Her bakımdan saltanat sahibi bir pâdişâh vardı. Birgün saray erkânından yakınlarıyla birlikte ava çıkmıştı. Yolda giderken güzel bir câriyeye rastladı. Câriye o kadar güzeldi ki, pâdişâhı can evinden yaraladı ve bir anda kendisine râm etti. Ava giderken avlanmış bulunan pâdişâh, içine düştüğü sevdâ ateşinden biraz olsun serinleyebilmek için büyük meblağlar vererek câriyeyi satın aldı. Zîrâ bir kuş kafeste nasıl çırpınırsa, pâdişâhın da canı beden kafesinde öylece çırpınmaya başlamıştı. Şimdi ise, câriyeyi satın alıp arzusuna kavuştuğu için kendine göre seâdeti bulduğunu zannediyordu. Ancak onun bu sürûru uzun sürmedi. Câriye, müthiş bir hastalığa yakalandı ve gün geçtikçe mum misâli erimeye başladı. Kurumuş ve sararmış bir sonbahar yaprağına döndü. An geldi yataktan kalkamaz oldu. Çâresiz ve dertli pâdişâh, ne kadar mâhir ve meşhûr hekim varsa, hepsini topladı ve onlara: "-Benim de, câriyemin de hayatı sizin elinizdedir." diyerek bu derde devâ bulmaları için türlü diller döktü. Makamının husûsiyetini dikkate almadan acziyyet içinde yalvardı. Hekimler de, mağrûriyetle: "-Sultânım! Her birimiz tabâbette zamanın Îsâ'sıyız! Bil ki elimizde devâsı olmayan bir dert yoktur!" dediler. "İnşâallâh" demediler. Ancak bu benlikleri kendilerini rezil ve rüsvây eyledi. Zîrâ yaptıkları ilaçların faydası şöyle dursun, câriyenin hastalığını bir kat daha artırdı. Zavallı câriye kıl gibi zayıfladıkça zayıfladı, tamamen bîtâb düştü. * * *Bunu gören pâdişâh, üzüntüye boğuldu. Çöl gibi kavrulan bağrından çıkan feryâd ü figânları, boğazını düğüm düğüm eyledi.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.