Sonuç olarak 19. asırdaki modern bilimi biz; dini unsurlardan arınmış, dünyevi nitelik taşıyan (seküler), bilginin ana kaynağı olarak aklı yücelten (rasyonalist), beş duyuyla algılanamayan, deney ve gözleme tâbi olmayan olguları reddeden (pozitivist) özelliklere sahip bir bilim anlayışı olarak vasıflandırabiliriz.
Yani reformcuların sandığı gibi modern bilim, Avrupa medeniyetinden bağımsız nesnel bir fenomen değlidir. Tarihsel süreç içerisinde Batıya özgü şartlarda teşekkül eden, bağlı bulunduğu coğrafyanın özelliklerini taşıyan "subjektif" bir disiplindir. Ve kendi dünya görüşünün parçasıdır. Modern bilime hikmet gözüyle bakmak ise mümkün değildir. Çünkü burada salt bilgi değil ona giydirilen yorum, eleştiri konusudur. Hikmet ise zaten İslam aliminin vahyin ışığında ilme bakışında oluşan ince anlayıştır.
Reformcular modernizmi ideolojik bir dünya görüşü olarak, modern bilimi de bu görüşün parçası olarak tanımlayamadıkları gibi, Batıyı idealize ederek bilimini de yanılmaz ve yanlışlanamaz hikmet pınarı halinde görmek istemişlerdir. Avrupa'nın ulaştığı medeniyeti ise insanlığın gelişmedeki zirve noktası kabul etmişlerdir. Böylelikle tıpkı modernizm öncesi Avrupa'sındaki Protestanlığın teşekkülü gibi İslam'ın bilgi hiyerarşisi altüst edilip akıl vahyin önüne konmuş, bilim merkez alınarak, din, yoruma tâbi tutulmuştur.
Oysa ne İslam dini Hıristiyanlığa benzemektedir ne de modern bilim yanılmaz bir dogmadır. Bizzat bilim tarihçilerine göre devrim olarak nitelenen, sürekli değişim halinde olan yapıya sahiptir. Mesela Karl Popper bilim tarihini, doğru olduğu kabul edilen teorilerin yanlışlanmasının tarihi olarak tanımlar.
Zaten 19. asrın bilim paradigması sadece bir yüzyıl sonra gerek Einstein ile, gerek Thomas Kuhn, Feyerabend ve Popper ile yeniden yapılandırılmıştır. Ve bu yapı sürekli dönüşmektedir.
Özellikle altı çizilmelidir ki; bilimde şüpheciik, dinde teslimiyet esastır. Bilim teslimiyetle ele alınırsa "akide", dine şüpheyle yaklaşılırsa "felsefe" halini alır. Dine felsefe vasıtasıyla yaklaşmak ise İmam-ı Gazali'nin deyimiyle kulakla görmeye ve gözle işitmeye kalkışmak gibidir!
Reformcuların gözden kaçırdıkları diğer husus ise İslam toplumunda alimin yeridir. Şurası bir gerçektir ki; Müslümanlar tarihleri boyunca bir çok bunalım ve kriz dönemleri yaşamışlardır. Ve bütün bunalımlarında yol gösterici olarak alimin "peygamber varisi" misyonuyla varolduğu bir realitedir. Örneklendirmek gerekirse; Emevi saltanatının tahrip edici dönemlerinde Ömer b. Abdülaziz, Abbasilerin sebep olduğu mihne yıllarında Ahmed b. Hanbel, İmam-ı Azam Ebu Hanife, fikir anarşisinin had safhaya ulaştığı, felsefenin dine yamanmaya çalışıldığı Selçukluların ilk dönemlerinde İmam-ı Gazali, Hindistan'da Ekber Şah zamanındaki fitne döneminde İmam-ı Rabbani, Moğol istilasında Hoca Ahmed Yesevi ve Mevlana'nın Müslümanlara yön gösterici ve birleştirici etkisi gözardı edilemez.
