Alemlerin Efendisini bağrına basması gereken Mekke toplumu, kendilerine takdim edilen ilâhî lütfun henüz farkına varamamıştı. İçlerinden bir insanın seçilmiş ve sevilmiş olabileceğini akılları almıyordu. Onun faziletini inkâr da edemiyorlardı, ama nefisleri kabule de yanaşmıyordu. Gün geçtikçe insanların gönlüne taht kuran muhabbeti, kin, düşmanlık ve haset manevraları ile yok edilmeye çalışılıyordu. Eziyetlerin, boykotların ardı arkası kesilmiyor; mü'minleri davalarından döndürmek için her türlü yola başvuruluyordu. Boş yere çırpınışlardı bunlar; zira Allah, o peygamberi ve çevresindeki insanları seçmiş, kıyamete dek sürecek mukaddes bir davanın, İslâm'ın sarsılmaz temeltaşı olmalarını dilemiş ve sahiplenmişti. Gözleri perdeli cahiliye insanı bunu farkedememişti.
Yeni günler ağır ıstıraplar getirmiş, mü'minler çile kazanında pişmeye devam etmişti ve Allah Resulü, Taif halkına gitmiş, İslâm'ı anlatmış, fakat taşlanmıştı.
Taif halkı, kendilerine Rablerinden bahseden, güzeller güzelinden haberler getiren bu kutlu elçiyi kan revan içinde bırakmıştı. Ancak meşakkatler, Allah elçisinin sevdasını daha da artırmıştı. Nitekim Taif dönüşü esnasında; "İlâhî! Kuvvetimin zaafa uğramasını, çaresiz kalışımı, halk nazarında hor görülüşümü sadece sana arz eder, ancak sana şikâyet ederim... İlâhî! Gazabına uğramayayım da çektiğim mihnetlere, belâlara aldırmam..." diyerek halini Rabbine arzetmişti. Ebu Talip ve Hz. Hatice'nin (ra) vefatlarını fırsat bilen müşrikler, zulümlerini katbekat artırmışlardı.
Böylesi bir ıstırap yaşanmış değildi! Hz. Allah, bu çilelerin ardına kâinatın en büyük ikramını gizlemişti. Kulunu katına çağıracak, ona en yüce âyetlerini gösterecek, onu da en ulvî bir âyeti olarak âlemlere takdim edecekti. Bu ilâhî ihsan, kutsal çilelerin ardına konmuştu.
Peygamberliğinin onikinci yılı... Allah, âlemlere Rahmet olarak gönderdiği Fahr-i Kâinat Efendimizi (sav) eşsiz bir ikrama davet eder. Bu ihsan, İslâm tarihi boyunca İsrâ ve Mi'rac olarak bilinir.
'İsra', gece yürümek, gece yolculuğu yapmak anlamına gelir. 'Mi'râc', ise yükseğe çıkış aracı demektir.
Peygamberimiz (sav), bir gece Mescid-i Haram'dan alınarak Mescid-i Aksa'ya kadar götürülüp, oradan göklere çıkarılmış, ilâhî âyetler kendisine gösterildikten sonra alındığı yere, yatağının bile sıcaklığının soğumadığı bir müddet içerisinde, tekrar geri getirilmiştir. Özel olarak Resûlullah'ın Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya olan yolculuğuna İsra, oradan Sema'ya uruc edişine Mi'râc adı verilir.
Efendimizin, uyanık ve beden-ruh beraberliği ile gerçekleşen Mi'rac mucizesini, bize bu çerçevede ulaştıran Ashab- Kiram'ın büyüklerini ve onların ardından gelen İslâm alimlerini zikretmek yerinde olur:
Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mesud, Ebu Said el-Hudri, Enes b. Malik, Cabir b. Abdillah, Huzeyfe b. Yeman, Ebu Hureyre, Malik b. Sa'saa, Said b. Müseyyeb, Katade, Dahhak, Said b. Cübeyr, İbn Şihab ez-Zührî, Hasan Basri, Mesruk, Mücahid, İkrime...
