Almanya'nın Ankara Büyükelçisi Rudolf Schmidt, tam da Cumhuriyet Bayramı'nın arefesinde, tehdit dolu bir üslup kullanarak, DGM eski savcısı Nuh Mete Yüksel'in Alman vakıfları ile ilgili açtığı davanın geri çekilmesini istedi. Hürriyet gazetesinin haberi doğruysa (neden yalan olsun ki?), vay Türkiye'min haline!
Önce şu "Alman vakıfları davası" meselesini bir hatırlayalım:
Geçtiğimiz günlerde 'video kaset skandalı' neticesinde tenzil-i makam edilerek Ankara DGM Savcılığı görevinden alınarak Ankara Savcılığı'na atanan Nuh Mete Yüksel, Türkiye'de faaliyet gösteren Alman vakıfları ile temsilcileri hakkında 'bölücülük' ve 'casusluk' suçlamalarını da içeren 72 sayfalık bir iddianame hazırladı. İddianamede, "Alman dış politikasının en güvenilir maşası" diye nitelendirilen vakıflarla birlikte, isim verilmeden Almanya Adalet Bakanı da suçlandı. Almanya'da, 'Türkiye'yi 47 etnik gruba bölen haritalar çizildiği' ve bu haritaların Türkiye'ye sokulduğu vurgulandı.
İddianame, sözkonusu vakıfları farklı amaçlar için kullanan Alman Dışişleri Bakanlığı'nı, dolayısıyla Alman Hükümeti'ni ciddi ölçüde rahatsız etti. Bunun üzerine, Almanya'nın Ankara Büyükelçisi Schmidt, iddianamenin geri çekilmesini ve DGM'nin davayı kapatmasını istediklerini söyledi. Almanlar, bu krizin Alman kamuoyundaki Türkiye imajını olumsuz etkileyeceği ve Türkiye'nin AB sürecine de engelleyici etki yapabileceği tehdidinde bulunmaktan da geri kalmadılar.
Önce kritik sorular:
1) Alman Hükümeti, iddia edildiği gibi sözkonusu vakıflar Türk yasalarına uygun çalışıyorlarsa, neden rahatsız oldu? Ceza hukukunda pek çok durumda iddianame hazırlanır. Masum bir kişinin 'cinayet işlediği' yönünde bile iddianame hazırlanır. Ki bunun hukukumuzda pek çok örneği var. Önemli olan yargı aşamasıdır. Hukuka aykırı herhangi bir durum yoksa, iddianame mahkemeden geri döner. Haksız bir itham sözkonusu ise, devlet aleyhine tazminat davası bile açılabilir. İddianame başlangıçtır, sonuç değildir. Almanlar başlangıç aşamasında bile bu denli neden telaşlandılar? Anlayamadım! Aslında anladım da, anlamamış yapayım şimdilik!
2) Büyükelçiler, diplomatik dokunulmazlığa haizdir. Yani 1964 tarihli Viyana Sözleşmesi'ne göre, adam öldürseler bile görev yaptıkları ülkelerde yargılanamazlar. Buna karşılık, büyükelçilerin çok önemli bir sorumluluğu var: Hiçbir şekilde görev yaptıkları ülkelerin içişlerine karışamazlar!
Şimdi gelelim bağlantımıza...
Yaşanan bu önemli gelişmeden yola çıkarak, Cumhuriyet Bayramı'nın 79. yıldönümünü kutladığımız bugün herhalde şu kritik soruyu bir kez daha sormamız lazım.
Türkiye gerçekten bağımsızlığını yitirdi mi? Öyle ya, İkinci Cumhurbaşkanı İsmet Paşa'nın deyişiyle "YEDİ DÜVELE" karşı verilen Kurtuluş Savaşı neticesinde elde edilen bağımsızlık ve akabinde kurulan Cumhuriyet'in temelleri çatırdıyor. Nasıl mı?
