PROF. DR. HAYDAR BAŞ'IN FETHULLAH GÜLEN'E YAZDI?I TARİHİ MEKTUP
"Muhterem Kardeşim Fethullah Efendi,
Allah'a hamd, Resûlüne salât-ü selamdan sonra mektubuma başlarken zat-i âlinize ve camianıza selam ve muhabbetlerimi sunarım. Malumunuzdur ki, Mü'minlerin birbirlerini sevmeleri, sırat-ı mustakîm üzere bulunmaları, varsa noksanlarını telafi edip birbirlerine yardımcı olmaları, hakkı tavsiye etmeleri ve gerektiğinde emri bi'l ma'rûf - nehyi ani'l münker yapmaları Hak'ın emri gereğidir ve bir vecibedir. "Müminler ancak kardeştir" ve kardeşler, birbirine yıkayan iki el gibidirler. Kardeşin kardeş üzerinde hem hakkı hem de sorumluluğu vardır. Eğer bir Mümin kaderin sevkiyle bir camianın sorumluluğunu taşıyorsa bu sorumluluk, bu vebal daha da artmakta ve önem kazanmaktadır. Sevgili Peygamberimiz (s.a.v) "Hepiniz çobansınız ve güttüğünüzden mesûlsünüz" buyurmaktadır. Bu sebepledir ki,birbirimizi lüzum görülen hususlarda aydınlatmak, istişare etmek, varsa bir yanlıştan sakındırmak, üzerimize bir borç olduğu gibi, kardeşlik hukukunun da bir gereğidir.
Öte yandan zat-i âliniz ve arkadaşlarınızın ülkemizde ve dünyada yaptığı hayırlı hizmetleri takdirle karşılıyor ve hayırla anıyoruz. Bu cümleden olarak bu mektubu, hem bir istişare maksadıyla hem de bir mükellefiyetin gereğini yerine getirmek üzere yazıyorum.
Zat-i âliniz ve hizmet camianızla ilgili olarak kamuoyunda tartışılan,medya yoluyla aleniyet kazanan ve aşağıda bir kısmına temas edeceğim hususlarda,inancımız, yolumuz İslam adına ciddi endişelerim hasıl olmuştur. Belki de meseleler, intikal ettiği gibi değildir, - ki öyle olmasını çok temenni ederim - fakat değil mi ki hadiseler bir noktaya gelmiştir ve tartışılmaktadır; o halde ciddiyet kazanmıştır. Eğer meseleler saptırılıp, kamuoyuna yanlış izlenim veriliyorsa, basın yoluyla tekzibinin çok isabetli olacağı kanaatindeyim.
Yaşadığımız devrin şartlarının zorluğunu ve vahametini kabul etmekle beraber, Müminlerin (hele de hizmette öncü olup bir camiayı temsil ediyorlarsa) usûl ve metot açısından basiret ve ferasetle yürümeleri,ancak Hak'ın hududunu da korumaları bir zorunluluktur. Mevzuat ve hukuka ters düşmeden, Devlet ve Millet bütünlüğünü koruyarak -zira bu Devlet, bu Millet bizimdir- müsamaha hudutlarını sonuna kadar zorlamalı, fakat asla tavize yaklaşılmamalıdır. Buna hakkımız olmadığı gibi, Hakk'a ancak hak ölçülerin korunması suretiyle hizmet edilebileceği, diğer gayretlerin ise hizmet değil, bir vebal olacağı bilinmelidir. Bu ölçüler içerisinde, zat-iâlinizi incitmeden maksadımı anlatabilmek ümidiyle, bizi endişeye sevk eden hususlara ana hatlarıyla temas edeceğim
1- Bir müddet evvel basına yansıyan bir beyanatınızda başörtüsüne "teferruat" demişsiniz. Bu söz,İslam'ı tahrif etmeyi meslek edinenler tarafından ele alınarak neredeyse tesettürün lüzumsuzluğuna hükmedildi. Belki maksadınız bu değildi, fakat olaylar sonuçlarıyla ölçüdür.
Çok iyi bilirsiniz ki tesettür, başörtüsü bir vecibedir, farzdır.Ayetlerle sabittir. Ayette başörtüsü, "Hamr" kelimesiyle anlatılır. Bir manası başı,diğer bir manası da göğsü örtmek hakkındadır. Malumunuzdur ki, lafızların kelime manası esas alındığında mesele sapar ve saptırılır. Zira bu kelimenin elliye yakın manası vardır. Bir manası da içkidir. Sadece kelime manasından yola çıkarak kalkıp da ayette geçen 'Hamr' kelimesini içki anlamıyla kabul edersek "içkiyi örtmek" gibi bir şey ortaya çıkar ki, bu mantıksızlıktır.O halde mefhumları, lafızların kelime manasıyla uğraşıp saptırmadan,istılahî mana üzerinde durmak, ayetlerin nüzûl sebeplerine inmek ve tarihî tatbikatı da dikkate almak esas olmalıdır. Nitekim tesettür ayeti indikten sonra, Müminlerin Annesi Hazreti Zeynep validemiz, hiç dışarı çıkmamıştır.
