Avrupa Birliği üyeliğine aday ülkelerin gerekli şartlara haiz olup olmadığını tespit edebilmek için AB kurucuları ve üyeleri tarafından uygun görülüp, geçirilmesi gerekli olan süreç, diğer adıyla müzakereler, bazılarının zannettiği gibi karşılıklı fikir alışverişleriyle husule gelen bir durum değil, tamamen verilen direktifler doğrultusunda, emirlerin yerine getirilmesiyle doğru orantılı olarak gelişen bir değişim senaryosudur.
Öyle ki; başta Ermeni sorunu, casus belli, Apo'nun tekrar yargılanması, Kıbrıs meselesi, Ruhban Okulu'nun açılması ve İstanbul'da kurulması beklenen Ekümenik bir devletin vücuda gelmesi gibi konular hiçbir zaman AB kurmayları tarafından polemik konusu yapılmamış, bilakis kati bir şart olarak öne sürülmüştür.
Çünkü AB'nin kriterleri belli olmakla birlikte hiçbir zaman herhangi bir konuyu pazarlık masasına yatırmaz ve ülkeler için yüksek derecede öneme haiz bile olsa, şartlarda esnemeye gitmezler. Süreç dahilinde kriterlere uygunluk ve ülkeler için kritik sayılabilecek konularda karar her zaman için aday olan ülke yönetimlerine bırakılır.
Hal böyle olunca da terazinin bir kefesine konulan kriterler ve diğer kefesine konulan AB'nin üye olacak ülkeye olan getirisi birbiriyle kıyaslanarak karar hükümetlerce kolaylıkla verilebilir.
Türkiye'deki çetrefilli durum ise bu döngünün tamamen dışında tutulması gereken istisnai bir meseledir.
Çünkü bir Bulgaristan'ın, Yunanistan'ın veya Polonya'nın birliğe üye yapılmasıyla, Türkiye'nin birliğe üye yapılması vaadiyle ucu açık bir müzakere sürecine sokulması arasında dünya kadar fark vardır.
AB'nin, üyeliğimizi istemesindeki maksatta ana tema, üzüm yemek değil bağcıyı dövmektir.
Gündem olarak en yakınımızdaki Ermeni meselesinde olduğu gibi, değil mi ki her şey gözler önünde olduğu halde ve tüm çağrılara rağmen bütün Avrupalı gözlerimizin içine baka baka "bu soykırımı kabul edin" demiştir. O zaman işin rengi belli olmuş ve takınacağımız tavır netleşmiştir. Çünkü olay ne beşeri, ne hukuki, ne de tarihidir. Olay tamamen siyasidir.
Yani tarih sahnesinde kanımızı dökerek kazandığımız haklı davalar, bir sevda uğruna, siyaset uğruna AB maşasına yatırılmak ve gerekmediği halde bir sonuca bağlanmak istenmektedir.
Örneğin Ege ve teröristbaşı meseleleri AB ve Yunanlı diplomatlar tarafından devamlı surette kaşınmakta ve bilinçli olarak gündemde tutulmaya çalışılmaktadır. Bu çabalara ülkemiz içinde de katkı sağlamaya çalışanların sayısı da küçümsenmeyecek kadar fazladır. Hatta öyle ki, onların ekmeklerine yağ süren bir Meclis başkanımız dahi mevcuttur.
Netice olarak başta bu iki mesele olmak üzere birçok konu önce Türk medyasında -hükümetin menfaatleri doğrultusunda- sindirilmekte, daha sonra iş Birleşmiş Milletler ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne(AİHM) taşınmakta ve son olarak da bugüne kadar lehimize bir tek karar çıkmayan Uluslararası (Lahey) Adalet Divanı'nda aleyhimize bir şekilde noktalanmak istenmektedir.
Bu mantık çerçevesi dahilinde olaylar periyodik ve sistematik bir şekilde gelişmektedir. Bunun en çarpıcı örneği de KKTC'de yaşanan "Louzidou" davasıdır.
Mülk ve tazminat kaybettiğimiz "Louzidou" davasının peşinden aynı formatta bir çok dava açılmış ve halen de mahkemelerde görülmektedir.