Kur'ân-ı Kerim'de bu mucize şöyle anlatılır: "Mümtaz kulunu, âyetlerimizden bazısını kendisine gösterelim diye bir gece Mescid-i Haram'dan alıp, çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa'ya kadar götüren Allah, her türlü noksanlıklardan münezzehtir, eksikliklerden uzaktır. Herşeyi işiten ve gören O'dur"
Mi'rac mucizesinin gerçekleşme seyrine geçmeden önce, bu âyet-i kerimenin işaret ettiği sırları vurgulamak uygun olur:
Onu, ona mânâsındaki "hu" zamirinde iki vecih, iki yön vardır. İlkine göre Mi'racın hikmeti, "Ona âyetlerimizden bazısını göstermek için", buyruğu gereğince, Hz. Peygambere Hakkın kudret ve azametini göstermektir. Diğer açıdan ise, "Onu, (alemlere rahmet olan Allah Resûlünü) âyetlerimizden olarak gösterelim için isra ettik" manası hakim olur ki, bu suretle Mi'racın hikmeti, Peygamberin (sav) kendisini bir âyet olarak kâinata takdim etmek olarak ortaya çıkar. Nitekim, İbn Atıyye vb. müfessirler bu manayı tercih etmişlerdir. Ayetin devamını ise, "hakikaten o kuldur, ancak kelâmımızı işiten ve o zâtımızı gören" tarzında manalandırmışlardır. Ancak ru'yet kudreti, bir Hak tecellisidir. O kudreti, kuldan veya akıldan görenler yanılır. Allah göstere ki, görüle.
Buharî ve Müslim'in rivayetlerine göre; Hz. Peygamber (sav), Mekke'de hane-i saadetlerinde (bazı rivayetlere göre amcası Ebu Talib'in kızı Ümmühani'nin evinde) iken veya Harem-i Şerif'te bulunurken Cebrail (as) gelmişler, mübarek kalplerini açmışlar, Zemzem ile yıkayarak içini hikmet ve iman nuru ile doldurmuşlardır. İnşirah-ı sadr olarak bilinen bu vakıa daha önce, çocukluk yıllarında da kutlu Nebî'ye uygulanmıştı. Hakikaten rabbanî güzelliklerin galebe çaldığı, beşerî tabiatın kudsiyet aleminin esrarına tâbi olduğu arınmış kalp, Hakk'ın muhatabı olur. Allah sevdiği ve seçtiği insanların kalplerini böylece arındırır, katına layık kılar. Nitekim, gönül sahiplerine Hak katından bir davet olan, "Ey arınmış, mutmain olan nefis! Rabbın senden razı ve sen de O'ndan razı olarak dön Rabbine!" hitabı, âyet-i kerime ile kıyamete dek ebedilik kazanmıştır.
Prof.Dr. Haydar BAŞ
(Rahmeten-lil Alemin)
Yeni günler ağır ıstıraplar getirmiş, mü'minler çile kazanında pişmeye devam etmişti ve Allah Resulü, Taif halkına gitmiş, İslâm'ı anlatmış, fakat taşlanmıştı.
Taif halkı, kendilerine Rablerinden bahseden, güzeller güzelinden haberler getiren bu kutlu elçiyi kan revan içinde bırakmıştı. Ancak meşakkatler, Allah elçisinin sevdasını daha da artırmıştı. Nitekim Taif dönüşü esnasında; "İlâhî! Kuvvetimin zaafa uğramasını, çaresiz kalışımı, halk nazarında hor görülüşümü sadece sana arz eder, ancak sana şikâyet ederim... İlâhî! Gazabına uğramayayım da çektiğim mihnetlere, belâlara aldırmam..." diyerek halini Rabbine arzetmişti. Ebu Talip ve Hz. Hatice'nin (ra) vefatlarını fırsat bilen müşrikler, zulümlerini katbekat artırmışlardı.
Böylesi bir ıstırap yaşanmış değildi! Hz. Allah, bu çilelerin ardına kâinatın en büyük ikramını gizlemişti. Kulunu katına çağıracak, ona en yüce âyetlerini gösterecek, onu da en ulvî bir âyeti olarak âlemlere takdim edecekti. Bu ilâhî ihsan, kutsal çilelerin ardına konmuştu.
Peygamberliğinin onikinci yılı... Allah, âlemlere Rahmet olarak gönderdiği Fahr-i Kâinat Efendimizi (sav) eşsiz bir ikrama davet eder. Bu ihsan, İslâm tarihi boyunca İsrâ ve Mi'rac olarak bilinir.
