Prof. Dr. Haydar Baş'ın kaleminden
Dini ve Milli Bütünlüğümüze Yönelik Tehditler
1908 yılı Kasım ayında Osmanlı Hükümeti tarafından Mekke Emirliğine atanan Şerif Hüseyin b. Ali ailesiyle birlikte 1891 yılında İstanbul'a gelmiş ve bu şehirde 17 yıl kalarak Osmanlı'nın çok büyük izzet ve ikramını görmüştü.
20 Şubat 1916'da Suriye, Filistin ve Sînâ çölündeki Osmanlı kuvvetlerini teftişe gelen Harbiye Nazırı ve Başkumandan vekili Enver Paşa, 4. Ordu Komutanı Cemal Paşa ile birlikte ziyaret maksadıyla Medine'ye gitmişlerdi. Enver Paşa İstanbul'dan getirdiği bir çok kıymetli hediyelerle, kese kese altınları belli başlı bedevi şeyhleri ile Harem-i Şerif hizmetçilerine dağıtırken, Mekke'deki Şerif Hüseyin'e de padişah ve halife Sultan Reşad'ın hediyesi olan çok değerli bir altın kılıçla, altın madalyaları, Şerif'in oğlu Faysal ile sunmuştu. Şerif Hüseyin de bir mektupla ve çok iltifatkar sözlerle Osmanlı'ya bağlılığını iletmişti. Aynı Şerif Hüseyin bir taraftan cihada katılacağım diye Osmanlı'yı oyalarken, diğer yandan İngilizlerle işbirliğine girerek isyan hazırlıkları yapıyordu. Nihayet 27 Haziran 1916'da beyanname yayınlayarak isyanı resmen başlattı. 1917'de Medine muhasaraya alındı. 1918'de de Osmanlı Devleti artık buralardan çekilmek zorunda kaldı.
İNGİLİZLER HAREM-İ ŞERİF'TE
Osmanlı'nın çekilmesinden sonra İngiliz askerleri çöldeki urbanları (yani bedevileri) örgütleyip, silahlı bir ordu haline getiren İngiliz casusu Lawrence'in komutasında Harem-i Şerif'i bastılar. 1914 yılında İngiltere adına casusluğa başlayan T. E. Lawrence Arapların davasını içtenlikle benimsemiş görünerek, kendini bu çevrede kabul ettirdi ve özellikle bedevi Arapları Osmanlı Devleti'ne karşı ayaklandırarak, buraları İngiltere sömürgesi haline getirebilmek için çalıştı. 1917''de Şerif Hüseyin'in oğlu Faysal'ın irtibat subayı oldu. Şerif Hüseyin'le, oğluyla ve İngiliz generali Alenby'nin kuvvetleriyle işbirliği yaptı. İngiltere yaptığı hizmetlerden ötürü kendisini generalliğe yükseltti ve madalyalarla taltif etti.
İsyanın ardından Şerif Hüseyin önce Medine Emiri, sonra da Cidde'de kral oldu. Ancak krallığının üzerinden çok geçmeden Abdülaziz İbn-i Suud ile arasında bir liderlik mücadelesi baş gösterdi. Zira İngilizler bir yandan Şerif Hüseyin'e ümit verip onu iktidara koştururken, diğer yandan Muhammed Abdülvehhab aracılığıyla meydana getirdikleri Vehhabi görüşleri Suudilerin yaşadıkları bölgelerdeki halklara empoze ediyorlardı. Maksat hep aynıydı. Osmanlı'nın hilafına ve İslam'ın temel esaslarına ters bir itikat oluşturmak. Ehl-i Sünnetten farklı görüşleri benimsemek Suudilerin de işine geliyordu. Bu sebeple Vehhabiliğe sahip çıktılar. Böylece Ehl-i Sünnet olan bu topraklarda Vehhabilik yayılmış ve hatta Suudi Arabistan Krallığı'nın kurulmasıyla devletin resmî mezhebi haline gelmiş oldu.