Sadece merak edilebileceği için açıklamakta fayda vardır ki; modernist reformcuların hatayı Ehl-i Sünnet geleneğinde aramalarına karşılık aynı dönemde aynı şartları yaşayan ve geleneğin uzantısı olan ulema çareyi dini yeniden yorumlamakta değil, işgalcilere karşı dinin emirlerini uygulamakta bulmuştur. Gerek Ömer Muhtar'ın altında atı ve elinde mavzeriyle İtalyan tanklarına ve uçaklarına karşı yirmi yıllık cihadında, gerek Şeyh Şamil'in bir avuç talebesiyle Kafkaslar'da Çarlık Rusyasına kafa tutmasında, gerekse Emir Abdülkadir'in Fransızlarla hesaplaşmasında İslam, yorumlanan değil yaşanan bir olgudur. Bu iki kesim arasındaki idrak farkının sebebi ise modernist reformcularla, geleneksel ulemanın imanlarının çapıyla ilgilidir. Ve alimler yine İslam tarihindeki misyonlarının gereğini yerine getirmişlerdir.
Ayrıca sanıldığı gibi Ehl-i Sünnet geleneği içerisindeki ulema zümresi; ne mezhep, ne de meşrep bazında birey olarak kendini mutlak itaat ya da mutlak teslimiyet makamı olarak sunmamış, ümmet şuuruyla Müslümanlar onların peşinden gitmişlerdir. Ve dışarıdan gelen eleştirilerden çok daha fazlasını geleneğin içlerinde geliştirdikleri otokontrol mekanizmasıyla yine kendileri yapmışlar, böylece her dönemde sürekli olarak yenilenmişler ve canlı kalmışlardır. (Sifil, a.g.m). Zaten İslam toplumunun temel dinamiği "ulema"sıdır.
Durum böyleyken modernizmin etkisindeki reformların kaynaklara dönüş amacıyla alimi aradan çıkarma çabalarını nasıl okuma gerekmektedir?
Kuşatma altındaki Müslüman dünyasında gelişen kompleks sonucunda Avrupa, hakkında hayali bir imaj oluşturularak idealize edilmiştir. Buna bağlı olarak Batı toplumunun geçirdiği evreler insanlığın modernleşmesi için yaşanması gereken dönemler olarak kabule zorlanmıştır. Yani Avrupa Ortaçağ karanlığından 16. yüzyılda yaşadığı dinde reform çalışması ile Katolikliği bir kenara itip Protestanlığı hayata geçirerek kurtulmuştur.
Modernizmin arka planında kapitalizm, onun da oluşumunda Protestan ahlakı mevcuttur. O halde ilerlemenin yegane yolu dinde reform yapmaktır. Çünkü Batı bunu yaparak ilerlemiştir.
İlginçtir ki; Martin Luther öncülüğünde gelişen Protestanlık da "kaynaklara dönüş'ü (İncil'e dönüş) savunarak din adamlarının inançları üzerindeki bütün etkinliklerini silikleştirmeyi amaçlamıştır.
İncil'i papazlar olmadan da okuyabilmeyi ilke haline getirerek faizi helal kılma, din adamlarına evlilik izni verme gibi bir dizi yenilikler getiren Protestanlar dini algılamada akla büyük yer vermişlerdir (Şamil İslam Ans., c.6, sy.204).
Öyleyse zaman gerçekten de İbni Haldun'u haklı çıkarmıştır. Nitekim "yenilenler yenenleri taklid etmeye çalışmışlardır".