Yine biliriz ki, bir farzı basite almak, helâlı haram, haramı helâl kabul etmek, itikadî açıdan pek vahim sonuçlar doğurur. Neden Allah'ın emirlerini tartışma konusu yapmaya sebep oluyoruz? Bu bir mecburiyet midir?Mecburiyet ise nereden kaynaklanmaktadır?
2- Yine günümüzde Kur'an-ı Kerim'i tahrif planları yapan çevreler ve bunların avukatlığına soyunan İslam muhalifleri var. 'Yeniden yapılanma 'adı altında İslam'ı, reformcu bir mantıkla tahrife kalkışmaktadırlar. Sanki Resûlüllah (s.a.v), Kuran-ı Kerim'i anlayamamış da, 14 asır sonra bu hilkat garibeleri anlamış... Bunlara göre "Hadis-i şerifler uydurmadır. İcma, kıyas, mezhep ve meşrep gibi kavramlar yoktur. Müctehid imamlar komisyoncu,Müslümanlar yobaz; İslam 1400 yıldan beri hiç anlaşılmamış..." Bunlara göre,'Mezhepler haktır' demek küfür; ama lafzı da mu'cize olan Kur'an-ı Kerim'i Türkçeleştirmek uğruna, mezhep imamlarının fetvaları pek muteberdir ve asıldır.Bu kadar vahim dalâlet, sapıklık ve tezat içinde yüzenlere binbir zahmetlerle kurduğunuz TV kanalınızda zehirli fikirlerini yayma fırsatı veriyorsunuz. Bundan daha da vahimi, sözünü ettiğimiz şahıs ve şahıslara plaket vermek suretiyle ödüllendiriyorsunuz; bunun adı tolerans, müsamaha oluyor. Böylece hem bu gibiler özendiriliyor, hem de büyük kitleler bu yapılanların meşru olduğu zannına kapılıyor. Buna razı olacağınıza asla inanmıyorum.
3- Basında ve kamuoyunda müşahede ettiğimiz daha büyük bir yanlış ise, Hıristiyan din öncüleriyle yakınlıklar kurulması, karşılıklı dostluk mesajları gönderilmesi ve bu yolda birlik-beraberlik, işbirliği, iyi niyet havasının verilmek istenmesidir.Hatta son günlerde çıkan bir haberden takip ettiğimize göre bir iftar sofrasında bir Hıristiyan temsilciye dua ettiriliyor. Temsilci duasında teknik bir şekilde Allah Resûlü'nü tanımadığını ifade ediyor. "Ortak yanımız Allah-u Ekber dir. Allah-u Ekber diyelim" diyor. Şimdi soruyorum; "Muhammed'ür rasûlullah" demeden, gerçek manada Allah-u Ekber demek nasıl mümkün olur? Belli ki bu demagojidir. Bu şahıs, muharref İncil'e dayalı teslis inancını taşıyan ve Kur'an-ı Kerim'de şirk olduğu ifade edilen Hıristiyanlığı cazip ve meşru göstermek maksadındadır. Güya iki din arasında ortak bir taraf bulunuyor ve bu basın yoluyla kamuoyuna arz ediliyor. Halbuki küfür olan Hıristiyanlık ile yegâne hakkın kendisi olan İslam'ın hiçbir ortak yanı yoktur. Küfür ile hak, karanlık ile aydınlık nasıl ortak cihet taşıyabilir.? Kaldı ki küfürde olanların duası makbul olmadığı gibi, böyle bir duayı meşru ve faziletli saymak da itikadî açıdan tehlikelidir. Bilindiği gibi itikadî konular son derece büyük bir önemi haizdir. Küçük bir açı farkı, vahim neticeler doğurabilir.Sizden sadır olan küçük bir açı farkı, topluma genişleyerek yansır.Hıristiyanlarla tesis edilmiş gibi görünen samimiyet bağı, muhabbet havası ola ki, gençliğe "Hıristiyan da olunabilir" kanaatini verirse, bu hatanın tamiri mümkün olamaz. Kimse de bu vebali kaldıramaz. Bütün bunlar sizin malumunuzdur.