Türkiye Cumhuriyeti devleti 3 temel esas üzerine kuruldu. Sıralayalım:
1) Yürütme gücü: Cumhurbaşkanı ve başbakan tarafından kullanılır.
2) Yasama yani kanun yapma gücü: TBMM tarafından kullanılır. Meclis, Kurtuluş Savaşı sırasında bile açık kalmıştır.
3) Bağımsız yargı: Mahkemelerce kullanılır.
"Kuvvetler ayrılığı" ilkesine göre, bu üç kurum birbirlerine müdahale edemez. Uygulamalardaki aksaklıkları ve çarpıklıkları, fizikteki kimi problemlerin çözümünde bazı değerlerde olduğu gibi, ihmal ediyoruz! İhmal edilmemesi gerekir ama konumuz o değil!
Prensipte de olsa birbirine müdahale dahi etmemesi gereken Türkiye Cumhuriyeti'nin bu 3 temel kurumu, özellikle son 5 sene içinde yabancı tasallutuna maruz kaldı, kalmaya da devam ediyor.
Türkiye'de yürütme gücü çok partili rejime geçilen 1946'dan beri dış etkiye açık hale geldi. Bu durum biraz da uluslararası politik gelişmelerden kaynaklanmıştır. Mesela ABD eski Başkanı Johnson'un 1964'te dönemin Başbakanı İsmet İnönü'ye yazdığı "Kıbrıs'a müdahale ederseniz, biz sizi NATO çerçevesinde de olsa desteklemeyiz" şeklindeki mektubu bu açıdan önemlidir. Adnan Menderes hükümetinin "Uluslararası kuruluşlarda Fransa'ya karşı bağımsızlık mücadelesi veren Cezayir'i değil de Fransa'dan yana tavır alması" bir başka örnektir.
Yasamanın da uluslararası etkiye açık olduğunu geçtiğimiz iki yıl içinde gördük. Bu ülkenin Meclis'i "IMF istedi diye 15 günde 15 kanun çıkarmaya" çabaladı.
Yabancıların açıktan açığa müdahale etmedikleri bir tek "yargı kurumu" kalmıştı. Almanya'nın Ankara Büyükelçisi Schmidt de, bu geleneği tarümar etti! Bizdeki Avrupa hayranları da, Alman Büyükelçiyi alkışlamışlardır eminim! Belki de içlerinden "Oh, ne iyi ettin de, Nuh Mete'ye hakkını bildirdin!" diyorlardır. Burada ben de Nuh Mete Yüksel'in bazı şahıslar hakkında hazırladığı "hukuk devletinin sınırlarını aşan iddianamelerini" onaylamıyorum. Onlar başka konular! Ama Nuh Mete Yüksel üzerinden de olsa, Türk yargısına müdahale edilmesi, cidden rencide edici! Hem de Cumhuriyet Bayramı'nın 79. yıldönümünün arefesinde böyle bir şeyin gerçekleşmesi, memleketimizin içinde bulunduğu kritik durum açısından ibret veriyor. Başka Türkiye var mı? Türk yargısının Alman ayakları altında çiğnenmesini onaylarsanız, Almanya kapılarını size mi açacak?
Ne iş yapar bu Alman vakıfları?