Belirtmeden geçemeyceğimiz bir başka husus ise; alimi aradan çıkarmanın sonucu olarak dinin felsefi bir kimliğe bürünmesine olanak tanınmasıdır. Çünkü İslam inancında bizzat bilginin kendisi değil, bilginin bilenle beraber değerli olduğu aşikardır. Öyle olmasaydı 104 Kitaba karşı 124 bin Peygamberin gönderilmesi ve her Kitabın muhakkak bir Peygamberle gönderilmiş olması anlamsız olurdu. Burada amaç Müslümanların, bilgiyi hayatına geçirerek irfana ve hikmete dönüştürdüğü insanlardan (alim) ya da bizzat Allah tarafından ilim ve hikmet verilen Peygamberlerden öğrenilmesidir. Tabii eğer biz inancı devamlı yoruma tâbi tutulan ve felsefesi yapılan zihinsel etkinlik olarak değil de yaşanan bir olgu halinde ele alıyorsak bunlar geçerlidir. Çünkü Peygamber ya da alim, inancını yaşayan insandır.
Modernizmde ise bilgi bilenden koparılarak sadece kendisi bir değer halinde sunulmuştur. Eser ile muhatabı başbaşa bırakılmış, alim işlevsizleştirilmiştir. Muhatab ise kendi aklı, deneyimi ve birikimi ile eseri çapı kadar anlama çabasına girmiştir.
Ve bu çaba tamamiyle zihinsel olduğu için felsefi bir karakter taşımaktadır. Öyleyse modernizmin öngördüğü inanç sisteminde, dinden ne anlaşıldığı önemliyken, İslam inancında dinin neyi murad ettiği (murad-ı İlahi) değer kazanmaktadır. Birincisinde insan merkezli olarak dinden yararlanmak, ikincisinde ise inanç esas alınarak insanın ona göre şekillenmesi asıldır. Yani aklın kontrolündeki din ya da vahyin ışığındaki akıl...
Kendi dönemlerinde etkinlik olarak kitlesel bir gelişme gösteremeyen reformcular bir ara Mehmet Akif ve Said Nursi'yi etkilemişlerdir. Günümüzde ise bır kısım ilahiyatçı çevreler tarafından kabul görmüş ve "dinlerarası diyalog" çalışmalarıyla kurumsallaşmışlardır.
Gerek Muhammed Esed'in "Kur'an Mesajı" tefsirinde kullandığı yöntem gerekse son dönem modernistlerinden Fazlurrahman'ın tarihselciliği ilhamını oryantalistlerden ve bahsi geçen reformculardan almaktadır.
Yani dünde yaşananlar bugünü etkileyemeye devam etmektedir.
Yani reformcuların sandığı gibi modern bilim, Avrupa medeniyetinden bağımsız nesnel bir fenomen değlidir. Tarihsel süreç içerisinde Batıya özgü şartlarda teşekkül eden, bağlı bulunduğu coğrafyanın özelliklerini taşıyan "subjektif" bir disiplindir. Ve kendi dünya görüşünün parçasıdır. Modern bilime hikmet gözüyle bakmak ise mümkün değildir. Çünkü burada salt bilgi değil ona giydirilen yorum, eleştiri konusudur. Hikmet ise zaten İslam aliminin vahyin ışığında ilme bakışında oluşan ince anlayıştır.
Reformcular modernizmi ideolojik bir dünya görüşü olarak, modern bilimi de bu görüşün parçası olarak tanımlayamadıkları gibi, Batıyı idealize ederek bilimini de yanılmaz ve yanlışlanamaz hikmet pınarı halinde görmek istemişlerdir. Avrupa'nın ulaştığı medeniyeti ise insanlığın gelişmedeki zirve noktası kabul etmişlerdir. Böylelikle tıpkı modernizm öncesi Avrupa'sındaki Protestanlığın teşekkülü gibi İslam'ın bilgi hiyerarşisi altüst edilip akıl vahyin önüne konmuş, bilim merkez alınarak, din, yoruma tâbi tutulmuştur.
Oysa ne İslam dini Hıristiyanlığa benzemektedir ne de modern bilim yanılmaz bir dogmadır. Bizzat bilim tarihçilerine göre devrim olarak nitelenen, sürekli değişim halinde olan yapıya sahiptir. Mesela Karl Popper bilim tarihini, doğru olduğu kabul edilen teorilerin yanlışlanmasının tarihi olarak tanımlar.
