Son günlerde kiminle karşılaşsam, herkes birbirinden dertli. Şu imtihan dünyasında geçici şeyler için herkes birbirinin kalbini hatta bedenini bile kırmakta. İnsanlar manevi boşluklar içinde ve bu sebeple de çile ve ızdırap dolu günler yaşamaktadır. Hala da ilahi bir disiplini olmayan toplulukların ve milletlerin peşlerinde koşma sevdasındalar. Çünkü gözleri o kadar boyanmış ve o kadar bu sevda gözlerini kör etmiş ki, mutluluğu, saadeti, huzuru kısaca insan ruhunun tatmak istediği manevi lezzetleri, maneviyatsız bu ortamlar içinde bulacaklarına inanıyorlar.
Keşke bu inançlarımızı yıllarca perçinleyeceğimize İslam dinini hiç bilmiyormuşçasına bir inceleseydik. Kalıplardan, süregelmiş inanışlardan, örf ve adetlerden öte İslam'ın nasıl bir din olduğunu, müslümanın nasıl olması gerektiğini, orijinal şeklini keşke araştırabilseydik. Peygamber Efendimiz (sav) "İslam güzel ahlaktır" hadis-i şerifine muhatap olup, İslam'ı tam yaşamak için ahlakımızı da düzeltseydik. İşte o zaman çoğunluğu Müslüman olan hatta İslam'ı yaşadığını ifade edenlerin bulunduğu bu toplulukta hiç bu kadar çok birbirinden dertli insanlar olup, mahkeme salonları dolup taşar mıydı?
Kulun kula saygısının Allah'a saygı olduğunu bilip, insanların haklarına girmek için sanki birbirimizle yarıştığımızı o zaman görebilirdik. Beyinlerimize ve kalplerimize Kur'an'a göre doğru davranıp davranamama tedirginliğini yerleştirip, davranışlarımızda yanlış olanları böylece en aza inderebilirdik. Kendi hatalarımızı düzeltmenin etrafı düzeltmekten önce geldiğini bilir, kaş yapayım derken gözü çıkarmaz, kalpleri ve bedenleri kırmazdık. Olumsuz davranan kişilerin, ahiretteki derecelerimizi arttırdıklarını bilir, belki de onları sevebilirdik bile.
Her zaman iyinin iyisini arar, seçici olmayı bilir, tesadüfi bir yaşam tarzından kurtulabilirdik. Bilinçli davranışlarla, ne yaptığımızın farkında, kendimize insana yakışan bir hayat tarzı çizer, mutluluğu, saadeti ancak o zaman yakalayabilirdik. Mahkeme-i Kübra'da bütün sırların açılacağı o günde çekeceğimiz sıkıntıları düşünür buna mukabil bu dünyada Yaşama Sanatı (Kur'an Ahlakını) öğrenmek için vereceğimiz emekle karşılaştırır, en doğru ve en hayırlı seçimi yapabilirdik.
Zerre kadar hayır ve zerre kadar şerrin karşılığını göreceğimizi bilir, terazinin sağ kefesini doldurabilmek için hayırda yarışabilirdik. Tatlı dilin güler yüzün sadaka olduğu idrak eder, menfaatimiz olmadığı zamanlarda da güzel konuşur, güzel yüzlü olabilirdik. Her mahluk kendi diliyle Allah'ı zikrederken, biz her an O'nunla olduğumuzu, kimseler olmasa da O'nun bizi gördüğünü ve duyduğunu, aklımızdan bir an bile çıkarmaz, bu sebeple zikir sevabı almadan bir nefes bile yaşamazdık.
Hz. Ali'nin "Kişiye mezarında dünyadaki amelinden başka arkadaş yoktur" sözünü bilir, kabirde bize arkadaş olacak vefalı dostları teker teker şimdiden edinirdik. Şimdi bizlerle dost gibi geçinenlerin, herkesin birbirinden kaçtığı o günde, bizden kaçacaklarını bilir, sadece Allah için sevebilirdik.
Affetmenin bir yücelik, büyüklük olduğunu bilir, bize karşı yapılan hataları zor da olsa affedebilirdik. İçten bir tövbe edip, o günahlara dönmediğimiz takdirde affa uğrayacağımızı da bilirdik. Evet, bu dine yakışan, onu her haliyle yaşayan bir mümin belki olamadık ama şu yaşadığımız hayatın bir zehir, ahiretimizin de ateşli olmaması için hiç de geç kalmış sayılmayız. Yaşıyoruz ve hala Elhamdülillah Müslümanız. Allah dilerse, biz de çok istersek tüm günahlarımızı bağışlar, tek tek sevaba bile çevirebilir. Niçin bunu değerlendirmeyelim? Günahlarımızın çok büyük ve affolunmayacağını mı düşünüyoruz? O zaman şu Hadis-i Şerife bakalım: "Allah-ü Teala buyurdu ki; Ey Ademoğlu, sen bana dua ettiğin, rahmetimi ümid ettiğin müddetçe seni bağışlar, geçen günahlarını mağfiret ederim. Günahlarının çokluğuna da aldırış etmem. Ey Ademoğlu! Günahların dağlar gibi yığılsa gökyüzüne ulaşsa sonra bana istiğfar ederek bağışlamamı dilesen seni bağışlarım. Ey Ademoğlu, şayet Bana yeryüzü dolusunca hatalar getirsen ve bana hiç bir şeyi ortak tutmayarak huzuruma gelsen Ben de yeryüzünü dolduran bir mağfiretle seni karşılarım."
