Özgül AYDIN
İnsanla Yaratıcısı arasındaki ilk münasebet Bezm-i Elest'te başlamış; bu mecliste Allah, henüz beden kalıbına sokmadığı kullarına "Ben sizin Rabb'iniz değil miyim?" diye sormuştur. Kendisine inkâr edilemeyecek kadar açık ve net olarak gözler önüne seren bu güzellik karşısında Firavun'dan Nemrud'a, Ebu Cehil'den Ebu Leheb'e kadar herkes bu soruya "Evet sen bizim Rabb'imizsin" diyerek cevap vermiş ve bu ahidleşmenin ardından insan, kulluk sözünü ispatlamak üzere imtihan gereği dünya sahnesine gönderilmiştir. Adı üstünde "imtihan gereği" Rabb'i ile arasına muazzam bir perde çekilince, nefsinin, şeytanın ve mâsivanın da aldatmasıyla insan bir bocalama yaşamış, şımarma ve ahdini unutma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Ezelî ilmi ile kullarının içine düşeceği bu hali önceden bilen Allah, kendi katından bir lütuf olarak ilk insanı aynı zamanda ilk peygamber olarak göndermiş ve "Biz peygamber göndermediğimiz kavme azap etmeyiz" (Nahl: 63, Fatır: 24, Yunus: 47) ayetinde buyurulduğu üzere, insanlığı bu rehber-yol gösterici şahsiyetlerden hiçbir vakit mahrum bırakmamıştır: "Onları, emrimizle doğru yolu gösterecek rehberler kıldık" (Enbiya: 73).
Peki Hz. Muhammed son peygamber olduğuna, O'ndan sonra bir başka peygamber gönderilmeyeceğine göre şimdi bize kim yol gösterecek, kim rehberlik yapacaktır?
Bu sorunun cevabını Allah Resûlü'nün mübarek sözlerinde ve Kitabullah'da arayalım.
Fahr-i Alem buyuruyor:
"Ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine tâbi olursanız kurtuluşa erersiniz."
"Alimler benim varislerimdir."
"Her devirde bu ümmet içerisinde kırk kişi İbrahim meşrebi üzerinde, yedi kişi Musa meşrebi üzerinde, üç kişi İsa meşrebi üzerinde, bir kişi de Benim meşrebim üzerinde bulunur. Bunlar mertebelerine göre insanların efendisidir. Bunlar ile yağmur yağdırılır. Allah bunlar vasıtası ile belayı defeder ve bunlar yüzüsuyu hürmetine insanları rızıklandırır."
Kurtuluş, Peygamberlere varis olan bu Hak dostlarıyla beraber olmakla mümkündür.
Esasen bu şekilde bir rehbere tâbi olmak zarureti, sünnetullahtır, adetullahtır, murad-ı ilahidir, yani Allah'ın kanunudur. Ve Allah'ın kanunu asla tağyir ve tedbile uğramaz: "Senden önce gönderdiğimiz elçilerimizin de yasası budur. Bizim yasamızda bir değişiklik bulamazsın" (İsra: 77).
Bu gerçekten olarak peygamberimiz dahi Mirac'a çıkarken önce Hz. Cebrail'e sonra Refref'e tâbi olmuş, yine Hz. Musa ilm-i ledün öğrenmek istediği zaman Hz. Hızır kendisine muallim tayin edilmiştir (Kehf: 64-67).
Nitekim ayet-i kerimede Cenab-ı Hak "Ey inananlar! Allah'tan korkun ve O'na yaklaşmaya vesile arayın" (Maide: 35) buyurmaktadır. Yine "Bize kendi katından bir veli ver" (Nisa: 75) ayeti müfessirlerce "Bize sana gelmemiz için kılavuzluk yapacak bir veli ver" şeklinde tefsir edilmiştir. Ve her mü'min günde, kıldığı beş vakit namazda en az kırk kere "Ya Rab! Bizi nimet verdiklerinin yoluna ilet" (Fatiha) diye dua etmektedir.
Bütün bu gerçekler ışığında diyebiliriz ki tasavvuf ne bir felsefe, ne kul için bir lüks ve ne de bazılarının iddia ettiği gibi İslam dışı bir bid'attır. Tasavvuf güzel ahlâkı ve nefis terbiyesini gaye edinen bir terbiye disiplinidir. Maksad "terbiye", olduğuna göre bir "mürebbi"ye ittiba etmek elbette ki zaruridir. Esasen bu mürebbi Allah'ın, kullarına bir lütfudur ve Allah, verdiği nimetleri kullarının üzerinde görmek ister.