Son olarak, Alman vakıfları ile ilgili bir kaç çift söz etmek istiyorum. Türkiye'de Konrad Adanueur Vakfı, Heinrich Böll Vakfı, Friedrich Ebert Vakfı, Friedrich Naumann Vakfı ve Orient (Doğu) Enstitüsü gibi çok sayıda Alman vakfı faaliyet gösteriyor. Peki ne yapıyor bu vakıflar? Mesela elimde Friedrich Ebert Vakfı'nın hazırladığı bir kaç rapor var: Bunlardan biri Türk-İsrail ilişkileri üzerine, bir diğeri Türkiye'deki KOBİ'lerin geleceği hakkında, bir başkası da Türkiye'deki bankaların durumuna ilişkin. Bunlar sözkonusu vakıfların kamuya açık faaliyetleri... Türk, Alman ve başka ülkelerden ilgili şahısları belirlenen başlık altındaki toplantıya çağırıyorlar ve tartıştırıyorlar. Sonuçta ortaya bir kitapçık çıkıyor. Bir de bu vakıfların görünmeyen yüzleri var: Sözkonusu vakıflar özellikle Bilkent ve Boğaziçi üniversitelerindeki öğretim üyelerine Türkiye ile ilgili araştırmalar yaptırıyorlar. Nasıl mı? İşte araştırılan bir dizi sorular: Türkiye'de ne kadar Nakşibendi var? Bunlar nerede yaşıyor? Temel görüşleri ne? Devlete nasıl bakıyorlar? Güneydoğu'da yaşayan insanların etnik açıdan dağılımları nasıl? Devlete bakış açılarını belirleyen etmenler neler? Alevilerin siyasete bakışlarını etkileyen faktörler?...
Son söz: Acaba demokratik bir Almanya, Almanya'nın etnik ve inancına yönelik böylesine kapsamlı araştırmalar yapan Türk vakıflarına hangi gözle bakardı? Alman yargısı armut mu toplardı? Alman İstihbarat Teşkilatı (BND), bu tür faaliyetlere girişen kurumları kapatmaz, ilgili kişileri sınırdışı etmez miydi?
Karşılaştırınız lütfen...
Önce şu "Alman vakıfları davası" meselesini bir hatırlayalım:
Geçtiğimiz günlerde 'video kaset skandalı' neticesinde tenzil-i makam edilerek Ankara DGM Savcılığı görevinden alınarak Ankara Savcılığı'na atanan Nuh Mete Yüksel, Türkiye'de faaliyet gösteren Alman vakıfları ile temsilcileri hakkında 'bölücülük' ve 'casusluk' suçlamalarını da içeren 72 sayfalık bir iddianame hazırladı. İddianamede, "Alman dış politikasının en güvenilir maşası" diye nitelendirilen vakıflarla birlikte, isim verilmeden Almanya Adalet Bakanı da suçlandı. Almanya'da, 'Türkiye'yi 47 etnik gruba bölen haritalar çizildiği' ve bu haritaların Türkiye'ye sokulduğu vurgulandı.
İddianame, sözkonusu vakıfları farklı amaçlar için kullanan Alman Dışişleri Bakanlığı'nı, dolayısıyla Alman Hükümeti'ni ciddi ölçüde rahatsız etti. Bunun üzerine, Almanya'nın Ankara Büyükelçisi Schmidt, iddianamenin geri çekilmesini ve DGM'nin davayı kapatmasını istediklerini söyledi. Almanlar, bu krizin Alman kamuoyundaki Türkiye imajını olumsuz etkileyeceği ve Türkiye'nin AB sürecine de engelleyici etki yapabileceği tehdidinde bulunmaktan da geri kalmadılar.
Önce kritik sorular:
1) Alman Hükümeti, iddia edildiği gibi sözkonusu vakıflar Türk yasalarına uygun çalışıyorlarsa, neden rahatsız oldu? Ceza hukukunda pek çok durumda iddianame hazırlanır. Masum bir kişinin 'cinayet işlediği' yönünde bile iddianame hazırlanır. Ki bunun hukukumuzda pek çok örneği var. Önemli olan yargı aşamasıdır. Hukuka aykırı herhangi bir durum yoksa, iddianame mahkemeden geri döner. Haksız bir itham sözkonusu ise, devlet aleyhine tazminat davası bile açılabilir. İddianame başlangıçtır, sonuç değildir. Almanlar başlangıç aşamasında bile bu denli neden telaşlandılar? Anlayamadım! Aslında anladım da, anlamamış yapayım şimdilik!