İbn-i Suud ile girdiği liderlik mücadelesinde yakalanıp Mekke ile Mina arasında sarp ve kayalık bir mevki olan Akabe'ye sürülen Şerif Hüseyin burada fakr-u zaruret ve hastalık içinde ölmüştür. Daha sonra Suud ailesi İngilizlerin desteği ile bugünkü Suudi Arabistan Krallığı'nı kurdular.
Böylece İngilizlerin Ehl-i Sünnet akaidine zıt bir itikadın yayıldığı halifesiz bir Ortadoğu ortaya çıkarma gayeleri hedefine ulaşmış oluyordu. Şerif Hüseyin'i halife yapma vaadiyle Osmanlı'ya karşı kışkırtan İngilizler gayet iyi biliyorlardı ki, Ehl-i Sünnete ters itikadî prensiplerin benimsendiği ve halifelik makamının olmadığı bir Ortadoğu ve Hicaz Bölgesi için Osmanlı'nın buralardan atılması şarttır. Bu maksatla önce Şerif Hüseyin'i kullanmış, daha sonra da ona karşı İbn-i Suud'u desteklemişlerdir. Böylece hem Osmanlı buralardan çekilmiş, halifelik kalkmış ve hem de Vehhabilik bu topraklarda yayılmıştır. Şerif Hüseyin ise hatasını ve halifeye karşı çıkmakla İngiliz oyunlarına alet olduğunu anladığında iş işten geçmiştir.
MEDİNE'NİN OSMANLILARDAN ÇIKIŞI
İsyan başladığı sırada Medine'nin muhafızı Fahrettin Paşa idi. Aslen Rusçuklu olan Fahrettin Paşa 1877-78 Osmanlı-Rus harbinde ailesiyle birlikte Türkiye'ye göç etmişti.
Fahrettin Paşa her sabah kefene bürünerek ve başına beyaz sarık sararak Allah Resulünün kabrini kendi elleriyle siler, süpürürdü. I. Dünya Savaşı'nın bütün imkansızlıklarına rağmen Medine'yi müdafaa ediyordu. İstanbul'dan gelen "Medine'yi boşaltın" emrine direniyor, kendini mücavir olarak görüyordu. Hem Filistin'i müdafaa, hem Medine'yi muhafaza o günün şartları müsait olmadığından Mondros Mütarekesi ile Medine'nin boşaltılmasına karar verilmişti. Haşimî Hükümeti adına emir Ali bin Hüseyin ve İngiltere adına Müttefik Devletleri Mutemedi sıfatını kullanan Capilan Corland mütarekenin 16. maddesiyle Medine'nin boşaltılmasını karar altına almışlardı. Şerif Hüseyin veda ziyareti için Harem-i Şerif'de bulunan Fahrettin Paşa'nın mücavirliğini kabul etmiyor ve bir an evvel Harem'den çıkıp Medine'yi terk etmesini istiyordu. Osmanlı subayları da Şerif Hüseyin'in işbirliği yaptığı silahlı bedevileri şehre saldırtmasından korkuyorlardı. Fahrettin Paşa'yı ikna ederek Harem-i Şerif'den çıkmaya razı ettiler. Sıra Türk askerlerinin Medine'yi terk etmelerine gelmişti. Yerli halk, Ravza-i Mutahhara'ya veda ziyaretinde bulunan Osmanlı askerleri ile birlikte ağlıyor, Harem-i Şerif'e hizmet eden harem ağaları (ağavatlar) Mehmetçiklerin boynuna sarılıyorlardı. Bu noktada yerli halk ile Osmanlı'yı arkadan vuran grubu birbirinden ayırmak lazımdır. Osmanlı Devleti'ne ihanet eden ve İngilizlerle işbirliği yapanlar Şerif Hüseyin gibi makam hırsıyla dolu bazı kimseler ve İngiliz ajanı Lawrence'in kışkırttığı urbanlar yani çöl bedevileridir. Yerli halk ise Osmanlı idaresinden son derece memnundu. Osmanlı askerleri buralardan ayrılırken halkın arkalarından ağlaması bu hakikatin en güzel ifadesidir.
