Mehmet MARUF
"Niçin yaşadığını bilen her ne olursa olsun, yaşamaya tahammül eder."Nietsche
19. yüzyıl dünya edebiyatında realizm adına iki isim çoğu kez karşılaştırılmıştır. Bunlardan birisi, fakir halkın ücretsiz tedavi edildiği bir hastanede dünyaya gelerek hayatını hep fakir olarak yaşayan Dostoyevski, diğeri ise büyük toprak sahibi zengin bir ailenin çocuğu Tolstoy'dur.
Dostoyevski; geçmişinde çocukluk diye bir dönemi hatırlayamayan, sürekli suskun ve içe kapanık, yalnızlığa ihtiras derecesinde düşkün bir seciyenin sahibidir. Gençliğinde edindiği bir iki dost dışında kimse hayatını paylaşmamıştır. Belki de, insan ruhunu tanımada ve kendi zamanına göre kimsenin giremediği en girift tinsel dehlizlere nüfuz etmedeki becerisi, ilhamını kronikleşmiş yalnızlığından almıştır. Dostoyevski'nin yaşam öyküsünü kavramsallaştıran terimlerden yalnızlık kadar, hastalık ve fakirlik de etkilidir. İlk yazdığı romanı olan Yoksullar'ı kaleme almasının sebebi içinde bulunduğu ekonomik sıkıntıdır. Bir gölge gibi peşini bırakmayan kıllet -parasızlık- hastalığı onu diyar diyar -hasta, hasta- gezdirmiş, tüm yaşamı boyunca şömine önünde, masa başında oturarak bir eser kaleme almamıştır. Stefan Zweig'ın ifadesiyle;
"Tolstoy sağlığına ne kadar borçlu ise, Dostoyevski de hastalığına ve kaderine o kadar borçludur. Sara hastalığı Dostoyevski'yi normal bir insanın hissedemeyeceği birtakım şiddetli duygulara ulaştırabilmiştir; ruhun ara hallerini ve duyguların cehennemini esrarlı bir şekilde görebilmesini mümkün kılmıştır. Kişiliğinin olağanüstü ikiliği, en hummalı rüyalar içerisindeki uyanıklığı, duygu labirentlerinin en uç noktalarına kadar varabilen zekanın bir kavrayışı, Dostoyevski'ye patolojik olguların metafiziğini yapmak ve bilimin neşterinin, teşrih masası üzerinde ancak parça parça keşfettiği gerçekleri bir bütün olarak anlatmak imkânını vermiştir."
Yaşadığı hayatın bütün olumsuzluklarına rağmen Dostoyevski'nin hiçbir zaman Tolstoy gibi intihar yönelimi olmamış, ölüm korkusuyla depresyona sürüklenmemiş, bilakis yaşadığı olumsuzluklar onu eserlerinde derinlik kazanmasını, kendini; oluşturduğu kahramanlarıyla ifade etmesini sağlamıştır. Çünkü Dostoyevski herşeye rağmen bir Yaratıcı kabullenmiştir. Ve inandığı Tanrısı her ne kadar Rus insana daha lütufkârsa da, kendisi hiç bir zaman Tolstoy gibi med-cezir kıvamında kalmamıştır.
Sonuç itibarıyla -yanlış da olsa- oduna dahi inanan bir insan; kendi içinde daha tutarlı ve barışık, sorunlara dayanma gücü daha etkin, günlük yaşamda ise verimliliğinin daha üst düzeyde olduğu bir gerçektir. Konuya inancını her nefeste ikrar eden ve yaşamını inancına göre tasnif eden velilerden birinin (Necip Fazıl'ın mürşidi Abdülhakim Arvasi'nin) sözüyle açıklık getirirsek eğer;
"Batmayacağına inanarak suya bas, yürür gidersin. İmkansız olan belki buna inanmandır, su üstünde yürüyebilmen değil... İnanmak; insanoğluna vaadedilen bütün mucizelerin anahtarı... İnanmaya memuruz. Ne kadar kuvvetimiz varsa hepsini inanmaktan alıyoruz. Neye inanmıyorsan sen o şeyde kanatları kesilmiş bir kuşsun, uç bakalım uçabilirsen... Eşya ve hadiselerin varlığı, kendisini zati varlık heyetinden evvel, bizim inanmamıza borçlu. İnandığımız herşey var, inanmadığımız hiçbir şey yok."