2) Büyükelçiler, diplomatik dokunulmazlığa haizdir. Yani 1964 tarihli Viyana Sözleşmesi'ne göre, adam öldürseler bile görev yaptıkları ülkelerde yargılanamazlar. Buna karşılık, büyükelçilerin çok önemli bir sorumluluğu var: Hiçbir şekilde görev yaptıkları ülkelerin içişlerine karışamazlar!
Şimdi gelelim bağlantımıza...
Yaşanan bu önemli gelişmeden yola çıkarak, Cumhuriyet Bayramı'nın 79. yıldönümünü kutladığımız bugün herhalde şu kritik soruyu bir kez daha sormamız lazım.
Türkiye gerçekten bağımsızlığını yitirdi mi? Öyle ya, İkinci Cumhurbaşkanı İsmet Paşa'nın deyişiyle "YEDİ DÜVELE" karşı verilen Kurtuluş Savaşı neticesinde elde edilen bağımsızlık ve akabinde kurulan Cumhuriyet'in temelleri çatırdıyor. Nasıl mı?
Türkiye Cumhuriyeti devleti 3 temel esas üzerine kuruldu. Sıralayalım:
1) Yürütme gücü: Cumhurbaşkanı ve başbakan tarafından kullanılır.
2) Yasama yani kanun yapma gücü: TBMM tarafından kullanılır. Meclis, Kurtuluş Savaşı sırasında bile açık kalmıştır.
3) Bağımsız yargı: Mahkemelerce kullanılır.
"Kuvvetler ayrılığı" ilkesine göre, bu üç kurum birbirlerine müdahale edemez. Uygulamalardaki aksaklıkları ve çarpıklıkları, fizikteki kimi problemlerin çözümünde bazı değerlerde olduğu gibi, ihmal ediyoruz! İhmal edilmemesi gerekir ama konumuz o değil!
Prensipte de olsa birbirine müdahale dahi etmemesi gereken Türkiye Cumhuriyeti'nin bu 3 temel kurumu, özellikle son 5 sene içinde yabancı tasallutuna maruz kaldı, kalmaya da devam ediyor.
Türkiye'de yürütme gücü çok partili rejime geçilen 1946'dan beri dış etkiye açık hale geldi. Bu durum biraz da uluslararası politik gelişmelerden kaynaklanmıştır. Mesela ABD eski Başkanı Johnson'un 1964'te dönemin Başbakanı İsmet İnönü'ye yazdığı "Kıbrıs'a müdahale ederseniz, biz sizi NATO çerçevesinde de olsa desteklemeyiz" şeklindeki mektubu bu açıdan önemlidir. Adnan Menderes hükümetinin "Uluslararası kuruluşlarda Fransa'ya karşı bağımsızlık mücadelesi veren Cezayir'i değil de Fransa'dan yana tavır alması" bir başka örnektir.
Yasamanın da uluslararası etkiye açık olduğunu geçtiğimiz iki yıl içinde gördük. Bu ülkenin Meclis'i "IMF istedi diye 15 günde 15 kanun çıkarmaya" çabaladı.
Yabancıların açıktan açığa müdahale etmedikleri bir tek "yargı kurumu" kalmıştı. Almanya'nın Ankara Büyükelçisi Schmidt de, bu geleneği tarümar etti! Bizdeki Avrupa hayranları da, Alman Büyükelçiyi alkışlamışlardır eminim! Belki de içlerinden "Oh, ne iyi ettin de, Nuh Mete'ye hakkını bildirdin!" diyorlardır. Burada ben de Nuh Mete Yüksel'in bazı şahıslar hakkında hazırladığı "hukuk devletinin sınırlarını aşan iddianamelerini" onaylamıyorum. Onlar başka konular! Ama Nuh Mete Yüksel üzerinden de olsa, Türk yargısına müdahale edilmesi, cidden rencide edici! Hem de Cumhuriyet Bayramı'nın 79. yıldönümünün arefesinde böyle bir şeyin gerçekleşmesi, memleketimizin içinde bulunduğu kritik durum açısından ibret veriyor. Başka Türkiye var mı? Türk yargısının Alman ayakları altında çiğnenmesini onaylarsanız, Almanya kapılarını size mi açacak?