OSMANLI HİCAZ'A BÜYÜK HİZMET VERMİŞTİ
Esasen Osmanlı Devleti böyle hazin bir yenilgi ve ihaneti hak etmemişti. Zira başta Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere olmak üzere bütün Hicaz Bölgesi Osmanlılar zamanında iktisadî ve sosyal yönden son derece gelişti, mimarî açıdan güzelleşti. Osmanlı asker ve yetkilileri Medine halkına son derece itibarlı davranırlardı. Medineliler vergi ödemez, askere alınmazlardı. Osmanlı buralara hâkim olduktan sonra kimsenin elindeki mülke dokunmadı. Allah Resulü'ne saygısızlık olur düşüncesiyle, inşâ edilen hiçbir bina Kubbetü-l Hadra'dan yüksek tutulmadı. Osmanlılar Allah Resulü'ne saygı ve hürmette o dereceye varmışlardı ki, bir kilometrelik mesafeden Peygamber rahatsız olmasın diye tren raylarının altına keçe döşemişlerdi. Mescid-i Nebi inşâ edilirken kırılan taşlar kırıldıkları yerde şekillendirilir, yeşil ipekler içinde ve salat-ü selamlarla getirilip duvardaki yerlerine konurdu. Peygamber soyuna yük taşımak yaraşmaz diyen Osmanlı askerleri Medine halkının ununu, şekerini, yağını evlerine kadar taşırlardı.
Harem-i Şerif'in hizmetkârı olan harem ağaları küçük yaşta Osmanlı saraylarında terbiye edilip yetiştirilir, tam bir İstanbul beyefendisi haline geldiklerinde Harem-i Şerif hizmeti için gönderilir ve ömürlerinin sonuna kadar bu mübarek vazifeyi îfâ ederlerdi. Harem'in her türlü temizlik, kapılarını açıp, kapatma işlerini yürütürler, Kabr-i Şerif'i her Cuma silip süpürürlerdi. Oradan alınan tozlar çuvallara doldurulup, daha sonra da küçük keselere konularak hacılara dağıtılırdı. Her sene değiştirilen Kâbe örtüleri de hatimlerle indirilip, tekbirler getirilerek küçük parçalar halinde kesilir ve hacılara dağıtılırdı.
Dini ve Milli Bütünlüğümüze Yönelik Tehditler
1908 yılı Kasım ayında Osmanlı Hükümeti tarafından Mekke Emirliğine atanan Şerif Hüseyin b. Ali ailesiyle birlikte 1891 yılında İstanbul'a gelmiş ve bu şehirde 17 yıl kalarak Osmanlı'nın çok büyük izzet ve ikramını görmüştü.
20 Şubat 1916'da Suriye, Filistin ve Sînâ çölündeki Osmanlı kuvvetlerini teftişe gelen Harbiye Nazırı ve Başkumandan vekili Enver Paşa, 4. Ordu Komutanı Cemal Paşa ile birlikte ziyaret maksadıyla Medine'ye gitmişlerdi. Enver Paşa İstanbul'dan getirdiği bir çok kıymetli hediyelerle, kese kese altınları belli başlı bedevi şeyhleri ile Harem-i Şerif hizmetçilerine dağıtırken, Mekke'deki Şerif Hüseyin'e de padişah ve halife Sultan Reşad'ın hediyesi olan çok değerli bir altın kılıçla, altın madalyaları, Şerif'in oğlu Faysal ile sunmuştu. Şerif Hüseyin de bir mektupla ve çok iltifatkar sözlerle Osmanlı'ya bağlılığını iletmişti. Aynı Şerif Hüseyin bir taraftan cihada katılacağım diye Osmanlı'yı oyalarken, diğer yandan İngilizlerle işbirliğine girerek isyan hazırlıkları yapıyordu. Nihayet 27 Haziran 1916'da beyanname yayınlayarak isyanı resmen başlattı. 1917'de Medine muhasaraya alındı. 1918'de de Osmanlı Devleti artık buralardan çekilmek zorunda kaldı.