Zaten 19. asrın bilim paradigması sadece bir yüzyıl sonra gerek Einstein ile, gerek Thomas Kuhn, Feyerabend ve Popper ile yeniden yapılandırılmıştır. Ve bu yapı sürekli dönüşmektedir.
Özellikle altı çizilmelidir ki; bilimde şüpheciik, dinde teslimiyet esastır. Bilim teslimiyetle ele alınırsa "akide", dine şüpheyle yaklaşılırsa "felsefe" halini alır. Dine felsefe vasıtasıyla yaklaşmak ise İmam-ı Gazali'nin deyimiyle kulakla görmeye ve gözle işitmeye kalkışmak gibidir!
Reformcuların gözden kaçırdıkları diğer husus ise İslam toplumunda alimin yeridir. Şurası bir gerçektir ki; Müslümanlar tarihleri boyunca bir çok bunalım ve kriz dönemleri yaşamışlardır. Ve bütün bunalımlarında yol gösterici olarak alimin "peygamber varisi" misyonuyla varolduğu bir realitedir. Örneklendirmek gerekirse; Emevi saltanatının tahrip edici dönemlerinde Ömer b. Abdülaziz, Abbasilerin sebep olduğu mihne yıllarında Ahmed b. Hanbel, İmam-ı Azam Ebu Hanife, fikir anarşisinin had safhaya ulaştığı, felsefenin dine yamanmaya çalışıldığı Selçukluların ilk dönemlerinde İmam-ı Gazali, Hindistan'da Ekber Şah zamanındaki fitne döneminde İmam-ı Rabbani, Moğol istilasında Hoca Ahmed Yesevi ve Mevlana'nın Müslümanlara yön gösterici ve birleştirici etkisi gözardı edilemez.
Sadece merak edilebileceği için açıklamakta fayda vardır ki; modernist reformcuların hatayı Ehl-i Sünnet geleneğinde aramalarına karşılık aynı dönemde aynı şartları yaşayan ve geleneğin uzantısı olan ulema çareyi dini yeniden yorumlamakta değil, işgalcilere karşı dinin emirlerini uygulamakta bulmuştur. Gerek Ömer Muhtar'ın altında atı ve elinde mavzeriyle İtalyan tanklarına ve uçaklarına karşı yirmi yıllık cihadında, gerek Şeyh Şamil'in bir avuç talebesiyle Kafkaslar'da Çarlık Rusyasına kafa tutmasında, gerekse Emir Abdülkadir'in Fransızlarla hesaplaşmasında İslam, yorumlanan değil yaşanan bir olgudur. Bu iki kesim arasındaki idrak farkının sebebi ise modernist reformcularla, geleneksel ulemanın imanlarının çapıyla ilgilidir. Ve alimler yine İslam tarihindeki misyonlarının gereğini yerine getirmişlerdir.
Ayrıca sanıldığı gibi Ehl-i Sünnet geleneği içerisindeki ulema zümresi; ne mezhep, ne de meşrep bazında birey olarak kendini mutlak itaat ya da mutlak teslimiyet makamı olarak sunmamış, ümmet şuuruyla Müslümanlar onların peşinden gitmişlerdir. Ve dışarıdan gelen eleştirilerden çok daha fazlasını geleneğin içlerinde geliştirdikleri otokontrol mekanizmasıyla yine kendileri yapmışlar, böylece her dönemde sürekli olarak yenilenmişler ve canlı kalmışlardır. (Sifil, a.g.m). Zaten İslam toplumunun temel dinamiği "ulema"sıdır.
Durum böyleyken modernizmin etkisindeki reformların kaynaklara dönüş amacıyla alimi aradan çıkarma çabalarını nasıl okuma gerekmektedir?