Çok iyi biliniz ki, kelime-i tevhid'e ancak nübüvvetle tamamlanır. Allah Resûlünü inkar edenler, "Allah-u Ekber"kelimesinde nasıl samimi olabilirler?Biz Hıristiyan veya diğer din mensuplarıyla görüşülmesin, irtibat kurulmasın demiyoruz. Ancak onlarla olan ilgi ve irtibat, Hakk'ı ketmetmemek ve açıkça söylemek şartıyla meşrudur. Yani tebliğ esastır. Nitekim Allah Resûlü'nün o devrin Hıristiyanlarıyla olan görüşme ve münasebetleri, tam bir tebliğ örneği ve hakkın beyanı şeklinde cereyan etmiştir. Kur'an-ı Kerim'de Âl-i İmran suresinin ilk seksen ayetini ve Meryem suresini ibretle inceleyiniz! İstirham ederim. Bakınız ilgili ayetler; Âl-i İmran (1-8, 18-32, 35-37, 42-51, 53-61, 62-64, 79-80, 85-86) ve Meryem (21-25).Bakınız, şu ayet Hıristiyanlar hakkında inmiştir; "De ki: Allah'a ve Rasûlüne itaat ediniz. Eğer yüz çevirirlerse muhakkak ki, Allah kafirleri sevmez." (Âl-i İmran -32). "Andolsun 'Allah üçün üçüncüsüdür' diyenler kafir olmuşlardır." (Maide-73) "Müminler, müminleri bırakıp kafirleri dost edinmesinler." (Al-i İmran -28) Kaldı ki haham ve papazlarla işbirliği ihtiyacı nereden çıkmaktadır? Kimin için, neye ve kime karşı bir ve beraber olunacaktır.? Ancak ilhad fikri ve ateizm öldüğüne göre bu taviz, bu tahribat, bu zillet nedendir?Bu tutum insanlara Hıristiyanlığı normal ve meşru kabul etme hissiyatını verir ki, gençliğimiz, teknolojik üstünlüğü elinde tutan Hıristiyan dünyasına, Hıristiyanlık dinine meylederlerse bu vebali kim taşıyabilir?Nitekim bütün şehirlerimizde ve özellikle İstanbul, İzmir, Ankara,Eskişehir ve Adana gibi vilayetlerde gençlere İncil okutma faaliyetine başlanmıştır.Ve bilmekteyiz ki, asırlardır süren Hıristiyanlaştırma ve misyonerlik faaliyetleri, özellikle günümüzde daha da organizeli ve sinsi bir şekilde hız kazanmıştır. Hâlâ tarihî haçlı taassubunda İstanbul, İzmir ve hatta Anadolu kurtarılmayı bekleyen işgal edilmiş topraklar olarak algılanıyor ve öğretiliyor.
İspanya'yı düşünün ki, 800 yıl yaşayan bir İslam medeniyetinden bugün bir iz bile bulamazsınız. Ehl-i küfrün hesabının ileriye dönük ve intikam dolu olduğunu asla unutmamalıyız. Sekiz asır Endülüs Müslümanlarının yaşadığı İspanya'da bir tek Müslüman bırakılmamış, hepsi katledilmiştir. Halbuki İstanbul'un fethinin üstünden 545 yıl geçmiştir. Sırplar, Bosna'da katliam yaparken 'Hedefimiz İstanbul- Anadolu, hatta Horasan' diyorlardı; unutmayalım. Haçlı taassubunun doğurduğu kin, tarih boyunca hızından hiçbir şey kaybetmeden yaşatılmaktadır.Son günlerde manevi ve dini değerler üzerinde çıkarılan tartışmalar sebepsiz değildir. Bu, uluslararası organizeli bir güç tarafından planlanmakta, bu hususta yerli uşaklar kullanılmaktadır. İyi bilelim ki hedef, sadece dinimiz değil, devletimiz ve hatta vatanımızdır Bir baskı ve yılgınlık hali sergilenmesi de anlamlı değildir. Zira zat-i âliniz hukuk dışı bir iş yapmıyorsunuz ki, korkup endişe edeceksiniz.Yaptığınız millete ve vatana hizmettir.Kaldı ki siz, ne bir siyasi lidersiniz, ne de İslam namına seçilmiş bir temsilcisiniz. Her iki halde de böyle badirelere düşmenin anlamı yoktur.Nitekim biz, devlet ve millet kucaklaşmasıyla milli bütünlüğü temine çalışıyor, mevzuat ve hukukun üstünlüğünü hayata geçirmeye gayret ediyoruz.Biz, bu tartışma, istişare veya uyarıyı nefsanî bir hesapla ve de kötü örnek teşkil edecek şekilde kamuoyu önünde yapmıyoruz. 'Kol kırılır yeniçinde...kalır' denildiği gibi, bu bizim kardeşlik ve inanç beraberliğinden kaynaklanan görevimizdir.
