* Mehlike ERGÜVEN *
Yolculuğumuz Cuma akşamı başladı. Pek muhabbetli oluyor, dostlarla dostlara yolculuk. Çanakkale'ye, vatan evladı olmanın bir gereğini yerine getirmeye gidiyoruz. Atalarımızı, dedelerimizi ziyarete, arkalarından Fatiha okumaya gidiyoruz. Her birimizin gönlünde bir heyecan var, onların bizi beklediğini, orada bizi karşılayacaklarını biliyoruz.
Sabah namazı için verilen moladan bir kaç saat sonra Marmara Denizi'nden Ege'ye uzanan boğazın önündeyiz. Otobüsümüzle bindiğimiz feribot bizi karşı sahile geçirecekti. Deniz insanın gözüne ve gönlüne ferahlık veriyordu. Derin suların hemen gerisinde yükselen bir tepede şu mısralar yazıyordu:
"Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın
Bu toprak bir devrin battığı yerdir.
Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın
Bu vatan kalbinin attığı yerdir."
İşte bu sözler gönüllerimizde geçmişe uzanan bir yolculuğun savaş yıllarına açılan bu kapının ilk anahtarı oldu. Taş, toprak, deniz, dalgalar, tepeler, gökyüzü ve rüzgar hepsi bir ağızdan Çanakkale şehitlerini anlatmaya başladı.
Feribot bizi Eceabat'ta indirdi. Orada İstanbul'dan gelen gönül dostlarımızla buluştuktan sonra, onlara kavuşmanın heyecanıyla artan bir muhabbet rüzgarıyla destanlaşan bir tarihi gezmeye başladık.
Seyit Onbaşı'nın koca bir Müttefik zırhlısını batırdığı noktayı gördük. Tek başna 276 kg ağırlığındaki mermiyi sırtına alarak topa sürmüş ve bir savaş gemisini mahvetmişti. Atalarımızn iman gücünden aldığı bu kuvvet yüreklerimizi coşturuyordu. Daha çok şey öğrenmek, onları daha yakından tanımak, o günleri, savaş dakikalarını biz de yaşamak istiyorduk.
Şehitler Tepesine geldiğimizde her şehirden her bölgeden, bütün Osmanlı diyarından bir şehit olduğunu gördük. Trabzon'dan, İstanbul'dan, Afyon'dan, Adana'dan, Denizli'den ve dahası Medine'den, Üsküp'ten, Kıbrıs'tan cümle Osmanlı topraklarından bir değil bir kaç isim.
Yozgatlı iki arkadaşımız bir isim taşının önünde dua ediyor gözyaşlarını siliyordu. Az sonra yanımıza geldiler, yıllar önce burada şehit düşen dedelerini bulduklarını söylediler. Ne büyük şerefti şehit evladı olmak.
İsim taşlarında mübarek şehitlerimizin yaşları da yazıyordu. En büyükleri 28 yaşındaydı. Pek çoğu 19 ve altında. O yıl İstanbul'da ve Anadolu'da liseler ve üniversiteler mezun değil şehit vermişlerdi.
Seddülbahir'e geldiğimizde yüreklere bir hüzün çöktü, burada ilk şehitler verilmişti. Siperler ve tabyalar bakışlarını denize çevirmişti ve gözleri kıyamete kadar bu noktaya kilitlenmişti. Bir sipere inip kolumuzu aynı yaşları paylaştığımız atalarımızın kolunu dayadığı noktaya koyuyoruz. Gözlerimizi kapatıp savaşın o en şiddetli geçtiği dakikaları hissetmeye çalışıyoruz.
İşte düşman tam karşımızda bombalar atıyor, kurşunlar yağdırıyordu. Hava barut kokuyor, kan kokuyor, bir sıcak yaz günü bir Mehmet'in kanı toprağı suluyor, diğer Mehmet'in gözyaşı rüzgarla karışıp Anadolu'da yağmur oluyordu. Kendisi için değil kardeşi için ağlıyordu Mehmetçik. Buradan dönüş olmadığına kendisi için iman etmişti ama gözlerinin önünde şehit düşen kardeşinin acısına yüreği dayanmıyordu.