Kuşatma altındaki Müslüman dünyasında gelişen kompleks sonucunda Avrupa, hakkında hayali bir imaj oluşturularak idealize edilmiştir. Buna bağlı olarak Batı toplumunun geçirdiği evreler insanlığın modernleşmesi için yaşanması gereken dönemler olarak kabule zorlanmıştır. Yani Avrupa Ortaçağ karanlığından 16. yüzyılda yaşadığı dinde reform çalışması ile Katolikliği bir kenara itip Protestanlığı hayata geçirerek kurtulmuştur.
Modernizmin arka planında kapitalizm, onun da oluşumunda Protestan ahlakı mevcuttur. O halde ilerlemenin yegane yolu dinde reform yapmaktır. Çünkü Batı bunu yaparak ilerlemiştir.
İlginçtir ki; Martin Luther öncülüğünde gelişen Protestanlık da "kaynaklara dönüş'ü (İncil'e dönüş) savunarak din adamlarının inançları üzerindeki bütün etkinliklerini silikleştirmeyi amaçlamıştır.
İncil'i papazlar olmadan da okuyabilmeyi ilke haline getirerek faizi helal kılma, din adamlarına evlilik izni verme gibi bir dizi yenilikler getiren Protestanlar dini algılamada akla büyük yer vermişlerdir (Şamil İslam Ans., c.6, sy.204).
Öyleyse zaman gerçekten de İbni Haldun'u haklı çıkarmıştır. Nitekim "yenilenler yenenleri taklid etmeye çalışmışlardır".
Belirtmeden geçemeyceğimiz bir başka husus ise; alimi aradan çıkarmanın sonucu olarak dinin felsefi bir kimliğe bürünmesine olanak tanınmasıdır. Çünkü İslam inancında bizzat bilginin kendisi değil, bilginin bilenle beraber değerli olduğu aşikardır. Öyle olmasaydı 104 Kitaba karşı 124 bin Peygamberin gönderilmesi ve her Kitabın muhakkak bir Peygamberle gönderilmiş olması anlamsız olurdu. Burada amaç Müslümanların, bilgiyi hayatına geçirerek irfana ve hikmete dönüştürdüğü insanlardan (alim) ya da bizzat Allah tarafından ilim ve hikmet verilen Peygamberlerden öğrenilmesidir. Tabii eğer biz inancı devamlı yoruma tâbi tutulan ve felsefesi yapılan zihinsel etkinlik olarak değil de yaşanan bir olgu halinde ele alıyorsak bunlar geçerlidir. Çünkü Peygamber ya da alim, inancını yaşayan insandır.
Modernizmde ise bilgi bilenden koparılarak sadece kendisi bir değer halinde sunulmuştur. Eser ile muhatabı başbaşa bırakılmış, alim işlevsizleştirilmiştir. Muhatab ise kendi aklı, deneyimi ve birikimi ile eseri çapı kadar anlama çabasına girmiştir.
Ve bu çaba tamamiyle zihinsel olduğu için felsefi bir karakter taşımaktadır. Öyleyse modernizmin öngördüğü inanç sisteminde, dinden ne anlaşıldığı önemliyken, İslam inancında dinin neyi murad ettiği (murad-ı İlahi) değer kazanmaktadır. Birincisinde insan merkezli olarak dinden yararlanmak, ikincisinde ise inanç esas alınarak insanın ona göre şekillenmesi asıldır. Yani aklın kontrolündeki din ya da vahyin ışığındaki akıl...
Kendi dönemlerinde etkinlik olarak kitlesel bir gelişme gösteremeyen reformcular bir ara Mehmet Akif ve Said Nursi'yi etkilemişlerdir. Günümüzde ise bır kısım ilahiyatçı çevreler tarafından kabul görmüş ve "dinlerarası diyalog" çalışmalarıyla kurumsallaşmışlardır.
Gerek Muhammed Esed'in "Kur'an Mesajı" tefsirinde kullandığı yöntem gerekse son dönem modernistlerinden Fazlurrahman'ın tarihselciliği ilhamını oryantalistlerden ve bahsi geçen reformculardan almaktadır.
Yani dünde yaşananlar bugünü etkileyemeye devam etmektedir.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.