Mehmet MARUF
Modern bilimin Avrupa'da toplumsal dönüşüme katkı sağlayıp yeni bir yerleşik değerler sistemi oluşturması dünyada geniş yankı buldu. Batıda Ortaçağ sonrasında ortaya çıkan her yeni buluş (telgraf, telefon, lokomotif, elektrik vs.) beraberinde farklı kültürel normlar ve yaşamsal alanlar oluşturuyordu. Ve oluşan her alan, modern bilime daha bir itimat etmemizi telkin ediyordu. Sonuçta Avrupa'da bilim kendi sınırlarını aşarak bir tür "akide"ye dönüştü ve kendisinden adeta insanı ve dünyayı yeniden yaratması istendi. (Tamamıyla bilimsellikten yoksun olmasına rağmen Darwin teorisi bir bilimin bilimsellikten öte bir dünya görüşü halini almasının ıspatıdır.) Böylelikle bütün mevcut inançlar ve düşünce sistemi yeni baştan saf aklın tesviyesinden geçirildi. Neyin mitoloji, efsane, hurafe neyin hakikat olduğu artık laboratuar ortamlarında günışığına kavuşuyordu. Artık devir, sadece beyniyle varolduğunu sananların devriydi.
Batıdaki bütün bu gelişmeler Doğu'nun -zihni bulanık- beyinlerinde iki temel etki yaptı. Bunlardan ilki neticede bir inanç sitemi olan dini, rasyonalist (akılcı) bir mantıkla sözde bilim ışğında ele alıp yorumlama çabasıdır. Ki bu çaba başlangıçta İslam'a gerikalmışlığımıza engel olmadığını ispatlamaya yönelikken, zaman geçtikçe meselenin dini reforma tâbi tutmak olduğu anlaşıldı. Mesela Hint pozitivisti Seyyid Ahmet Han'ın İngilizlerle ortaklaşa başlattığı Aligarh Üniversitesi hareketi, Kur'an'ın pozitif batı bilimleriyle, pozitivist tarzda yeniden yorumlanmasını öngörüyordu. Böyle bir çalışmayı materyalist diyerek kötüleyen Cemalettin Efgani'ye göre bu tür saçmalıklara gerek yoktu. Çünkü İslam zaten, "akıl ve mantık dini" idi. Fakat geçirdiği sürecin sonunda ünlü oryantalist Renan'la birlikte; İslam dinini mahiyeti icabı ilimin genişlemesine mani olduğunu ifade etti.(İki Denizin Birleştiği Yer, İlhan Kutluer, s.10).
Efgani'yi takip eden Muhammed Abduh'a göre ise bir "ilim ve medeniyet" dini olan İslam bilimsel bir temele oturtulmalıydı. Bu amaçla dinde bulunan ama beş duyu ve deneyle anlaşılamayan -melek, şeytan, mucize gibi- şeyleri reddetti. Örneğin; Fil sûresindeki Ebabil kuşlarını sivrisinek, attıkları taşları da mikrop diye tefsir etmiştir ki, ona gelinceye kadar böyle bir tefsir yapan görülmemiştir. Yine Süleyman (as)'ın asası ile denizi yarması mucizesini med-cezir hadisesidir diye tevil etmiştir. (Din Tahripçileri, Ahmet Davudoğlu, s. 85).
Aynı silsilenin devamı olan Reşit Rıza da üstadları gibi ayet ve hadisle sabit mucizeleri ya tevil etmiş ya da inkâr etmiştir. Mesela Kur'an'da geçen şakk-ı kamer (Ay'ın yarılması) mucizesini anlatan Kamer sûresindeki "ay yarıldı" ayetini "sabah oldu" şeklinde açıklamıştır.
Yine Mısırlı Muhammed Abduh; Kur'an'daki "Seb'a semavat" ifadesini güneşin etrafında yedi gezegen olduğu şeklinde tefsir etti. Sonra anlaşıldı ki sistem dokuz gezegen içeriyor. (Bilgi, Bilim ve İslam, İSAV, s.100).
Bütün bunlardan sonra biz dini bilimsel manada ele alamaz mıyız? Ya da yapılan yanlışların temelinde ne yatmaktadır?
Öncelikle Kur'an-ı Kerim bir fizik, kimya ya da astronomi kitabı değil, insanları Allah'ın izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için indirilen (İbrahim: 1) bir "hidayet" kitabıdır. Devamında bilimden yola çıkarak -hele pozitivist Batı bilimi ise- dini anlamlandırmaya çalışmanın en temel hata olduğunu ifade etmeliyiz.
