Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, başbakanlık görevini AKP Kayseri milletvekili Abdullah Gül'e vererek, ülkenin içinde bulunduğu belirsizlik ortamının dış politikaya olumsuz etkilerinin bir nebze de olsa hafiflemesini sağladı. Şimdi, hükümet daha kısa sürede kurulacak, dışişleri ve ekonomi bakanları kısa sürede görevlerinin başına geçerek, bu karmaşık ve sisli ortamda Türkiye'ye doğru rotayı bulmaya çalışacaktır. En azından bizim temennimiz bu yönde.
Sezer, Abdullah Gül'ü hükümeti kurmakla görevlendirmekle Türk siyasi tarihinde bir ilke daha imza attı. (veya atmak zorunda kaldı) Çünkü Türk siyasi tarihinde ilk kez parti genel başkanı olmayan bir milletvekili başbakan olarak hükümeti kurmakla görevlendirildi. Tabi bu, anormal bir durum olarak, normalleşme sürecine girinceye kadar, her vakit istismara açık bir görüntü arzediyor. Şöyle ki;
Bugün AKP, aldığı yüzde 34'lük oy oranı ve çıkardığı 363 vekille, tek başına iktidarı büyük farkla elde etmekle beraber, anayasayı değiştirecek çoğunluğa da sahip bulunmaktadır. (bağımsızlardan AKP'ye meyilli isimleri de eklersek bu çoğunluk sağlanmış olur) Bu şu anlama geliyor; AKP'nin hiçbir bahanesi yok, Türkiye'yi arzulanan refah seviyesine çıkarmak ve istediği düzenlemeleri yapmak için önünde hiçbir engel olmadığı gibi, kaydadeğer bir muhalefet de bulunmuyor. Çünkü koalisyonla işbaşına gelen bütün partiler, vaadedilen sözlerini yerine getirmediklerinde, tek bahane olarak, "koalisyon ortamında ancak bu kadar olur" deyip, ellerine yüzlerine bulaştırdıkları ülke idaresindeki beceriksizliklerinin ardından miting meydanlarına indikleri zaman, yüzleri bile kızarmadan kendisine oy vermiş seçmene şunu söyleyebiliyor: "Koalisyon ortamında istediklerimizi yapamadık, bizi tek başımıza iktidara getirirseniz vaadettiğimiz her sözü yerine getiririz." Bu durum son 3 Kasım seçimlerinde de özellikle, seçmenini hayal kırıklığına uğratmış bir parti tarafından sık sık işlenen bir temaydı.
AKP bu açıdan hiçbir bahanenin arkasına sığınamayacak bir çoğunluğa ve imkana sahip. Amma, AKP'yi bekleyen en büyük tehlike, Gül'ün başbakan olmasıyla, parti içinde başlayacak olan "çiftbaşlılık sendromu". Daha Sezer, başbakanlık görevini vermek üzere, Gül'ü Köşk'e çağırdığı saatlerde, AKP Genel Başkanı Erdoğan'ın partisinin Acil Eylem Planı'nı açıklaması, kamuoyunda ve kulislerde, Erdoğan'ın "ben de varım, beni unutmayın" mealinde bir girişimi olarak yankı buldu. Öte yandan Erdoğan'ın Acil Eylem Planı'nda kendi yasağını kaldırmaya öncelik vereceğini ima etmesi de, "Gül'e biçilen emanetçi kumaşını" yüksek sesle dolaylaması şeklinde tefsir edildi. Bunlar daha hükümet kurulmadan, yani ortada ne fol ne yumurta yokken ortaya atılan ve kafaları kurcalayan endişeler. Ya hükümet kurulduktan ve Abdullah Gül gerçekten başbakan gibi davranmaya başladıktan sonra nasıl bir tablo çıkacak karşımıza, bilinmez. Temennimiz, daha ilk günden kendini hissettiren bir "çiftbaşlılık sendromunun" başladığı noktada sona ermesi. Çünkü Türkiye'yi bekleyen Kıbrıs, Ege, AGSP, Irak gibi birbirinden önemli dışpolitik sorunlar ve batmış bir ekonomi var. Türkiye'nin bu sorunların altından aklıselimle çıkabilmesi için, emanetçi başbakan ve "bir an önce başbakan olmalıyım" arzusuyla ülkenin önceliklerini, kendi öncelikleri uğruna öteleyen gölge başbakan arasında gidip gelmekten kurtulması lazım. Devam edilecek olan piyasa ekonomisi ve serbest kurda da bu tür bir "çiftbaşlılığın" nasıl istismar edileceğini de hesaba katmak lazım.
Önce Türkiye'nin öncelikleri, daha sonra şahısların hırsları gelmeli, yani Önce can sonra canan...