Örneğin adım adım gelişen KKTC sürecinde şu andaki Cumhurbaşkanının, başbakan iken sarfettiği "KKTC Kıbrıs'tan ayrı devlet olamaz" sözlerini bugün Papadopulos'un "30 bin Türk askeri topraklarımızı işgalden vazgeçsin ve ülkemizi terketsin" beyanı takip etmiştir. Ve bu sürecin nereye doğru gittiği de aşikare görülmektedir.
Netice olarak, bu süreç "AB bir Hıristiyan kulübü olmadığını ispat etmek istiyorsa Türkiye'yi kabul etmelidir" söyleminden farklı bir kulvarda ve farklı bir mecrada gelişmektedir. Ne karşılıklı atıflarla, aldatmacalarla ve sataşmalarla, ne de sadece temiz bir toplum projeleriyle neticelendirilebilecek bir konjektürdedir.
Olaylar tamamen bizim üzerimizde dönmekte ama bizim dışımızda gelişmektedir.
İşin nihayete ermesi AB süzgecinden geçmesine bakmaktadır.
Hasıla, Türkiye affedilmemiş bir Apo'yla, Ekümenik olarak tanınmamış bir Barthelomeus'la, casus belli'si yok sayılmamış bir Ege politikasıyla, ilhak edilmemiş bir Kıbrıs'ıyla, açılmamış bir Ruhban okulu ve kabul edilmemiş bir Ermeni soykırımıyla, hatta ve hatta Hristiyanlaşmamış bir toplumuyla bu süzgeçten biraz zor geçeceğe benzemektedir.
Öyle ki; başta Ermeni sorunu, casus belli, Apo'nun tekrar yargılanması, Kıbrıs meselesi, Ruhban Okulu'nun açılması ve İstanbul'da kurulması beklenen Ekümenik bir devletin vücuda gelmesi gibi konular hiçbir zaman AB kurmayları tarafından polemik konusu yapılmamış, bilakis kati bir şart olarak öne sürülmüştür.
Çünkü AB'nin kriterleri belli olmakla birlikte hiçbir zaman herhangi bir konuyu pazarlık masasına yatırmaz ve ülkeler için yüksek derecede öneme haiz bile olsa, şartlarda esnemeye gitmezler. Süreç dahilinde kriterlere uygunluk ve ülkeler için kritik sayılabilecek konularda karar her zaman için aday olan ülke yönetimlerine bırakılır.
Hal böyle olunca da terazinin bir kefesine konulan kriterler ve diğer kefesine konulan AB'nin üye olacak ülkeye olan getirisi birbiriyle kıyaslanarak karar hükümetlerce kolaylıkla verilebilir.
Türkiye'deki çetrefilli durum ise bu döngünün tamamen dışında tutulması gereken istisnai bir meseledir.
Çünkü bir Bulgaristan'ın, Yunanistan'ın veya Polonya'nın birliğe üye yapılmasıyla, Türkiye'nin birliğe üye yapılması vaadiyle ucu açık bir müzakere sürecine sokulması arasında dünya kadar fark vardır.
AB'nin, üyeliğimizi istemesindeki maksatta ana tema, üzüm yemek değil bağcıyı dövmektir.
Gündem olarak en yakınımızdaki Ermeni meselesinde olduğu gibi, değil mi ki her şey gözler önünde olduğu halde ve tüm çağrılara rağmen bütün Avrupalı gözlerimizin içine baka baka "bu soykırımı kabul edin" demiştir. O zaman işin rengi belli olmuş ve takınacağımız tavır netleşmiştir. Çünkü olay ne beşeri, ne hukuki, ne de tarihidir. Olay tamamen siyasidir.
Yani tarih sahnesinde kanımızı dökerek kazandığımız haklı davalar, bir sevda uğruna, siyaset uğruna AB maşasına yatırılmak ve gerekmediği halde bir sonuca bağlanmak istenmektedir.