Samimiyet, ihlas ve vefanıza inandığım kardeşim olarak, bu açık ve samimi düşünce ve uyarılarımı, edille-i şer'iyye ölçüleri ve hassas inancınız ve vicdanınızla kâmil anlamıyla değerlendirip, bir nefs muhasebesi yapacağınıza inanıyor, bu vesileyle tekrar kalbî muhabbetlerimi arz ediyorum. Allah'dan Sırat-ı Mustakim üzere daim bulunmanızı niyaz ediyorum".
Prof. Dr. Haydar Baş
(6 ŞUBAT 1998)
Evet, tarihi mektup
bu şekilde?
Saadet Partisi ve Sayın Erbakan konusunda ise, Prof. Dr. Haydar Baş'ın tavrının ne kadar net olduğu bilinmektedir. Saadet Partisi ve Sayın Erbakan hakkında hiçbir bir eleştiride bulunmadığı gibi çevresindeki hiç kimsenin de aksi bir tutum içerisinde olmasına müsaade etmemiştir. Hatta AKP iktidarı döneminde Sayın Erbakan aleyhinde çıkartılan mahkumiyet kararlarının yanlı ve yanlış olduğunu, bu ülkede başbakanlık yapan bir kimse hakkında, AKP iktidarının takındığı tutumun yanlışlığını medya önünde defaatle ifade eden tek kişidir.
6)Son bir iftira da şu: Halkın arasında dolaşan, Fethullah Gülen ve Grubu'nun gerçek kimliklerini ortaya koyan Vcd'lerin derin devlet tarafından gizli bilgiler içerecek şekilde Prof. Haydar Baş'a hazırlatıldığıdır.
Öncelikle halkın arasında dolaşan bu Vcd'ler herkese ulaştığı gibi bize de ulaşmıştır. 3 adet Vcd'den oluşan bu takımı başından sonuna kadar bizimde izleme imkanımız oldu. Vcd'lerin içinde yer alan bilgilerin ve görüntülerin tamamı izleyen herkesin anlayabileceği gibi öyle gizli kapaklı bilgiler değil... Aksine bizatihi Fethullah Gülen'in kendi yazılarından ve sözlerinden oluşuyor. Ya da içinde Fethullah Gülen Gurubu'nun kamuoyuna yansımış uygulamaları var. Yani bunlar iftiralarda denildiği gibi istihbarat bilgileri falan hiç değil... Vcd'leri hazırlayanlar güzel bir araştırma yapmış ve Fethullah Gülen gurubunun yaptıklarını bir bir yine onların kendi ağzından ortaya koymuş... Vcd'lerdeki haber kaynakları Fethullah Gülen grubuna ait yayın organlarında yer alan, Gülen veya yakınları imzalı ifadeler... Şimdi bunları sanki derin devletin elinde bulunan gizli belgeymiş gibi gösterip, arkasından da son derece seviyesiz ve ahlaksız iftiralarla Prof. Haydar Baş'ı karalamaya kalkanlar, geçmişte olduğu gibi bu günde hukukun önünde, hak ettikleri cezayı elbette alacaklar...
Prof. Haydar Baş her zaman bölücü ve yıkıcı unsurları, sahip olduğu düşünceleri ile çürütmüş ve onları bertaraf etmiştir. O'nun bu karşı konulmaz görüşleri karşısında fikir planında kaçacak delik arayanlar, yolu iftira atmakta bulmuşlardır. Allah için söyler misiniz, 30'u aşkın kitabı onbinlerce makalesi, bir o kadar açıklaması olan Prof. Haydar Baş hakkında iftira ve karalama yolunu seçenler, bir tek sözüne, bir tek cümlesine, bir tek hareketine, bir satır eleştiri yazabilmişler midir? Elbette hayır. Bunu yapamayacaklarını bilenler işte bu çirkef yolu kendilerine seçmişlerdir. Ama ne O'nu yolundan bir zerre alıkoyabilirler, ne de kendilerini temize çıkartabilirler.
Prof. Dr. Haydar Baş'ın hayatını yakînen bilen birisi olarak şunu hemen söyleyebilirim ki hayatında hiçbir hukuki davayı kaybetmemiştir. Çünkü o millet ve devlet davasında haklıdır ve millet adına hakkını hukukun içerisinde sonuna kadarda korumasını başarmıştır. Bugün iftira atanlar ne ilktir, ne de son olacaktır. Ancak bugünkülerinde gelecektekilerin de akıbeti geçmiştekiler ile aynı olacak Türk adaleti önünde hepsi hüsran olacaktır. Bu ülkenin sahipsiz olduğunu parça, parça edilip lokma lokma yutulacağını sananlar
Prof. Dr. Haydar Baş'ı hiç tanımıyorlar.
