Hümeyra EZERGÜL
Bu yazımda sizlerle paylaşmak amacıyla "vefa" üzerine bir iki satır bir şeyler yazmayı düşünüyordum ki, bir vefat haberi aldım. Zihnimi bir sancı, içimi hüzün kapladı... "Ecel geldi mi, ne bir lahza geri kalırlar, ne de bir lahza ileri gidebilirler" (A'raf Suresi: 34) ayet-i kerimesinin mucibince, bir kişinin daha eceli gelmişti.
Ölüm, doğum kadar gerçekti, lakin o, hep hüzünlüydü... Bir sel gibi ahirete göçüyordu insanlar... Ne gençlik, ne çocukluk günleri geri geliyor, ne de zaman durdurulabiliyordu.
Güneş her gün var, toprak yerli yerindeydi. Sonsuz hayata yolculuğa çıkanlar, bitkiler gibi solmuş; tekrar dirilmek üzere o mevsimi bekliyorlardı...
Ya geride kalanlar, bizler ne yapıyorduk? Bir alışkanlığı, bir geleneği yerine getirir gibi telaşlıydık. Çoğumuzun tek istediği dini vecibeleri bitirip, bir an evvel dünya işlerine geri dönmekti. Bazısının da gayesi müşteriyi kaçırmamak, banka kapanmadan işlem yaptırmak, borsayı televizyondan takip etmekti. Yine de insan olma ortak zemininde yüreklerin ücra bir köşesinde de olsa bir burukluk mevcuttu. Onların telaşına inat, yeryüzünde sanki bir ağırlık var, dünya yavaş yavaş dönüyordu. Gerçekleri gözden kaçırmayalım, ibret alalım diye!..
Ulaşılacak en son aşamanın bu nihai durağında yolcu için acaba etrafı sis mi kaplamış, ufuklar görülmüyor, pişmanlık dolu acı bir merak mı sarmıştı ruhunu?.. Yoksa kafesten kurtulmuş bir kuşa mı benzerdi rahatlığı? Bilinmez!
Hergün, her beldede kaç kez müezzinler selâlar veriyor, gökyüzünün yıldızları tek tek toprağa düşüyordu. Sadece sağlara vefa borcu olmayan bizler, yıllar geçtikçe, onları ne kadar hatırlıyor, Fatihalar okuyup, sevaplarını yollamak üzere sadakalar veriyorduk?
Bir aile büyüğümüz olan ahirete intikal etmiş, Muzaffer Ozak Beyefendi (Allah ondan razı olsun ve ona rahmet etsin) İrşad adlı eserinde şöyle yazmıştır: "Ölenlerin ruhları, izn-i İlâhi ile her Cuma gecesi evlerinin kapısı önüne gelip, şöyle hitap ederler, 'Oğlum, kızım, kardeşim yahut ehlim, sizler türlü nimetleri yiyip, bıraktığımız evlerde oturuyorsunuz. Biz, kabirde açız, sususuz ve karanlık yerdeyiz. Hiç bizi hayır ile yad etmiyor, ruhumuz için tasadduk etmiyorsunuz. Yakın bir zamanda siz de bizim gibi olacaksınız. Bizim için tasadduk edin' derler. Eğer, hayır ve tasadduk ile anılıyorlar ise 'Sen bizi unutmadın, Allah senden razı olsun' deyip, mesruren döner giderler. Eğer kendileri hayır ile yâd olunmuyor iseler, 'Siz bizi mahrum ettiniz, Allah da sizi mahrum etsin' deyip, giderler."
Bizdeki bu vefasızlık, kıyıya vuran dalgalar gibi içimi dövüyor. Şu an bu satırları okuyabilen herkes için seher vakti değil, zeval vakti yaklaşmakta... Dahası hiç anlamadan, hepimiz dolambaçlı yol boyunca şırıldayarak akıp giden bir dere misali bu dünyadan göçüp gideceğiz!..
