Mehmet Akif Ersoy Kurtuluş Savaşının en derin heyecanını benliğinde yaşayarak en güzel şiirini yazdı. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde üç defa okunan ve ayakta dinlenen bu şiir 12 Mart 1921'de İstiklal Marşı olarak kabul edildi. Ve Osman Zeki Üngör'ün bestelediği İstiklal Marşı, Türk Milletinin bağımsızlık azmini dile getiren, değişmez milli marşımız oldu.
Mehmet Akif hastalığı sırasında kendisini ziyaret eden dostlarıyla eski günleri yad ediyordu ve bir defasında şöyle dedi;
"İstiklal Marşı... O günler, ne samimi ne heyecanlı günlerdi. O şiir milletin o günkü heyecanının ifadesidir. Binbir facia karşısında bunalan ruhların ıstıraplar içinde kurtuluş dakikalarını beklediği bir zamanda yazılan o marş, o günlerin bir hatırasıdır. Onu yazmak için o günleri görmek, o günleri de yaşamak lazım. O şiir artık benim değildir. O milletin malıdır. Benim, millete karşı en kıymetli hediyem budur."
Bir başka günde şaire şöyle bir soru yönelttiler:
-Acaba yeniden yazılsa daha iyi olmaz mı?
Yorgun ve hasta yatan Mehmet Akif, başını kaldırdı ve sert bir cevap verdi:
-Allah, bir daha bu millete İstiklal Marşı yazdırmasın.
Ve büyük Akif bunun yanısıra milleti düşmana karşı galeyana getirmek için camilerde halka vaazlar da vermiştir. İşte koca Akif 6 Şubat 1920'de Balıkesir'deki Zağanos Paşa Camii minberinden halka şöyle sesleniyordu;
-Bismillahirrahmanirrahim, ey Müslüman!
Biz müslümanlar, cihan çalışırken, didinirken, uğraşırken, ilerlemeler, inkılaplar geçirirken, uzaktan seyirci olarak baktık. Hele şu son yıllarda başımıza çok felaketler yağdı. Daha çilemizi dolduramadık. Sebebi? Hep seyirci kalmamız, din işlerinde olduğu gibi, dünya işlerine de yabancı durmamızdır.
Biz müslümanlar tıpkı henüz doğrulamayan, yürüyemeyen küçücük çocuklar gibi yerlerde emekleyip dururken bir de gözümüzü açtık, gördük ki etrafımızdaki milletler göklerde uçuyor. Gelip çöldeki masumların tepesine ateşler yağdırıyorlar. Biz Bandırma'dan İstanbul'a kadar adam akıllı vapurlar işletemezken adamlar büyük denizlerin altından geçiyorlar Newyork'tan dalıyorlar, Hamburg'dan çıkıyorlar ki, aradaki uzaklık bizim vapurların ayağı ile bir aylık yoldur. Berlin'den uçuyorlar, Trabzon'a konuyorlar. Biz ise hâlâ yeryüzünde yürümeyi sağlayamadık.
Tabiat bin çelik bazukaya sahipken, insanın bir cılız kolu nasıl aleme hakim oluyor? Nasıl bu kadar tabiat kuvvetlerini hükmü altına alıyor? Hayır, yanlışımız var. Bu kadar işleri gören bir kol değil binlerce, milyonlarca koldur. Bunların hepsi bir araya gelmiş, birlikte çalışmışlar, geceli-gündüzlü çalışmış, uğraşmışlar. Çünkü anlamışlar ki birleşmeseler, her yandan kendilerini kuşatan tehlikelere karşı duramayacaklar. Demek birleşmek mecburi. Bu mecburiyet olmasaydı, birleşmeler mümkün olmazdı.
Bugünkü hayatın, geçimin, ihtiyaçların karşısında bir insan tek başına bir iş göremiyor. Bütün işler, şirketler, cemiyetler, milletler tarafından meydana getiriliyor. Ne fabrikalar, demiryolları, vapurlar, limanlar, hastaneler, mektepler ne de dini, vatanı savunacak toplar, tüfekler, cephaneler her şey tek kişinin çalışması ile yani tek başına çalışmakla olmuyor.
Bugün hayat öyle bir şekil olmuş ki, tek başına çalışan bir adamın alnından damlayan terler, gözyaşı gibi dökülüp gidiyor, hiç bir fayda da sağlamıyor. Ne zaman biraraya gelmiş binlerce alın birden terlerse, işte o zaman bu insanın yeyüzünde bir eseri izi görülebiliyor. Mademki tek başına insan emeğinin faydası yoktur, biz de aramızda birliği sağlayarak topluca çalışmaya koyulmalıyız.