"Muhterem Kardeşim Fethullah Efendi,
Allah'a hamd, Resûlüne salât-ü selamdan sonra mektubuma başlarken zat-i âlinize ve camianıza selam ve muhabbetlerimi sunarım. Malumunuzdur ki, Mü'minlerin birbirlerini sevmeleri, sırat-ı mustakîm üzere bulunmaları, varsa noksanlarını telafi edip birbirlerine yardımcı olmaları, hakkı tavsiye etmeleri ve gerektiğinde emri bi'l ma'rûf - nehyi ani'l münker yapmaları Hak'ın emri gereğidir ve bir vecibedir. "Müminler ancak kardeştir" ve kardeşler, birbirine yıkayan iki el gibidirler. Kardeşin kardeş üzerinde hem hakkı hem de sorumluluğu vardır. Eğer bir Mümin kaderin sevkiyle bir camianın sorumluluğunu taşıyorsa bu sorumluluk, bu vebal daha da artmakta ve önem kazanmaktadır. Sevgili Peygamberimiz (s.a.v) "Hepiniz çobansınız ve güttüğünüzden mesûlsünüz" buyurmaktadır. Bu sebepledir ki,birbirimizi lüzum görülen hususlarda aydınlatmak, istişare etmek, varsa bir yanlıştan sakındırmak, üzerimize bir borç olduğu gibi, kardeşlik hukukunun da bir gereğidir.
Öte yandan zat-i âliniz ve arkadaşlarınızın ülkemizde ve dünyada yaptığı hayırlı hizmetleri takdirle karşılıyor ve hayırla anıyoruz. Bu cümleden olarak bu mektubu, hem bir istişare maksadıyla hem de bir mükellefiyetin gereğini yerine getirmek üzere yazıyorum.
Zat-i âliniz ve hizmet camianızla ilgili olarak kamuoyunda tartışılan,medya yoluyla aleniyet kazanan ve aşağıda bir kısmına temas edeceğim hususlarda,inancımız, yolumuz İslam adına ciddi endişelerim hasıl olmuştur. Belki de meseleler, intikal ettiği gibi değildir, - ki öyle olmasını çok temenni ederim - fakat değil mi ki hadiseler bir noktaya gelmiştir ve tartışılmaktadır; o halde ciddiyet kazanmıştır. Eğer meseleler saptırılıp, kamuoyuna yanlış izlenim veriliyorsa, basın yoluyla tekzibinin çok isabetli olacağı kanaatindeyim.
Yaşadığımız devrin şartlarının zorluğunu ve vahametini kabul etmekle beraber, Müminlerin (hele de hizmette öncü olup bir camiayı temsil ediyorlarsa) usûl ve metot açısından basiret ve ferasetle yürümeleri,ancak Hak'ın hududunu da korumaları bir zorunluluktur. Mevzuat ve hukuka ters düşmeden, Devlet ve Millet bütünlüğünü koruyarak -zira bu Devlet, bu Millet bizimdir- müsamaha hudutlarını sonuna kadar zorlamalı, fakat asla tavize yaklaşılmamalıdır. Buna hakkımız olmadığı gibi, Hakk'a ancak hak ölçülerin korunması suretiyle hizmet edilebileceği, diğer gayretlerin ise hizmet değil, bir vebal olacağı bilinmelidir. Bu ölçüler içerisinde, zat-iâlinizi incitmeden maksadımı anlatabilmek ümidiyle, bizi endişeye sevk eden hususlara ana hatlarıyla temas edeceğim
1- Bir müddet evvel basına yansıyan bir beyanatınızda başörtüsüne "teferruat" demişsiniz. Bu söz,İslam'ı tahrif etmeyi meslek edinenler tarafından ele alınarak neredeyse tesettürün lüzumsuzluğuna hükmedildi. Belki maksadınız bu değildi, fakat olaylar sonuçlarıyla ölçüdür.
Çok iyi bilirsiniz ki tesettür, başörtüsü bir vecibedir, farzdır.Ayetlerle sabittir. Ayette başörtüsü, "Hamr" kelimesiyle anlatılır. Bir manası başı,diğer bir manası da göğsü örtmek hakkındadır. Malumunuzdur ki, lafızların kelime manası esas alındığında mesele sapar ve saptırılır. Zira bu kelimenin elliye yakın manası vardır. Bir manası da içkidir. Sadece kelime manasından yola çıkarak kalkıp da ayette geçen 'Hamr' kelimesini içki anlamıyla kabul edersek "içkiyi örtmek" gibi bir şey ortaya çıkar ki, bu mantıksızlıktır.O halde mefhumları, lafızların kelime manasıyla uğraşıp saptırmadan,istılahî mana üzerinde durmak, ayetlerin nüzûl sebeplerine inmek ve tarihî tatbikatı da dikkate almak esas olmalıdır. Nitekim tesettür ayeti indikten sonra, Müminlerin Annesi Hazreti Zeynep validemiz, hiç dışarı çıkmamıştır.