'İsra', gece yürümek, gece yolculuğu yapmak anlamına gelir. 'Mi'râc', ise yükseğe çıkış aracı demektir.
Peygamberimiz (sav), bir gece Mescid-i Haram'dan alınarak Mescid-i Aksa'ya kadar götürülüp, oradan göklere çıkarılmış, ilâhî âyetler kendisine gösterildikten sonra alındığı yere, yatağının bile sıcaklığının soğumadığı bir müddet içerisinde, tekrar geri getirilmiştir. Özel olarak Resûlullah'ın Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya olan yolculuğuna İsra, oradan Sema'ya uruc edişine Mi'râc adı verilir.
Efendimizin, uyanık ve beden-ruh beraberliği ile gerçekleşen Mi'rac mucizesini, bize bu çerçevede ulaştıran Ashab- Kiram'ın büyüklerini ve onların ardından gelen İslâm alimlerini zikretmek yerinde olur:
Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mesud, Ebu Said el-Hudri, Enes b. Malik, Cabir b. Abdillah, Huzeyfe b. Yeman, Ebu Hureyre, Malik b. Sa'saa, Said b. Müseyyeb, Katade, Dahhak, Said b. Cübeyr, İbn Şihab ez-Zührî, Hasan Basri, Mesruk, Mücahid, İkrime...
Kur'ân-ı Kerim'de bu mucize şöyle anlatılır: "Mümtaz kulunu, âyetlerimizden bazısını kendisine gösterelim diye bir gece Mescid-i Haram'dan alıp, çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa'ya kadar götüren Allah, her türlü noksanlıklardan münezzehtir, eksikliklerden uzaktır. Herşeyi işiten ve gören O'dur"
Mi'rac mucizesinin gerçekleşme seyrine geçmeden önce, bu âyet-i kerimenin işaret ettiği sırları vurgulamak uygun olur:
Onu, ona mânâsındaki "hu" zamirinde iki vecih, iki yön vardır. İlkine göre Mi'racın hikmeti, "Ona âyetlerimizden bazısını göstermek için", buyruğu gereğince, Hz. Peygambere Hakkın kudret ve azametini göstermektir. Diğer açıdan ise, "Onu, (alemlere rahmet olan Allah Resûlünü) âyetlerimizden olarak gösterelim için isra ettik" manası hakim olur ki, bu suretle Mi'racın hikmeti, Peygamberin (sav) kendisini bir âyet olarak kâinata takdim etmek olarak ortaya çıkar. Nitekim, İbn Atıyye vb. müfessirler bu manayı tercih etmişlerdir. Ayetin devamını ise, "hakikaten o kuldur, ancak kelâmımızı işiten ve o zâtımızı gören" tarzında manalandırmışlardır. Ancak ru'yet kudreti, bir Hak tecellisidir. O kudreti, kuldan veya akıldan görenler yanılır. Allah göstere ki, görüle.
Buharî ve Müslim'in rivayetlerine göre; Hz. Peygamber (sav), Mekke'de hane-i saadetlerinde (bazı rivayetlere göre amcası Ebu Talib'in kızı Ümmühani'nin evinde) iken veya Harem-i Şerif'te bulunurken Cebrail (as) gelmişler, mübarek kalplerini açmışlar, Zemzem ile yıkayarak içini hikmet ve iman nuru ile doldurmuşlardır. İnşirah-ı sadr olarak bilinen bu vakıa daha önce, çocukluk yıllarında da kutlu Nebî'ye uygulanmıştı. Hakikaten rabbanî güzelliklerin galebe çaldığı, beşerî tabiatın kudsiyet aleminin esrarına tâbi olduğu arınmış kalp, Hakk'ın muhatabı olur. Allah sevdiği ve seçtiği insanların kalplerini böylece arındırır, katına layık kılar. Nitekim, gönül sahiplerine Hak katından bir davet olan, "Ey arınmış, mutmain olan nefis! Rabbın senden razı ve sen de O'ndan razı olarak dön Rabbine!" hitabı, âyet-i kerime ile kıyamete dek ebedilik kazanmıştır.
Prof.Dr. Haydar BAŞ
(Rahmeten-lil Alemin)
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.