Örneğin Ege ve teröristbaşı meseleleri AB ve Yunanlı diplomatlar tarafından devamlı surette kaşınmakta ve bilinçli olarak gündemde tutulmaya çalışılmaktadır. Bu çabalara ülkemiz içinde de katkı sağlamaya çalışanların sayısı da küçümsenmeyecek kadar fazladır. Hatta öyle ki, onların ekmeklerine yağ süren bir Meclis başkanımız dahi mevcuttur.
Netice olarak başta bu iki mesele olmak üzere birçok konu önce Türk medyasında -hükümetin menfaatleri doğrultusunda- sindirilmekte, daha sonra iş Birleşmiş Milletler ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne(AİHM) taşınmakta ve son olarak da bugüne kadar lehimize bir tek karar çıkmayan Uluslararası (Lahey) Adalet Divanı'nda aleyhimize bir şekilde noktalanmak istenmektedir.
Bu mantık çerçevesi dahilinde olaylar periyodik ve sistematik bir şekilde gelişmektedir. Bunun en çarpıcı örneği de KKTC'de yaşanan "Louzidou" davasıdır.
Mülk ve tazminat kaybettiğimiz "Louzidou" davasının peşinden aynı formatta bir çok dava açılmış ve halen de mahkemelerde görülmektedir.
Örneğin adım adım gelişen KKTC sürecinde şu andaki Cumhurbaşkanının, başbakan iken sarfettiği "KKTC Kıbrıs'tan ayrı devlet olamaz" sözlerini bugün Papadopulos'un "30 bin Türk askeri topraklarımızı işgalden vazgeçsin ve ülkemizi terketsin" beyanı takip etmiştir. Ve bu sürecin nereye doğru gittiği de aşikare görülmektedir.
Netice olarak, bu süreç "AB bir Hıristiyan kulübü olmadığını ispat etmek istiyorsa Türkiye'yi kabul etmelidir" söyleminden farklı bir kulvarda ve farklı bir mecrada gelişmektedir. Ne karşılıklı atıflarla, aldatmacalarla ve sataşmalarla, ne de sadece temiz bir toplum projeleriyle neticelendirilebilecek bir konjektürdedir.
Olaylar tamamen bizim üzerimizde dönmekte ama bizim dışımızda gelişmektedir.
İşin nihayete ermesi AB süzgecinden geçmesine bakmaktadır.
Hasıla, Türkiye affedilmemiş bir Apo'yla, Ekümenik olarak tanınmamış bir Barthelomeus'la, casus belli'si yok sayılmamış bir Ege politikasıyla, ilhak edilmemiş bir Kıbrıs'ıyla, açılmamış bir Ruhban okulu ve kabul edilmemiş bir Ermeni soykırımıyla, hatta ve hatta Hristiyanlaşmamış bir toplumuyla bu süzgeçten biraz zor geçeceğe benzemektedir.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Ender Karabulut / diğer yazıları
- Sistem yanlış / 08.12.2020
- "Ben PKK'yı bitireyim, sen Kürdistan'ı tanı" / 19.12.2007
- PKK'ya af devlet politikası mı? / 06.12.2007
- Kürt' sorunu mu, 'Terör' sorunu mu / 24.11.2007
- Erdoğan ABD'ye neden gitti? / 22.12.2006
- Tebrikler Paşam! / 09.12.2006
- 50 milyon "Ortaçağ" kafalı! / 07.12.2006
- Papa'ya tepkimiz(!) çok komik oldu / 01.12.2006
- Deniz bitti! / 30.11.2006
- Papa ne yaptı, biz ne yapıyoruz! / 29.11.2006
- "Ben PKK'yı bitireyim, sen Kürdistan'ı tanı" / 19.12.2007
- PKK'ya af devlet politikası mı? / 06.12.2007
- Kürt' sorunu mu, 'Terör' sorunu mu / 24.11.2007
- Erdoğan ABD'ye neden gitti? / 22.12.2006
- Tebrikler Paşam! / 09.12.2006
- 50 milyon "Ortaçağ" kafalı! / 07.12.2006
- Papa'ya tepkimiz(!) çok komik oldu / 01.12.2006
- Deniz bitti! / 30.11.2006
- Papa ne yaptı, biz ne yapıyoruz! / 29.11.2006