Modern bilimin Avrupa'da toplumsal dönüşüme katkı sağlayıp yeni bir yerleşik değerler sistemi oluşturması dünyada geniş yankı buldu. Batıda Ortaçağ sonrasında ortaya çıkan her yeni buluş (telgraf, telefon, lokomotif, elektrik vs.) beraberinde farklı kültürel normlar ve yaşamsal alanlar oluşturuyordu. Ve oluşan her alan, modern bilime daha bir itimat etmemizi telkin ediyordu. Sonuçta Avrupa'da bilim kendi sınırlarını aşarak bir tür "akide"ye dönüştü ve kendisinden adeta insanı ve dünyayı yeniden yaratması istendi. (Tamamıyla bilimsellikten yoksun olmasına rağmen Darwin teorisi bir bilimin bilimsellikten öte bir dünya görüşü halini almasının ıspatıdır.) Böylelikle bütün mevcut inançlar ve düşünce sistemi yeni baştan saf aklın tesviyesinden geçirildi. Neyin mitoloji, efsane, hurafe neyin hakikat olduğu artık laboratuar ortamlarında günışığına kavuşuyordu. Artık devir, sadece beyniyle varolduğunu sananların devriydi.
Batıdaki bütün bu gelişmeler Doğu'nun -zihni bulanık- beyinlerinde iki temel etki yaptı. Bunlardan ilki neticede bir inanç sitemi olan dini, rasyonalist (akılcı) bir mantıkla sözde bilim ışğında ele alıp yorumlama çabasıdır. Ki bu çaba başlangıçta İslam'a gerikalmışlığımıza engel olmadığını ispatlamaya yönelikken, zaman geçtikçe meselenin dini reforma tâbi tutmak olduğu anlaşıldı. Mesela Hint pozitivisti Seyyid Ahmet Han'ın İngilizlerle ortaklaşa başlattığı Aligarh Üniversitesi hareketi, Kur'an'ın pozitif batı bilimleriyle, pozitivist tarzda yeniden yorumlanmasını öngörüyordu. Böyle bir çalışmayı materyalist diyerek kötüleyen Cemalettin Efgani'ye göre bu tür saçmalıklara gerek yoktu. Çünkü İslam zaten, "akıl ve mantık dini" idi. Fakat geçirdiği sürecin sonunda ünlü oryantalist Renan'la birlikte; İslam dinini mahiyeti icabı ilimin genişlemesine mani olduğunu ifade etti.(İki Denizin Birleştiği Yer, İlhan Kutluer, s.10).
Efgani'yi takip eden Muhammed Abduh'a göre ise bir "ilim ve medeniyet" dini olan İslam bilimsel bir temele oturtulmalıydı. Bu amaçla dinde bulunan ama beş duyu ve deneyle anlaşılamayan -melek, şeytan, mucize gibi- şeyleri reddetti. Örneğin; Fil sûresindeki Ebabil kuşlarını sivrisinek, attıkları taşları da mikrop diye tefsir etmiştir ki, ona gelinceye kadar böyle bir tefsir yapan görülmemiştir. Yine Süleyman (as)'ın asası ile denizi yarması mucizesini med-cezir hadisesidir diye tevil etmiştir. (Din Tahripçileri, Ahmet Davudoğlu, s. 85).
Aynı silsilenin devamı olan Reşit Rıza da üstadları gibi ayet ve hadisle sabit mucizeleri ya tevil etmiş ya da inkâr etmiştir. Mesela Kur'an'da geçen şakk-ı kamer (Ay'ın yarılması) mucizesini anlatan Kamer sûresindeki "ay yarıldı" ayetini "sabah oldu" şeklinde açıklamıştır.
Yine Mısırlı Muhammed Abduh; Kur'an'daki "Seb'a semavat" ifadesini güneşin etrafında yedi gezegen olduğu şeklinde tefsir etti. Sonra anlaşıldı ki sistem dokuz gezegen içeriyor. (Bilgi, Bilim ve İslam, İSAV, s.100).
Bütün bunlardan sonra biz dini bilimsel manada ele alamaz mıyız? Ya da yapılan yanlışların temelinde ne yatmaktadır?
Öncelikle Kur'an-ı Kerim bir fizik, kimya ya da astronomi kitabı değil, insanları Allah'ın izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için indirilen (İbrahim: 1) bir "hidayet" kitabıdır. Devamında bilimden yola çıkarak -hele pozitivist Batı bilimi ise- dini anlamlandırmaya çalışmanın en temel hata olduğunu ifade etmeliyiz.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.