Bir arkadaşımızın anlattığı olay insanın gözlerini dolduruyor, yüreğini burkuyordu. Savaş sırasında İngiliz ve Fransız kafirinin karşısında bir Mehmet elindeki silahın tetiğine basıyor fakat tüfek bir türlü ateşlemiyor, arkadaşına götürüyor "Kardeşim şuna bir bakıver, bu makina bozuk mudur, tetiğe bastığım halde bir türlü ateşlemiyor."
Arkadaşı silahı eline alıyor ama acıyan gözlerle Mehmet'in gözlerine bakıyor: "Canım kardeşim senin parmağın yok ki nasıl tetiği çekiyorsun."
Evet Mehmet'in parmağı kopmuştu ama farkında değildi. İşte Seddülbahir'de bir sperin içinde, Mehmetler'in yaşadıklarını kanımız dondururcasına, yüreğimiz yanarcasına dinliyoruz.
Ezineli Yahya Çavuş'un ve erlerinin düşmanın aklını başından alan savunmayı yaptığı noktadayız. Çoğu gönüllü gelen Mehmetler'in daha yirmi yaşlarında gösterdiği, bu cesaret ve kahramanlığa hayran kalıyoruz. Sıcak Ramazan günü, su yok, yiyecek yok, çamaşır yok, sızlanma yok, pişmanlık yok ve ben, işte o nefs denilen ben yok. Varolan tek şey müthiş bir gönül birliğiyle savaşın kazanılacağına dair olan iman; hedef bir, gönüller bir.
İngiliz, Fransız, Avustralyalı, Zelandalı, Avrupalı ve sömürgeleriyle düşman yüklendikçe Mehmet'in imanı pekişiyor. Bir ilahi yanıltma ile yanlış sahile çıkıyor düşman. Ve kara bir bulut düşman askerlerini topluca alıp götürüyor. Düşman askerlerinin çıktığı toprak tam Türk siperlerinin içinden kopup denize düşüyor. Daha nice satırlar var bu destanın içinde.
Gezimiz Kabatepe'den Eceabat'a geçerek son buluyor. Geride Kınalı Murat, Hasan Şakir, Oğuz Amca, Mardinli Hurşit, Ezineli Yahya Çavuşlarıyla Mehmetler kalkmış bize el sallıyorlar. Çanakkale'nin derin sularından karşıya geçerken herbirimizin gönlünde ve dilinde şu dualar var: "Ya Rabbi şu güzel memleketimize düşman ayağı bastırma, o savaş yıllarını tekrar yaşatma". Bir tarihi bir güne sığdıracak Yasinlerle, Fatihalarla veda ediyoruz.
Bu sıcak haziran gününde eğildiğimiz her gül bir başka güzel kokuyor. Çanakkale'de güller Mehmet kokuyor, Hz. Muhammed kokuyordu. Hz. Peygamber evlatlarını yalnız bırakmamıştı. Gencecik komutanların "Yetiş ya Muhammed, kitabın gidiyor!" çağrılarına icabet etmiş ve savaş boyunca onlardan ayrılmamıştı. Peygamber yardımının geldiği bu belde şehit kokuyor, gülleriyle cennet kokuyordu.
Bu gezi gönlümüze öyle bir tesir yapmıştı ki ayrılalı saatler olmasına rağmen dostlarla bir araya geldiğimizde hemen Çanakkale'den, şehit dedelerimizden, yaşadıklarından, gösterdikleri kerametlerden, cesaret ve kahramanlıklardan bahsediyoruz. Bugünlerde en tatlı sohbetlerimiz böyle geçiyor.
Yediden yetmişe her Türk evladının gidip ziyaret etmesi gerekir Çanakkale'yi. Arkasından okumalı dedesinin ve görmeli ki dedesi Lazıyla, Çerkesiyle, Kürtüyle omuz omuza can vermiş. Artık hafızası silinmeye başlamış bu millet uyanmalı ve bayrağının üzerindeki al rengin dedesinin kanı olduğunu tekrar hatırlamalı, göğsünün üzerine kendi bayrağını koymalı, dün dedesinin kanını dökmüşlerin bayrağını değil. Ciğeri yanmalı, yüreği sızlamalı, gözleri yaşarmalı ve artık sağırlaşmaya başlayan kulakları duymalı. Dedesi bağırıyor, haykırıyor, "Allah! Allah!" diyerek bugün dost sandığı Avrupalı'nın üzerine koşuyor. Çünkü en medenisiyle Avrupalı onun canına, malına, toprağına, imanına ve namusuna göz dikmiştir.