Hümeyra EZERGÜL
Keşke bu inançlarımızı yıllarca perçinleyeceğimize İslam dinini hiç bilmiyormuşçasına bir inceleseydik. Kalıplardan, süregelmiş inanışlardan, örf ve adetlerden öte İslam'ın nasıl bir din olduğunu, müslümanın nasıl olması gerektiğini, orijinal şeklini keşke araştırabilseydik. Peygamber Efendimiz (sav) "İslam güzel ahlaktır" hadis-i şerifine muhatap olup, İslam'ı tam yaşamak için ahlakımızı da düzeltseydik. İşte o zaman çoğunluğu Müslüman olan hatta İslam'ı yaşadığını ifade edenlerin bulunduğu bu toplulukta hiç bu kadar çok birbirinden dertli insanlar olup, mahkeme salonları dolup taşar mıydı?
Kulun kula saygısının Allah'a saygı olduğunu bilip, insanların haklarına girmek için sanki birbirimizle yarıştığımızı o zaman görebilirdik. Beyinlerimize ve kalplerimize Kur'an'a göre doğru davranıp davranamama tedirginliğini yerleştirip, davranışlarımızda yanlış olanları böylece en aza inderebilirdik. Kendi hatalarımızı düzeltmenin etrafı düzeltmekten önce geldiğini bilir, kaş yapayım derken gözü çıkarmaz, kalpleri ve bedenleri kırmazdık. Olumsuz davranan kişilerin, ahiretteki derecelerimizi arttırdıklarını bilir, belki de onları sevebilirdik bile.
Her zaman iyinin iyisini arar, seçici olmayı bilir, tesadüfi bir yaşam tarzından kurtulabilirdik. Bilinçli davranışlarla, ne yaptığımızın farkında, kendimize insana yakışan bir hayat tarzı çizer, mutluluğu, saadeti ancak o zaman yakalayabilirdik. Mahkeme-i Kübra'da bütün sırların açılacağı o günde çekeceğimiz sıkıntıları düşünür buna mukabil bu dünyada Yaşama Sanatı (Kur'an Ahlakını) öğrenmek için vereceğimiz emekle karşılaştırır, en doğru ve en hayırlı seçimi yapabilirdik.
Zerre kadar hayır ve zerre kadar şerrin karşılığını göreceğimizi bilir, terazinin sağ kefesini doldurabilmek için hayırda yarışabilirdik. Tatlı dilin güler yüzün sadaka olduğu idrak eder, menfaatimiz olmadığı zamanlarda da güzel konuşur, güzel yüzlü olabilirdik. Her mahluk kendi diliyle Allah'ı zikrederken, biz her an O'nunla olduğumuzu, kimseler olmasa da O'nun bizi gördüğünü ve duyduğunu, aklımızdan bir an bile çıkarmaz, bu sebeple zikir sevabı almadan bir nefes bile yaşamazdık.
Hz. Ali'nin "Kişiye mezarında dünyadaki amelinden başka arkadaş yoktur" sözünü bilir, kabirde bize arkadaş olacak vefalı dostları teker teker şimdiden edinirdik. Şimdi bizlerle dost gibi geçinenlerin, herkesin birbirinden kaçtığı o günde, bizden kaçacaklarını bilir, sadece Allah için sevebilirdik.
Affetmenin bir yücelik, büyüklük olduğunu bilir, bize karşı yapılan hataları zor da olsa affedebilirdik. İçten bir tövbe edip, o günahlara dönmediğimiz takdirde affa uğrayacağımızı da bilirdik. Evet, bu dine yakışan, onu her haliyle yaşayan bir mümin belki olamadık ama şu yaşadığımız hayatın bir zehir, ahiretimizin de ateşli olmaması için hiç de geç kalmış sayılmayız. Yaşıyoruz ve hala Elhamdülillah Müslümanız. Allah dilerse, biz de çok istersek tüm günahlarımızı bağışlar, tek tek sevaba bile çevirebilir. Niçin bunu değerlendirmeyelim? Günahlarımızın çok büyük ve affolunmayacağını mı düşünüyoruz? O zaman şu Hadis-i Şerife bakalım: "Allah-ü Teala buyurdu ki; Ey Ademoğlu, sen bana dua ettiğin, rahmetimi ümid ettiğin müddetçe seni bağışlar, geçen günahlarını mağfiret ederim. Günahlarının çokluğuna da aldırış etmem. Ey Ademoğlu! Günahların dağlar gibi yığılsa gökyüzüne ulaşsa sonra bana istiğfar ederek bağışlamamı dilesen seni bağışlarım. Ey Ademoğlu, şayet Bana yeryüzü dolusunca hatalar getirsen ve bana hiç bir şeyi ortak tutmayarak huzuruma gelsen Ben de yeryüzünü dolduran bir mağfiretle seni karşılarım."
Hümeyra EZERGÜL