"Niçin yaşadığını bilen her ne olursa olsun, yaşamaya tahammül eder."Nietsche
19. yüzyıl dünya edebiyatında realizm adına iki isim çoğu kez karşılaştırılmıştır. Bunlardan birisi, fakir halkın ücretsiz tedavi edildiği bir hastanede dünyaya gelerek hayatını hep fakir olarak yaşayan Dostoyevski, diğeri ise büyük toprak sahibi zengin bir ailenin çocuğu Tolstoy'dur.
Dostoyevski; geçmişinde çocukluk diye bir dönemi hatırlayamayan, sürekli suskun ve içe kapanık, yalnızlığa ihtiras derecesinde düşkün bir seciyenin sahibidir. Gençliğinde edindiği bir iki dost dışında kimse hayatını paylaşmamıştır. Belki de, insan ruhunu tanımada ve kendi zamanına göre kimsenin giremediği en girift tinsel dehlizlere nüfuz etmedeki becerisi, ilhamını kronikleşmiş yalnızlığından almıştır. Dostoyevski'nin yaşam öyküsünü kavramsallaştıran terimlerden yalnızlık kadar, hastalık ve fakirlik de etkilidir. İlk yazdığı romanı olan Yoksullar'ı kaleme almasının sebebi içinde bulunduğu ekonomik sıkıntıdır. Bir gölge gibi peşini bırakmayan kıllet -parasızlık- hastalığı onu diyar diyar -hasta, hasta- gezdirmiş, tüm yaşamı boyunca şömine önünde, masa başında oturarak bir eser kaleme almamıştır. Stefan Zweig'ın ifadesiyle;
"Tolstoy sağlığına ne kadar borçlu ise, Dostoyevski de hastalığına ve kaderine o kadar borçludur. Sara hastalığı Dostoyevski'yi normal bir insanın hissedemeyeceği birtakım şiddetli duygulara ulaştırabilmiştir; ruhun ara hallerini ve duyguların cehennemini esrarlı bir şekilde görebilmesini mümkün kılmıştır. Kişiliğinin olağanüstü ikiliği, en hummalı rüyalar içerisindeki uyanıklığı, duygu labirentlerinin en uç noktalarına kadar varabilen zekanın bir kavrayışı, Dostoyevski'ye patolojik olguların metafiziğini yapmak ve bilimin neşterinin, teşrih masası üzerinde ancak parça parça keşfettiği gerçekleri bir bütün olarak anlatmak imkânını vermiştir."
Yaşadığı hayatın bütün olumsuzluklarına rağmen Dostoyevski'nin hiçbir zaman Tolstoy gibi intihar yönelimi olmamış, ölüm korkusuyla depresyona sürüklenmemiş, bilakis yaşadığı olumsuzluklar onu eserlerinde derinlik kazanmasını, kendini; oluşturduğu kahramanlarıyla ifade etmesini sağlamıştır. Çünkü Dostoyevski herşeye rağmen bir Yaratıcı kabullenmiştir. Ve inandığı Tanrısı her ne kadar Rus insana daha lütufkârsa da, kendisi hiç bir zaman Tolstoy gibi med-cezir kıvamında kalmamıştır.
Sonuç itibarıyla -yanlış da olsa- oduna dahi inanan bir insan; kendi içinde daha tutarlı ve barışık, sorunlara dayanma gücü daha etkin, günlük yaşamda ise verimliliğinin daha üst düzeyde olduğu bir gerçektir. Konuya inancını her nefeste ikrar eden ve yaşamını inancına göre tasnif eden velilerden birinin (Necip Fazıl'ın mürşidi Abdülhakim Arvasi'nin) sözüyle açıklık getirirsek eğer;
"Batmayacağına inanarak suya bas, yürür gidersin. İmkansız olan belki buna inanmandır, su üstünde yürüyebilmen değil... İnanmak; insanoğluna vaadedilen bütün mucizelerin anahtarı... İnanmaya memuruz. Ne kadar kuvvetimiz varsa hepsini inanmaktan alıyoruz. Neye inanmıyorsan sen o şeyde kanatları kesilmiş bir kuşsun, uç bakalım uçabilirsen... Eşya ve hadiselerin varlığı, kendisini zati varlık heyetinden evvel, bizim inanmamıza borçlu. İnandığımız herşey var, inanmadığımız hiçbir şey yok."