Yolculuğumuz Cuma akşamı başladı. Pek muhabbetli oluyor, dostlarla dostlara yolculuk. Çanakkale'ye, vatan evladı olmanın bir gereğini yerine getirmeye gidiyoruz. Atalarımızı, dedelerimizi ziyarete, arkalarından Fatiha okumaya gidiyoruz. Her birimizin gönlünde bir heyecan var, onların bizi beklediğini, orada bizi karşılayacaklarını biliyoruz.
Sabah namazı için verilen moladan bir kaç saat sonra Marmara Denizi'nden Ege'ye uzanan boğazın önündeyiz. Otobüsümüzle bindiğimiz feribot bizi karşı sahile geçirecekti. Deniz insanın gözüne ve gönlüne ferahlık veriyordu. Derin suların hemen gerisinde yükselen bir tepede şu mısralar yazıyordu:
"Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın
Bu toprak bir devrin battığı yerdir.
Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın
Bu vatan kalbinin attığı yerdir."
İşte bu sözler gönüllerimizde geçmişe uzanan bir yolculuğun savaş yıllarına açılan bu kapının ilk anahtarı oldu. Taş, toprak, deniz, dalgalar, tepeler, gökyüzü ve rüzgar hepsi bir ağızdan Çanakkale şehitlerini anlatmaya başladı.
Feribot bizi Eceabat'ta indirdi. Orada İstanbul'dan gelen gönül dostlarımızla buluştuktan sonra, onlara kavuşmanın heyecanıyla artan bir muhabbet rüzgarıyla destanlaşan bir tarihi gezmeye başladık.
Seyit Onbaşı'nın koca bir Müttefik zırhlısını batırdığı noktayı gördük. Tek başna 276 kg ağırlığındaki mermiyi sırtına alarak topa sürmüş ve bir savaş gemisini mahvetmişti. Atalarımızn iman gücünden aldığı bu kuvvet yüreklerimizi coşturuyordu. Daha çok şey öğrenmek, onları daha yakından tanımak, o günleri, savaş dakikalarını biz de yaşamak istiyorduk.
Şehitler Tepesine geldiğimizde her şehirden her bölgeden, bütün Osmanlı diyarından bir şehit olduğunu gördük. Trabzon'dan, İstanbul'dan, Afyon'dan, Adana'dan, Denizli'den ve dahası Medine'den, Üsküp'ten, Kıbrıs'tan cümle Osmanlı topraklarından bir değil bir kaç isim.
Yozgatlı iki arkadaşımız bir isim taşının önünde dua ediyor gözyaşlarını siliyordu. Az sonra yanımıza geldiler, yıllar önce burada şehit düşen dedelerini bulduklarını söylediler. Ne büyük şerefti şehit evladı olmak.
İsim taşlarında mübarek şehitlerimizin yaşları da yazıyordu. En büyükleri 28 yaşındaydı. Pek çoğu 19 ve altında. O yıl İstanbul'da ve Anadolu'da liseler ve üniversiteler mezun değil şehit vermişlerdi.
Seddülbahir'e geldiğimizde yüreklere bir hüzün çöktü, burada ilk şehitler verilmişti. Siperler ve tabyalar bakışlarını denize çevirmişti ve gözleri kıyamete kadar bu noktaya kilitlenmişti. Bir sipere inip kolumuzu aynı yaşları paylaştığımız atalarımızın kolunu dayadığı noktaya koyuyoruz. Gözlerimizi kapatıp savaşın o en şiddetli geçtiği dakikaları hissetmeye çalışıyoruz.
İşte düşman tam karşımızda bombalar atıyor, kurşunlar yağdırıyordu. Hava barut kokuyor, kan kokuyor, bir sıcak yaz günü bir Mehmet'in kanı toprağı suluyor, diğer Mehmet'in gözyaşı rüzgarla karışıp Anadolu'da yağmur oluyordu. Kendisi için değil kardeşi için ağlıyordu Mehmetçik. Buradan dönüş olmadığına kendisi için iman etmişti ama gözlerinin önünde şehit düşen kardeşinin acısına yüreği dayanmıyordu.