Yine biliriz ki, bir farzı basite almak, helâlı haram, haramı helâl kabul etmek, itikadî açıdan pek vahim sonuçlar doğurur. Neden Allah'ın emirlerini tartışma konusu yapmaya sebep oluyoruz? Bu bir mecburiyet midir?Mecburiyet ise nereden kaynaklanmaktadır?
2- Yine günümüzde Kur'an-ı Kerim'i tahrif planları yapan çevreler ve bunların avukatlığına soyunan İslam muhalifleri var. 'Yeniden yapılanma 'adı altında İslam'ı, reformcu bir mantıkla tahrife kalkışmaktadırlar. Sanki Resûlüllah (s.a.v), Kuran-ı Kerim'i anlayamamış da, 14 asır sonra bu hilkat garibeleri anlamış... Bunlara göre "Hadis-i şerifler uydurmadır. İcma, kıyas, mezhep ve meşrep gibi kavramlar yoktur. Müctehid imamlar komisyoncu,Müslümanlar yobaz; İslam 1400 yıldan beri hiç anlaşılmamış..." Bunlara göre,'Mezhepler haktır' demek küfür; ama lafzı da mu'cize olan Kur'an-ı Kerim'i Türkçeleştirmek uğruna, mezhep imamlarının fetvaları pek muteberdir ve asıldır.Bu kadar vahim dalâlet, sapıklık ve tezat içinde yüzenlere binbir zahmetlerle kurduğunuz TV kanalınızda zehirli fikirlerini yayma fırsatı veriyorsunuz. Bundan daha da vahimi, sözünü ettiğimiz şahıs ve şahıslara plaket vermek suretiyle ödüllendiriyorsunuz; bunun adı tolerans, müsamaha oluyor. Böylece hem bu gibiler özendiriliyor, hem de büyük kitleler bu yapılanların meşru olduğu zannına kapılıyor. Buna razı olacağınıza asla inanmıyorum.
3- Basında ve kamuoyunda müşahede ettiğimiz daha büyük bir yanlış ise, Hıristiyan din öncüleriyle yakınlıklar kurulması, karşılıklı dostluk mesajları gönderilmesi ve bu yolda birlik-beraberlik, işbirliği, iyi niyet havasının verilmek istenmesidir.Hatta son günlerde çıkan bir haberden takip ettiğimize göre bir iftar sofrasında bir Hıristiyan temsilciye dua ettiriliyor. Temsilci duasında teknik bir şekilde Allah Resûlü'nü tanımadığını ifade ediyor. "Ortak yanımız Allah-u Ekber dir. Allah-u Ekber diyelim" diyor. Şimdi soruyorum; "Muhammed'ür rasûlullah" demeden, gerçek manada Allah-u Ekber demek nasıl mümkün olur? Belli ki bu demagojidir. Bu şahıs, muharref İncil'e dayalı teslis inancını taşıyan ve Kur'an-ı Kerim'de şirk olduğu ifade edilen Hıristiyanlığı cazip ve meşru göstermek maksadındadır. Güya iki din arasında ortak bir taraf bulunuyor ve bu basın yoluyla kamuoyuna arz ediliyor. Halbuki küfür olan Hıristiyanlık ile yegâne hakkın kendisi olan İslam'ın hiçbir ortak yanı yoktur. Küfür ile hak, karanlık ile aydınlık nasıl ortak cihet taşıyabilir.? Kaldı ki küfürde olanların duası makbul olmadığı gibi, böyle bir duayı meşru ve faziletli saymak da itikadî açıdan tehlikelidir. Bilindiği gibi itikadî konular son derece büyük bir önemi haizdir. Küçük bir açı farkı, vahim neticeler doğurabilir.Sizden sadır olan küçük bir açı farkı, topluma genişleyerek yansır.Hıristiyanlarla tesis edilmiş gibi görünen samimiyet bağı, muhabbet havası ola ki, gençliğe "Hıristiyan da olunabilir" kanaatini verirse, bu hatanın tamiri mümkün olamaz. Kimse de bu vebali kaldıramaz. Bütün bunlar sizin malumunuzdur.