İnsanla Yaratıcısı arasındaki ilk münasebet Bezm-i Elest'te başlamış; bu mecliste Allah, henüz beden kalıbına sokmadığı kullarına "Ben sizin Rabb'iniz değil miyim?" diye sormuştur. Kendisine inkâr edilemeyecek kadar açık ve net olarak gözler önüne seren bu güzellik karşısında Firavun'dan Nemrud'a, Ebu Cehil'den Ebu Leheb'e kadar herkes bu soruya "Evet sen bizim Rabb'imizsin" diyerek cevap vermiş ve bu ahidleşmenin ardından insan, kulluk sözünü ispatlamak üzere imtihan gereği dünya sahnesine gönderilmiştir. Adı üstünde "imtihan gereği" Rabb'i ile arasına muazzam bir perde çekilince, nefsinin, şeytanın ve mâsivanın da aldatmasıyla insan bir bocalama yaşamış, şımarma ve ahdini unutma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Ezelî ilmi ile kullarının içine düşeceği bu hali önceden bilen Allah, kendi katından bir lütuf olarak ilk insanı aynı zamanda ilk peygamber olarak göndermiş ve "Biz peygamber göndermediğimiz kavme azap etmeyiz" (Nahl: 63, Fatır: 24, Yunus: 47) ayetinde buyurulduğu üzere, insanlığı bu rehber-yol gösterici şahsiyetlerden hiçbir vakit mahrum bırakmamıştır: "Onları, emrimizle doğru yolu gösterecek rehberler kıldık" (Enbiya: 73).
Peki Hz. Muhammed son peygamber olduğuna, O'ndan sonra bir başka peygamber gönderilmeyeceğine göre şimdi bize kim yol gösterecek, kim rehberlik yapacaktır?
Bu sorunun cevabını Allah Resûlü'nün mübarek sözlerinde ve Kitabullah'da arayalım.
Fahr-i Alem buyuruyor:
"Ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine tâbi olursanız kurtuluşa erersiniz."
"Alimler benim varislerimdir."
"Her devirde bu ümmet içerisinde kırk kişi İbrahim meşrebi üzerinde, yedi kişi Musa meşrebi üzerinde, üç kişi İsa meşrebi üzerinde, bir kişi de Benim meşrebim üzerinde bulunur. Bunlar mertebelerine göre insanların efendisidir. Bunlar ile yağmur yağdırılır. Allah bunlar vasıtası ile belayı defeder ve bunlar yüzüsuyu hürmetine insanları rızıklandırır."
Kurtuluş, Peygamberlere varis olan bu Hak dostlarıyla beraber olmakla mümkündür.
Esasen bu şekilde bir rehbere tâbi olmak zarureti, sünnetullahtır, adetullahtır, murad-ı ilahidir, yani Allah'ın kanunudur. Ve Allah'ın kanunu asla tağyir ve tedbile uğramaz: "Senden önce gönderdiğimiz elçilerimizin de yasası budur. Bizim yasamızda bir değişiklik bulamazsın" (İsra: 77).
Bu gerçekten olarak peygamberimiz dahi Mirac'a çıkarken önce Hz. Cebrail'e sonra Refref'e tâbi olmuş, yine Hz. Musa ilm-i ledün öğrenmek istediği zaman Hz. Hızır kendisine muallim tayin edilmiştir (Kehf: 64-67).
Nitekim ayet-i kerimede Cenab-ı Hak "Ey inananlar! Allah'tan korkun ve O'na yaklaşmaya vesile arayın" (Maide: 35) buyurmaktadır. Yine "Bize kendi katından bir veli ver" (Nisa: 75) ayeti müfessirlerce "Bize sana gelmemiz için kılavuzluk yapacak bir veli ver" şeklinde tefsir edilmiştir. Ve her mü'min günde, kıldığı beş vakit namazda en az kırk kere "Ya Rab! Bizi nimet verdiklerinin yoluna ilet" (Fatiha) diye dua etmektedir.
Bütün bu gerçekler ışığında diyebiliriz ki tasavvuf ne bir felsefe, ne kul için bir lüks ve ne de bazılarının iddia ettiği gibi İslam dışı bir bid'attır. Tasavvuf güzel ahlâkı ve nefis terbiyesini gaye edinen bir terbiye disiplinidir. Maksad "terbiye", olduğuna göre bir "mürebbi"ye ittiba etmek elbette ki zaruridir. Esasen bu mürebbi Allah'ın, kullarına bir lütfudur ve Allah, verdiği nimetleri kullarının üzerinde görmek ister.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.