Mehmet Akif hastalığı sırasında kendisini ziyaret eden dostlarıyla eski günleri yad ediyordu ve bir defasında şöyle dedi;
"İstiklal Marşı... O günler, ne samimi ne heyecanlı günlerdi. O şiir milletin o günkü heyecanının ifadesidir. Binbir facia karşısında bunalan ruhların ıstıraplar içinde kurtuluş dakikalarını beklediği bir zamanda yazılan o marş, o günlerin bir hatırasıdır. Onu yazmak için o günleri görmek, o günleri de yaşamak lazım. O şiir artık benim değildir. O milletin malıdır. Benim, millete karşı en kıymetli hediyem budur."
Bir başka günde şaire şöyle bir soru yönelttiler:
-Acaba yeniden yazılsa daha iyi olmaz mı?
Yorgun ve hasta yatan Mehmet Akif, başını kaldırdı ve sert bir cevap verdi:
-Allah, bir daha bu millete İstiklal Marşı yazdırmasın.
Ve büyük Akif bunun yanısıra milleti düşmana karşı galeyana getirmek için camilerde halka vaazlar da vermiştir. İşte koca Akif 6 Şubat 1920'de Balıkesir'deki Zağanos Paşa Camii minberinden halka şöyle sesleniyordu;
-Bismillahirrahmanirrahim, ey Müslüman!
Biz müslümanlar, cihan çalışırken, didinirken, uğraşırken, ilerlemeler, inkılaplar geçirirken, uzaktan seyirci olarak baktık. Hele şu son yıllarda başımıza çok felaketler yağdı. Daha çilemizi dolduramadık. Sebebi? Hep seyirci kalmamız, din işlerinde olduğu gibi, dünya işlerine de yabancı durmamızdır.
Biz müslümanlar tıpkı henüz doğrulamayan, yürüyemeyen küçücük çocuklar gibi yerlerde emekleyip dururken bir de gözümüzü açtık, gördük ki etrafımızdaki milletler göklerde uçuyor. Gelip çöldeki masumların tepesine ateşler yağdırıyorlar. Biz Bandırma'dan İstanbul'a kadar adam akıllı vapurlar işletemezken adamlar büyük denizlerin altından geçiyorlar Newyork'tan dalıyorlar, Hamburg'dan çıkıyorlar ki, aradaki uzaklık bizim vapurların ayağı ile bir aylık yoldur. Berlin'den uçuyorlar, Trabzon'a konuyorlar. Biz ise hâlâ yeryüzünde yürümeyi sağlayamadık.
Tabiat bin çelik bazukaya sahipken, insanın bir cılız kolu nasıl aleme hakim oluyor? Nasıl bu kadar tabiat kuvvetlerini hükmü altına alıyor? Hayır, yanlışımız var. Bu kadar işleri gören bir kol değil binlerce, milyonlarca koldur. Bunların hepsi bir araya gelmiş, birlikte çalışmışlar, geceli-gündüzlü çalışmış, uğraşmışlar. Çünkü anlamışlar ki birleşmeseler, her yandan kendilerini kuşatan tehlikelere karşı duramayacaklar. Demek birleşmek mecburi. Bu mecburiyet olmasaydı, birleşmeler mümkün olmazdı.
Bugünkü hayatın, geçimin, ihtiyaçların karşısında bir insan tek başına bir iş göremiyor. Bütün işler, şirketler, cemiyetler, milletler tarafından meydana getiriliyor. Ne fabrikalar, demiryolları, vapurlar, limanlar, hastaneler, mektepler ne de dini, vatanı savunacak toplar, tüfekler, cephaneler her şey tek kişinin çalışması ile yani tek başına çalışmakla olmuyor.
Bugün hayat öyle bir şekil olmuş ki, tek başına çalışan bir adamın alnından damlayan terler, gözyaşı gibi dökülüp gidiyor, hiç bir fayda da sağlamıyor. Ne zaman biraraya gelmiş binlerce alın birden terlerse, işte o zaman bu insanın yeyüzünde bir eseri izi görülebiliyor. Mademki tek başına insan emeğinin faydası yoktur, biz de aramızda birliği sağlayarak topluca çalışmaya koyulmalıyız.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.