Çok iyi biliniz ki, kelime-i tevhid'e ancak nübüvvetle tamamlanır. Allah Resûlünü inkar edenler, "Allah-u Ekber"kelimesinde nasıl samimi olabilirler?Biz Hıristiyan veya diğer din mensuplarıyla görüşülmesin, irtibat kurulmasın demiyoruz. Ancak onlarla olan ilgi ve irtibat, Hakk'ı ketmetmemek ve açıkça söylemek şartıyla meşrudur. Yani tebliğ esastır. Nitekim Allah Resûlü'nün o devrin Hıristiyanlarıyla olan görüşme ve münasebetleri, tam bir tebliğ örneği ve hakkın beyanı şeklinde cereyan etmiştir. Kur'an-ı Kerim'de Âl-i İmran suresinin ilk seksen ayetini ve Meryem suresini ibretle inceleyiniz! İstirham ederim. Bakınız ilgili ayetler; Âl-i İmran (1-8, 18-32, 35-37, 42-51, 53-61, 62-64, 79-80, 85-86) ve Meryem (21-25).Bakınız, şu ayet Hıristiyanlar hakkında inmiştir; "De ki: Allah'a ve Rasûlüne itaat ediniz. Eğer yüz çevirirlerse muhakkak ki, Allah kafirleri sevmez." (Âl-i İmran -32). "Andolsun 'Allah üçün üçüncüsüdür' diyenler kafir olmuşlardır." (Maide-73) "Müminler, müminleri bırakıp kafirleri dost edinmesinler." (Al-i İmran -28) Kaldı ki haham ve papazlarla işbirliği ihtiyacı nereden çıkmaktadır? Kimin için, neye ve kime karşı bir ve beraber olunacaktır.? Ancak ilhad fikri ve ateizm öldüğüne göre bu taviz, bu tahribat, bu zillet nedendir?Bu tutum insanlara Hıristiyanlığı normal ve meşru kabul etme hissiyatını verir ki, gençliğimiz, teknolojik üstünlüğü elinde tutan Hıristiyan dünyasına, Hıristiyanlık dinine meylederlerse bu vebali kim taşıyabilir?Nitekim bütün şehirlerimizde ve özellikle İstanbul, İzmir, Ankara,Eskişehir ve Adana gibi vilayetlerde gençlere İncil okutma faaliyetine başlanmıştır.Ve bilmekteyiz ki, asırlardır süren Hıristiyanlaştırma ve misyonerlik faaliyetleri, özellikle günümüzde daha da organizeli ve sinsi bir şekilde hız kazanmıştır. Hâlâ tarihî haçlı taassubunda İstanbul, İzmir ve hatta Anadolu kurtarılmayı bekleyen işgal edilmiş topraklar olarak algılanıyor ve öğretiliyor.
İspanya'yı düşünün ki, 800 yıl yaşayan bir İslam medeniyetinden bugün bir iz bile bulamazsınız. Ehl-i küfrün hesabının ileriye dönük ve intikam dolu olduğunu asla unutmamalıyız. Sekiz asır Endülüs Müslümanlarının yaşadığı İspanya'da bir tek Müslüman bırakılmamış, hepsi katledilmiştir. Halbuki İstanbul'un fethinin üstünden 545 yıl geçmiştir. Sırplar, Bosna'da katliam yaparken 'Hedefimiz İstanbul- Anadolu, hatta Horasan' diyorlardı; unutmayalım. Haçlı taassubunun doğurduğu kin, tarih boyunca hızından hiçbir şey kaybetmeden yaşatılmaktadır.Son günlerde manevi ve dini değerler üzerinde çıkarılan tartışmalar sebepsiz değildir. Bu, uluslararası organizeli bir güç tarafından planlanmakta, bu hususta yerli uşaklar kullanılmaktadır. İyi bilelim ki hedef, sadece dinimiz değil, devletimiz ve hatta vatanımızdır Bir baskı ve yılgınlık hali sergilenmesi de anlamlı değildir. Zira zat-i âliniz hukuk dışı bir iş yapmıyorsunuz ki, korkup endişe edeceksiniz.Yaptığınız millete ve vatana hizmettir.Kaldı ki siz, ne bir siyasi lidersiniz, ne de İslam namına seçilmiş bir temsilcisiniz. Her iki halde de böyle badirelere düşmenin anlamı yoktur.Nitekim biz, devlet ve millet kucaklaşmasıyla milli bütünlüğü temine çalışıyor, mevzuat ve hukukun üstünlüğünü hayata geçirmeye gayret ediyoruz.Biz, bu tartışma, istişare veya uyarıyı nefsanî bir hesapla ve de kötü örnek teşkil edecek şekilde kamuoyu önünde yapmıyoruz. 'Kol kırılır yeniçinde...kalır' denildiği gibi, bu bizim kardeşlik ve inanç beraberliğinden kaynaklanan görevimizdir.
