Bir önceki yazımda hakikate ulaşmada akıl ve kalbin farklı bakış açılarına değinmiştim. Bir filozofun ve bir kâmil-i mürşidin, evrene bakış açılarını gözler önüne sermeye çalışmıştım. İşin sırrı bu eylemin nedenini-amacını ortaya koyan yüce insanda.
Bir felsefecinin-filozofun görevi basittir. Aklen sadece düşünür. Düşüncesini dil ile karşı tarafa aktarır. Bir veya birden çok önermeden başka bir önerme çıkarma, 'akıl yürütme' anlamında mantık terimi olan (istidlâl) düşüncesini ön plana alıp hareket eder ve düşüncesini karşısındaki beyne yollar. Durum böyleyken, tabiri caizse dinleyicinin bir kulağından girip öbür kulağından çıkar.
"Bu olay tasavvufta farklı boyutlara da geçebiliyor. Aklın verasındaki işler, olaylar, hadiseler, mantık ötesi meseleler, akılla izah edilemez.
Mevlana, 'Hakikat yolunda akıl, çamura saplanmış merkep gibidir' buyuruyor. 'Niçin olmuş, nasıl olmuş?' gibi sualler yersiz. Zaten insan, o 'nasıl'ı çözse; kafir, münafık diye kimse kalmaz. Ama bir sürü kafir, bir sürü münafık var.
Demek ki, o nasılların, nicelerin ötesinde bir 'nasıl' ve 'niceler' var. Zamanımızda, 'inandım' diyen insan, bu mantıkla, bu mantalite ile hadisenin içerisine akılla giriyor. Bir de bakıyorsunuz, çuvallıyor. O akıl öyle bir akıl oluyor ki, ha Ebu Cehil'in kullandığı mantık, ha onun kullandığı mantık, aralarında hiçbir fark kalmıyor.
Allah görülür mü? Elbette görülür. Ama nasıl? Onun ilmi, okumakta, kitapta değildir, ibadettedir. İbadetle, 'kalple' Allah'ı tanır insan." (Prof. Dr. Haydar Baş, Yaşayan Kur'an: Sünnet).
Mürşid-i kâmilin yaptığı bu görev, filozofunki kadar basit değildir.
Nedeni şu ki, mürşid-i kâmil; kalben düşünür, kalben söyler ve kalbe iletir. Karşısındaki kalbe hükmeder ve o kalpte saltanat kurar. Tasavvufta durum böyledir.
Benim ismim, o yüce şahsiyetin adına hürmeten konulmuş olan, o âlimin kıssasıyla bu durumu örneklendireceğim.
Hz. Abdülkadir Geylani'nin oğlu Abdulvehhab, âlim bir zattır. Kürsüye çıkar, çok da güzel konuşurmuş. Birçok ilimde, felsefede tefsir ilminde, fıkıhta büyük bir âlimdi.
Bir gün Hazret'e demiş ki: "Yahu baba! Biz çıkıyoruz. Anlatmadığımız mesele kalmıyor. Millet horul horul uyuyor. Ama sen çıkıyorsun, 'Bugün Abdülvehhab'ın annesi ocak üstüne yumurta koydu. Fokur fokur kaynadı' diyorsun, millet ağlıyor. Bir yumurtanın pişmesi bile insanların irşadına, ikazına sebep oluyor. Bizimki neden etkili olmuyor da, seninki oluyor? Bunun hikmeti nedir?"
Hz. Pir, "Evladım! Siz dilden, biz ise kalpten konuşuyoruz" buyuruyor.
Yani onlar, gönül-kalp dili ile konuşan insanlardır. Malumunuz insanların dili ikidir. Biri gönül dilidir, diğeri de bizim bildiğimiz dildir.
Cenab-ı Hakka kavuşmak ayak ile değil, kalp ile vuslat olur. İslam tasavvufunu anlayabilmek akıl ile değil, kalp ile mümkün olur.
Bir felsefecinin-filozofun görevi basittir. Aklen sadece düşünür. Düşüncesini dil ile karşı tarafa aktarır. Bir veya birden çok önermeden başka bir önerme çıkarma, 'akıl yürütme' anlamında mantık terimi olan (istidlâl) düşüncesini ön plana alıp hareket eder ve düşüncesini karşısındaki beyne yollar. Durum böyleyken, tabiri caizse dinleyicinin bir kulağından girip öbür kulağından çıkar.
"Bu olay tasavvufta farklı boyutlara da geçebiliyor. Aklın verasındaki işler, olaylar, hadiseler, mantık ötesi meseleler, akılla izah edilemez.
Mevlana, 'Hakikat yolunda akıl, çamura saplanmış merkep gibidir' buyuruyor. 'Niçin olmuş, nasıl olmuş?' gibi sualler yersiz. Zaten insan, o 'nasıl'ı çözse; kafir, münafık diye kimse kalmaz. Ama bir sürü kafir, bir sürü münafık var.
Demek ki, o nasılların, nicelerin ötesinde bir 'nasıl' ve 'niceler' var. Zamanımızda, 'inandım' diyen insan, bu mantıkla, bu mantalite ile hadisenin içerisine akılla giriyor. Bir de bakıyorsunuz, çuvallıyor. O akıl öyle bir akıl oluyor ki, ha Ebu Cehil'in kullandığı mantık, ha onun kullandığı mantık, aralarında hiçbir fark kalmıyor.
Allah görülür mü? Elbette görülür. Ama nasıl? Onun ilmi, okumakta, kitapta değildir, ibadettedir. İbadetle, 'kalple' Allah'ı tanır insan." (Prof. Dr. Haydar Baş, Yaşayan Kur'an: Sünnet).
Mürşid-i kâmilin yaptığı bu görev, filozofunki kadar basit değildir.
Nedeni şu ki, mürşid-i kâmil; kalben düşünür, kalben söyler ve kalbe iletir. Karşısındaki kalbe hükmeder ve o kalpte saltanat kurar. Tasavvufta durum böyledir.
Benim ismim, o yüce şahsiyetin adına hürmeten konulmuş olan, o âlimin kıssasıyla bu durumu örneklendireceğim.
Hz. Abdülkadir Geylani'nin oğlu Abdulvehhab, âlim bir zattır. Kürsüye çıkar, çok da güzel konuşurmuş. Birçok ilimde, felsefede tefsir ilminde, fıkıhta büyük bir âlimdi.
Bir gün Hazret'e demiş ki: "Yahu baba! Biz çıkıyoruz. Anlatmadığımız mesele kalmıyor. Millet horul horul uyuyor. Ama sen çıkıyorsun, 'Bugün Abdülvehhab'ın annesi ocak üstüne yumurta koydu. Fokur fokur kaynadı' diyorsun, millet ağlıyor. Bir yumurtanın pişmesi bile insanların irşadına, ikazına sebep oluyor. Bizimki neden etkili olmuyor da, seninki oluyor? Bunun hikmeti nedir?"
Hz. Pir, "Evladım! Siz dilden, biz ise kalpten konuşuyoruz" buyuruyor.
Yani onlar, gönül-kalp dili ile konuşan insanlardır. Malumunuz insanların dili ikidir. Biri gönül dilidir, diğeri de bizim bildiğimiz dildir.
Cenab-ı Hakka kavuşmak ayak ile değil, kalp ile vuslat olur. İslam tasavvufunu anlayabilmek akıl ile değil, kalp ile mümkün olur.
Abdülkadir HİSAR / diğer yazıları