Bir arkadaşımızın anlattığı olay insanın gözlerini dolduruyor, yüreğini burkuyordu. Savaş sırasında İngiliz ve Fransız kafirinin karşısında bir Mehmet elindeki silahın tetiğine basıyor fakat tüfek bir türlü ateşlemiyor, arkadaşına götürüyor "Kardeşim şuna bir bakıver, bu makina bozuk mudur, tetiğe bastığım halde bir türlü ateşlemiyor."
Arkadaşı silahı eline alıyor ama acıyan gözlerle Mehmet'in gözlerine bakıyor: "Canım kardeşim senin parmağın yok ki nasıl tetiği çekiyorsun."
Evet Mehmet'in parmağı kopmuştu ama farkında değildi. İşte Seddülbahir'de bir sperin içinde, Mehmetler'in yaşadıklarını kanımız dondururcasına, yüreğimiz yanarcasına dinliyoruz.
Ezineli Yahya Çavuş'un ve erlerinin düşmanın aklını başından alan savunmayı yaptığı noktadayız. Çoğu gönüllü gelen Mehmetler'in daha yirmi yaşlarında gösterdiği, bu cesaret ve kahramanlığa hayran kalıyoruz. Sıcak Ramazan günü, su yok, yiyecek yok, çamaşır yok, sızlanma yok, pişmanlık yok ve ben, işte o nefs denilen ben yok. Varolan tek şey müthiş bir gönül birliğiyle savaşın kazanılacağına dair olan iman; hedef bir, gönüller bir.
İngiliz, Fransız, Avustralyalı, Zelandalı, Avrupalı ve sömürgeleriyle düşman yüklendikçe Mehmet'in imanı pekişiyor. Bir ilahi yanıltma ile yanlış sahile çıkıyor düşman. Ve kara bir bulut düşman askerlerini topluca alıp götürüyor. Düşman askerlerinin çıktığı toprak tam Türk siperlerinin içinden kopup denize düşüyor. Daha nice satırlar var bu destanın içinde.
Gezimiz Kabatepe'den Eceabat'a geçerek son buluyor. Geride Kınalı Murat, Hasan Şakir, Oğuz Amca, Mardinli Hurşit, Ezineli Yahya Çavuşlarıyla Mehmetler kalkmış bize el sallıyorlar. Çanakkale'nin derin sularından karşıya geçerken herbirimizin gönlünde ve dilinde şu dualar var: "Ya Rabbi şu güzel memleketimize düşman ayağı bastırma, o savaş yıllarını tekrar yaşatma". Bir tarihi bir güne sığdıracak Yasinlerle, Fatihalarla veda ediyoruz.
Bu sıcak haziran gününde eğildiğimiz her gül bir başka güzel kokuyor. Çanakkale'de güller Mehmet kokuyor, Hz. Muhammed kokuyordu. Hz. Peygamber evlatlarını yalnız bırakmamıştı. Gencecik komutanların "Yetiş ya Muhammed, kitabın gidiyor!" çağrılarına icabet etmiş ve savaş boyunca onlardan ayrılmamıştı. Peygamber yardımının geldiği bu belde şehit kokuyor, gülleriyle cennet kokuyordu.
Bu gezi gönlümüze öyle bir tesir yapmıştı ki ayrılalı saatler olmasına rağmen dostlarla bir araya geldiğimizde hemen Çanakkale'den, şehit dedelerimizden, yaşadıklarından, gösterdikleri kerametlerden, cesaret ve kahramanlıklardan bahsediyoruz. Bugünlerde en tatlı sohbetlerimiz böyle geçiyor.
Yediden yetmişe her Türk evladının gidip ziyaret etmesi gerekir Çanakkale'yi. Arkasından okumalı dedesinin ve görmeli ki dedesi Lazıyla, Çerkesiyle, Kürtüyle omuz omuza can vermiş. Artık hafızası silinmeye başlamış bu millet uyanmalı ve bayrağının üzerindeki al rengin dedesinin kanı olduğunu tekrar hatırlamalı, göğsünün üzerine kendi bayrağını koymalı, dün dedesinin kanını dökmüşlerin bayrağını değil. Ciğeri yanmalı, yüreği sızlamalı, gözleri yaşarmalı ve artık sağırlaşmaya başlayan kulakları duymalı. Dedesi bağırıyor, haykırıyor, "Allah! Allah!" diyerek bugün dost sandığı Avrupalı'nın üzerine koşuyor. Çünkü en medenisiyle Avrupalı onun canına, malına, toprağına, imanına ve namusuna göz dikmiştir.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.