzla İslam'ı yaşadıklarını, etraflarına, komşularına, dostlarına da bu şekilde tebliğ ve tebşir ettiklerini görürüz.
Özetle tasavvuf, Hz. Peygamber'in ve Ehl-i Beyt'inin yaşadığı gibi İslamiyet'i yaşamaktır. Peygamberin sünnetidir. Sünnet de dinimizin temel direğidir.
Zikrin tasavvufî mânâsına gelince; zikir kelimesi ve türevleri Kur'ân-ı Kerim'de 71 sûrede, 256 âyette, 278 kez geçmektedir ki, bu âyetlerden bazıları şunlardır:
"Rabb'inin adını an. Bütün varlığınla O'na yönel."
"Kendi kendine, yalvararak ve ürpererek, yüksek olmayan bir sesle sabah akşam Rabb'ini an. Gâfillerden olma."
"Bunlar, iman edenler ve gönülleri Allah'ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur."
"Namazı bitirince de ayakta, otururken ve yanınız üzerinde yatarken (daima) Allah'ı anın. Huzura kavuşunca da namazı dosdoğru kılın; çünkü namaz mü'minler üzerine vakitleri belli bir farzdır."
"Ey inananlar! Allah'ı çokça zikredin."
"Öyle ise siz, Beni (ibâdetle) anın ki Ben de sizi anayım. Bana şükredin; sakın Bana nankörlük etmeyin!"
Bazılarını aktardığımız bu açık delillerden sonra, bütün ibâdetlerin özü olan zikrullahı inkâr etmek, kul için zikrullahın bir vecibe olduğundan şüpheye düşmek, iz'an ve akıl sahibi mü'minler için mümkün değildir.
Şöyle bir düşünce de çok yanlıştır ve tehlikelidir: "Zikretmekten maksat; namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek, Kur'ân-ı Kerim'i okumaktır. Bunların dışında özel şekilde, belirli zamanlarda, belirli İlâhî esma ve virdleri, belirli sayılarda tekrarlamak şeklindeki zikir yapma uygulaması bid'attir."
Böyle bir düşünce Kitap, Sünnet ve İcma-i Ümmet ile bâtıldır. Ve İslam'ın başlangıcından günümüze kadar yaşanmış, sonuçları açıkça görülmüş; hatta tarihin hayır hanesine yazılmış olan güzelliklerde en büyük katkının sahibi tasavvuf ve tasavvufî hayatla asla bağdaşmaz.
A'raf Sûresi 205. âyet-i kerimede geçen "yüksek olmayan bir sesle" ifadesi zikre özel bir tarz tarif etmekte; sabah ve akşamdan söz edilmekle de bu özel zikir için günün faziletli saatleri belirtilmektedir.
Yine Nisâ Sûresi 33. âyet-i kerimede, "Namazı bitirince de ayakta, otururken ve yanınız üzerinde yatarken (dâima) Allah'ı anın" buyurulması; zikrin özel olarak, farz olan namazdan ayrı olarak da yapılmasının emredildiğine dair delildir.
"(Resûlüm!) Sana vahyedilen Kitâb'ı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki, namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah'ı anmak ise elbette (ibâdetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir."
Bu âyet-i kerimede namazla ilgili beyanat bittikten sonra "Allah'ı zikir"den bahsedilmesi, ayrıca; "Gecenin bir bölümünde ve secdelerin ardından da O'nu tesbih et" âyetini, İbn Abbâs, şöyle tefsir etmiştir:
İbn Abbâs (radiyallahu anh); "Secdelerin ardından da O'nu tesbih et!" âyetini şöyle tefsir etti: Yani Yüce Allah, O'na (s.a.a.) bütün namazların ardından tesbih etmesini emretti. Devam edecek (Prof. Dr. Haydar Baş Dua ve Zikir eserinden)