Sezer, Abdullah Gül'ü hükümeti kurmakla görevlendirmekle Türk siyasi tarihinde bir ilke daha imza attı. (veya atmak zorunda kaldı) Çünkü Türk siyasi tarihinde ilk kez parti genel başkanı olmayan bir milletvekili başbakan olarak hükümeti kurmakla görevlendirildi. Tabi bu, anormal bir durum olarak, normalleşme sürecine girinceye kadar, her vakit istismara açık bir görüntü arzediyor. Şöyle ki;
Bugün AKP, aldığı yüzde 34'lük oy oranı ve çıkardığı 363 vekille, tek başına iktidarı büyük farkla elde etmekle beraber, anayasayı değiştirecek çoğunluğa da sahip bulunmaktadır. (bağımsızlardan AKP'ye meyilli isimleri de eklersek bu çoğunluk sağlanmış olur) Bu şu anlama geliyor; AKP'nin hiçbir bahanesi yok, Türkiye'yi arzulanan refah seviyesine çıkarmak ve istediği düzenlemeleri yapmak için önünde hiçbir engel olmadığı gibi, kaydadeğer bir muhalefet de bulunmuyor. Çünkü koalisyonla işbaşına gelen bütün partiler, vaadedilen sözlerini yerine getirmediklerinde, tek bahane olarak, "koalisyon ortamında ancak bu kadar olur" deyip, ellerine yüzlerine bulaştırdıkları ülke idaresindeki beceriksizliklerinin ardından miting meydanlarına indikleri zaman, yüzleri bile kızarmadan kendisine oy vermiş seçmene şunu söyleyebiliyor: "Koalisyon ortamında istediklerimizi yapamadık, bizi tek başımıza iktidara getirirseniz vaadettiğimiz her sözü yerine getiririz." Bu durum son 3 Kasım seçimlerinde de özellikle, seçmenini hayal kırıklığına uğratmış bir parti tarafından sık sık işlenen bir temaydı.
AKP bu açıdan hiçbir bahanenin arkasına sığınamayacak bir çoğunluğa ve imkana sahip. Amma, AKP'yi bekleyen en büyük tehlike, Gül'ün başbakan olmasıyla, parti içinde başlayacak olan "çiftbaşlılık sendromu". Daha Sezer, başbakanlık görevini vermek üzere, Gül'ü Köşk'e çağırdığı saatlerde, AKP Genel Başkanı Erdoğan'ın partisinin Acil Eylem Planı'nı açıklaması, kamuoyunda ve kulislerde, Erdoğan'ın "ben de varım, beni unutmayın" mealinde bir girişimi olarak yankı buldu. Öte yandan Erdoğan'ın Acil Eylem Planı'nda kendi yasağını kaldırmaya öncelik vereceğini ima etmesi de, "Gül'e biçilen emanetçi kumaşını" yüksek sesle dolaylaması şeklinde tefsir edildi. Bunlar daha hükümet kurulmadan, yani ortada ne fol ne yumurta yokken ortaya atılan ve kafaları kurcalayan endişeler. Ya hükümet kurulduktan ve Abdullah Gül gerçekten başbakan gibi davranmaya başladıktan sonra nasıl bir tablo çıkacak karşımıza, bilinmez. Temennimiz, daha ilk günden kendini hissettiren bir "çiftbaşlılık sendromunun" başladığı noktada sona ermesi. Çünkü Türkiye'yi bekleyen Kıbrıs, Ege, AGSP, Irak gibi birbirinden önemli dışpolitik sorunlar ve batmış bir ekonomi var. Türkiye'nin bu sorunların altından aklıselimle çıkabilmesi için, emanetçi başbakan ve "bir an önce başbakan olmalıyım" arzusuyla ülkenin önceliklerini, kendi öncelikleri uğruna öteleyen gölge başbakan arasında gidip gelmekten kurtulması lazım. Devam edilecek olan piyasa ekonomisi ve serbest kurda da bu tür bir "çiftbaşlılığın" nasıl istismar edileceğini de hesaba katmak lazım.
Önce Türkiye'nin öncelikleri, daha sonra şahısların hırsları gelmeli, yani Önce can sonra canan...
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Alperen Polat / diğer yazıları
- Sadaka sosyalizmi / 17.04.2013
- Namusumuza dokunan yanar / 14.04.2013
- MHP'nin misyonu / 26.03.2013
- Tarihe şahitlik ettim / 04.03.2013
- Teröre teslim olduk / 15.01.2013
- Atatürk’e sahip çıkana sahip çıkmak / 12.01.2013
- Talabani miadını doldurdu, sıradaki gelsin! / 21.12.2012
- Arınç misyonu / 20.12.2012
- 1962’den 2012’ye ‘satılık müttefik’ Türkiye! / 19.12.2012
- ‘NATO toprağı Türkiye’den dünya savaşının fitilini ateşlemek / 18.12.2012
- Namusumuza dokunan yanar / 14.04.2013
- MHP'nin misyonu / 26.03.2013
- Tarihe şahitlik ettim / 04.03.2013
- Teröre teslim olduk / 15.01.2013
- Atatürk’e sahip çıkana sahip çıkmak / 12.01.2013
- Talabani miadını doldurdu, sıradaki gelsin! / 21.12.2012
- Arınç misyonu / 20.12.2012
- 1962’den 2012’ye ‘satılık müttefik’ Türkiye! / 19.12.2012
- ‘NATO toprağı Türkiye’den dünya savaşının fitilini ateşlemek / 18.12.2012