Bu yazımda sizlerle paylaşmak amacıyla "vefa" üzerine bir iki satır bir şeyler yazmayı düşünüyordum ki, bir vefat haberi aldım. Zihnimi bir sancı, içimi hüzün kapladı... "Ecel geldi mi, ne bir lahza geri kalırlar, ne de bir lahza ileri gidebilirler" (A'raf Suresi: 34) ayet-i kerimesinin mucibince, bir kişinin daha eceli gelmişti.
Ölüm, doğum kadar gerçekti, lakin o, hep hüzünlüydü... Bir sel gibi ahirete göçüyordu insanlar... Ne gençlik, ne çocukluk günleri geri geliyor, ne de zaman durdurulabiliyordu.
Güneş her gün var, toprak yerli yerindeydi. Sonsuz hayata yolculuğa çıkanlar, bitkiler gibi solmuş; tekrar dirilmek üzere o mevsimi bekliyorlardı...
Ya geride kalanlar, bizler ne yapıyorduk? Bir alışkanlığı, bir geleneği yerine getirir gibi telaşlıydık. Çoğumuzun tek istediği dini vecibeleri bitirip, bir an evvel dünya işlerine geri dönmekti. Bazısının da gayesi müşteriyi kaçırmamak, banka kapanmadan işlem yaptırmak, borsayı televizyondan takip etmekti. Yine de insan olma ortak zemininde yüreklerin ücra bir köşesinde de olsa bir burukluk mevcuttu. Onların telaşına inat, yeryüzünde sanki bir ağırlık var, dünya yavaş yavaş dönüyordu. Gerçekleri gözden kaçırmayalım, ibret alalım diye!..
Ulaşılacak en son aşamanın bu nihai durağında yolcu için acaba etrafı sis mi kaplamış, ufuklar görülmüyor, pişmanlık dolu acı bir merak mı sarmıştı ruhunu?.. Yoksa kafesten kurtulmuş bir kuşa mı benzerdi rahatlığı? Bilinmez!
Hergün, her beldede kaç kez müezzinler selâlar veriyor, gökyüzünün yıldızları tek tek toprağa düşüyordu. Sadece sağlara vefa borcu olmayan bizler, yıllar geçtikçe, onları ne kadar hatırlıyor, Fatihalar okuyup, sevaplarını yollamak üzere sadakalar veriyorduk?
Bir aile büyüğümüz olan ahirete intikal etmiş, Muzaffer Ozak Beyefendi (Allah ondan razı olsun ve ona rahmet etsin) İrşad adlı eserinde şöyle yazmıştır: "Ölenlerin ruhları, izn-i İlâhi ile her Cuma gecesi evlerinin kapısı önüne gelip, şöyle hitap ederler, 'Oğlum, kızım, kardeşim yahut ehlim, sizler türlü nimetleri yiyip, bıraktığımız evlerde oturuyorsunuz. Biz, kabirde açız, sususuz ve karanlık yerdeyiz. Hiç bizi hayır ile yad etmiyor, ruhumuz için tasadduk etmiyorsunuz. Yakın bir zamanda siz de bizim gibi olacaksınız. Bizim için tasadduk edin' derler. Eğer, hayır ve tasadduk ile anılıyorlar ise 'Sen bizi unutmadın, Allah senden razı olsun' deyip, mesruren döner giderler. Eğer kendileri hayır ile yâd olunmuyor iseler, 'Siz bizi mahrum ettiniz, Allah da sizi mahrum etsin' deyip, giderler."
Bizdeki bu vefasızlık, kıyıya vuran dalgalar gibi içimi dövüyor. Şu an bu satırları okuyabilen herkes için seher vakti değil, zeval vakti yaklaşmakta... Dahası hiç anlamadan, hepimiz dolambaçlı yol boyunca şırıldayarak akıp giden bir dere misali bu dünyadan göçüp gideceğiz!..
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.