Ne iş yapar bu Alman vakıfları?
Son olarak, Alman vakıfları ile ilgili bir kaç çift söz etmek istiyorum. Türkiye'de Konrad Adanueur Vakfı, Heinrich Böll Vakfı, Friedrich Ebert Vakfı, Friedrich Naumann Vakfı ve Orient (Doğu) Enstitüsü gibi çok sayıda Alman vakfı faaliyet gösteriyor. Peki ne yapıyor bu vakıflar? Mesela elimde Friedrich Ebert Vakfı'nın hazırladığı bir kaç rapor var: Bunlardan biri Türk-İsrail ilişkileri üzerine, bir diğeri Türkiye'deki KOBİ'lerin geleceği hakkında, bir başkası da Türkiye'deki bankaların durumuna ilişkin. Bunlar sözkonusu vakıfların kamuya açık faaliyetleri... Türk, Alman ve başka ülkelerden ilgili şahısları belirlenen başlık altındaki toplantıya çağırıyorlar ve tartıştırıyorlar. Sonuçta ortaya bir kitapçık çıkıyor. Bir de bu vakıfların görünmeyen yüzleri var: Sözkonusu vakıflar özellikle Bilkent ve Boğaziçi üniversitelerindeki öğretim üyelerine Türkiye ile ilgili araştırmalar yaptırıyorlar. Nasıl mı? İşte araştırılan bir dizi sorular: Türkiye'de ne kadar Nakşibendi var? Bunlar nerede yaşıyor? Temel görüşleri ne? Devlete nasıl bakıyorlar? Güneydoğu'da yaşayan insanların etnik açıdan dağılımları nasıl? Devlete bakış açılarını belirleyen etmenler neler? Alevilerin siyasete bakışlarını etkileyen faktörler?...
Son söz: Acaba demokratik bir Almanya, Almanya'nın etnik ve inancına yönelik böylesine kapsamlı araştırmalar yapan Türk vakıflarına hangi gözle bakardı? Alman yargısı armut mu toplardı? Alman İstihbarat Teşkilatı (BND), bu tür faaliyetlere girişen kurumları kapatmaz, ilgili kişileri sınırdışı etmez miydi?
Karşılaştırınız lütfen...
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Recep Bahar / diğer yazıları
- ABD harika bir ekonomiye mi sahip? / 14.08.2018
- Ne yapmalı? / 13.08.2018
- Komşunla kavga et uzaklarda pazar ara! / 02.02.2016
- Diyarbakır'da kilise-ev faktörü! / 01.02.2016
- Çin ekonomisi alarm mı veriyor? / 20.01.2016
- Büyük İsrail yolunda sıra İran'da / 19.01.2016
- Terör Sultanahmet bölgesini sıfırla çarptı / 15.01.2016
- Sultanahmet'in şifreleri / 13.01.2016
- Türkiye ile Suudi Arabistan ne zaman papaz olacak? / 09.01.2016
- Ekonomik çöküşü bir de buradan seyredin / 05.01.2016
- Ne yapmalı? / 13.08.2018
- Komşunla kavga et uzaklarda pazar ara! / 02.02.2016
- Diyarbakır'da kilise-ev faktörü! / 01.02.2016
- Çin ekonomisi alarm mı veriyor? / 20.01.2016
- Büyük İsrail yolunda sıra İran'da / 19.01.2016
- Terör Sultanahmet bölgesini sıfırla çarptı / 15.01.2016
- Sultanahmet'in şifreleri / 13.01.2016
- Türkiye ile Suudi Arabistan ne zaman papaz olacak? / 09.01.2016
- Ekonomik çöküşü bir de buradan seyredin / 05.01.2016