Samimiyet, ihlas ve vefanıza inandığım kardeşim olarak, bu açık ve samimi düşünce ve uyarılarımı, edille-i şer'iyye ölçüleri ve hassas inancınız ve vicdanınızla kâmil anlamıyla değerlendirip, bir nefs muhasebesi yapacağınıza inanıyor, bu vesileyle tekrar kalbî muhabbetlerimi arz ediyorum. Allah'dan Sırat-ı Mustakim üzere daim bulunmanızı niyaz ediyorum".
Prof. Dr. Haydar Baş
(6 ŞUBAT 1998)
Evet, tarihi mektup
bu şekilde?
Saadet Partisi ve Sayın Erbakan konusunda ise, Prof. Dr. Haydar Baş'ın tavrının ne kadar net olduğu bilinmektedir. Saadet Partisi ve Sayın Erbakan hakkında hiçbir bir eleştiride bulunmadığı gibi çevresindeki hiç kimsenin de aksi bir tutum içerisinde olmasına müsaade etmemiştir. Hatta AKP iktidarı döneminde Sayın Erbakan aleyhinde çıkartılan mahkumiyet kararlarının yanlı ve yanlış olduğunu, bu ülkede başbakanlık yapan bir kimse hakkında, AKP iktidarının takındığı tutumun yanlışlığını medya önünde defaatle ifade eden tek kişidir.
6)Son bir iftira da şu: Halkın arasında dolaşan, Fethullah Gülen ve Grubu'nun gerçek kimliklerini ortaya koyan Vcd'lerin derin devlet tarafından gizli bilgiler içerecek şekilde Prof. Haydar Baş'a hazırlatıldığıdır.
Öncelikle halkın arasında dolaşan bu Vcd'ler herkese ulaştığı gibi bize de ulaşmıştır. 3 adet Vcd'den oluşan bu takımı başından sonuna kadar bizimde izleme imkanımız oldu. Vcd'lerin içinde yer alan bilgilerin ve görüntülerin tamamı izleyen herkesin anlayabileceği gibi öyle gizli kapaklı bilgiler değil... Aksine bizatihi Fethullah Gülen'in kendi yazılarından ve sözlerinden oluşuyor. Ya da içinde Fethullah Gülen Gurubu'nun kamuoyuna yansımış uygulamaları var. Yani bunlar iftiralarda denildiği gibi istihbarat bilgileri falan hiç değil... Vcd'leri hazırlayanlar güzel bir araştırma yapmış ve Fethullah Gülen gurubunun yaptıklarını bir bir yine onların kendi ağzından ortaya koymuş... Vcd'lerdeki haber kaynakları Fethullah Gülen grubuna ait yayın organlarında yer alan, Gülen veya yakınları imzalı ifadeler... Şimdi bunları sanki derin devletin elinde bulunan gizli belgeymiş gibi gösterip, arkasından da son derece seviyesiz ve ahlaksız iftiralarla Prof. Haydar Baş'ı karalamaya kalkanlar, geçmişte olduğu gibi bu günde hukukun önünde, hak ettikleri cezayı elbette alacaklar...
Prof. Haydar Baş her zaman bölücü ve yıkıcı unsurları, sahip olduğu düşünceleri ile çürütmüş ve onları bertaraf etmiştir. O'nun bu karşı konulmaz görüşleri karşısında fikir planında kaçacak delik arayanlar, yolu iftira atmakta bulmuşlardır. Allah için söyler misiniz, 30'u aşkın kitabı onbinlerce makalesi, bir o kadar açıklaması olan Prof. Haydar Baş hakkında iftira ve karalama yolunu seçenler, bir tek sözüne, bir tek cümlesine, bir tek hareketine, bir satır eleştiri yazabilmişler midir? Elbette hayır. Bunu yapamayacaklarını bilenler işte bu çirkef yolu kendilerine seçmişlerdir. Ama ne O'nu yolundan bir zerre alıkoyabilirler, ne de kendilerini temize çıkartabilirler.
Prof. Dr. Haydar Baş'ın hayatını yakînen bilen birisi olarak şunu hemen söyleyebilirim ki hayatında hiçbir hukuki davayı kaybetmemiştir. Çünkü o millet ve devlet davasında haklıdır ve millet adına hakkını hukukun içerisinde sonuna kadarda korumasını başarmıştır. Bugün iftira atanlar ne ilktir, ne de son olacaktır. Ancak bugünkülerinde gelecektekilerin de akıbeti geçmiştekiler ile aynı olacak Türk adaleti önünde hepsi hüsran olacaktır. Bu ülkenin sahipsiz olduğunu parça, parça edilip lokma lokma yutulacağını sananlar
Prof. Dr. Haydar Baş'ı hiç tanımıyorlar.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.