İNGİLİZLER HAREM-İ ŞERİF'TE
Osmanlı'nın çekilmesinden sonra İngiliz askerleri çöldeki urbanları (yani bedevileri) örgütleyip, silahlı bir ordu haline getiren İngiliz casusu Lawrence'in komutasında Harem-i Şerif'i bastılar. 1914 yılında İngiltere adına casusluğa başlayan T. E. Lawrence Arapların davasını içtenlikle benimsemiş görünerek, kendini bu çevrede kabul ettirdi ve özellikle bedevi Arapları Osmanlı Devleti'ne karşı ayaklandırarak, buraları İngiltere sömürgesi haline getirebilmek için çalıştı. 1917''de Şerif Hüseyin'in oğlu Faysal'ın irtibat subayı oldu. Şerif Hüseyin'le, oğluyla ve İngiliz generali Alenby'nin kuvvetleriyle işbirliği yaptı. İngiltere yaptığı hizmetlerden ötürü kendisini generalliğe yükseltti ve madalyalarla taltif etti.
İsyanın ardından Şerif Hüseyin önce Medine Emiri, sonra da Cidde'de kral oldu. Ancak krallığının üzerinden çok geçmeden Abdülaziz İbn-i Suud ile arasında bir liderlik mücadelesi baş gösterdi. Zira İngilizler bir yandan Şerif Hüseyin'e ümit verip onu iktidara koştururken, diğer yandan Muhammed Abdülvehhab aracılığıyla meydana getirdikleri Vehhabi görüşleri Suudilerin yaşadıkları bölgelerdeki halklara empoze ediyorlardı. Maksat hep aynıydı. Osmanlı'nın hilafına ve İslam'ın temel esaslarına ters bir itikat oluşturmak. Ehl-i Sünnetten farklı görüşleri benimsemek Suudilerin de işine geliyordu. Bu sebeple Vehhabiliğe sahip çıktılar. Böylece Ehl-i Sünnet olan bu topraklarda Vehhabilik yayılmış ve hatta Suudi Arabistan Krallığı'nın kurulmasıyla devletin resmî mezhebi haline gelmiş oldu.
İbn-i Suud ile girdiği liderlik mücadelesinde yakalanıp Mekke ile Mina arasında sarp ve kayalık bir mevki olan Akabe'ye sürülen Şerif Hüseyin burada fakr-u zaruret ve hastalık içinde ölmüştür. Daha sonra Suud ailesi İngilizlerin desteği ile bugünkü Suudi Arabistan Krallığı'nı kurdular.
Böylece İngilizlerin Ehl-i Sünnet akaidine zıt bir itikadın yayıldığı halifesiz bir Ortadoğu ortaya çıkarma gayeleri hedefine ulaşmış oluyordu. Şerif Hüseyin'i halife yapma vaadiyle Osmanlı'ya karşı kışkırtan İngilizler gayet iyi biliyorlardı ki, Ehl-i Sünnete ters itikadî prensiplerin benimsendiği ve halifelik makamının olmadığı bir Ortadoğu ve Hicaz Bölgesi için Osmanlı'nın buralardan atılması şarttır. Bu maksatla önce Şerif Hüseyin'i kullanmış, daha sonra da ona karşı İbn-i Suud'u desteklemişlerdir. Böylece hem Osmanlı buralardan çekilmiş, halifelik kalkmış ve hem de Vehhabilik bu topraklarda yayılmıştır. Şerif Hüseyin ise hatasını ve halifeye karşı çıkmakla İngiliz oyunlarına alet olduğunu anladığında iş işten geçmiştir.
MEDİNE'NİN OSMANLILARDAN ÇIKIŞI
İsyan başladığı sırada Medine'nin muhafızı Fahrettin Paşa idi. Aslen Rusçuklu olan Fahrettin Paşa 1877-78 Osmanlı-Rus harbinde ailesiyle birlikte Türkiye'ye göç etmişti.
Fahrettin Paşa her sabah kefene bürünerek ve başına beyaz sarık sararak Allah Resulünün kabrini kendi elleriyle siler, süpürürdü. I. Dünya Savaşı'nın bütün imkansızlıklarına rağmen Medine'yi müdafaa ediyordu. İstanbul'dan gelen "Medine'yi boşaltın" emrine direniyor, kendini mücavir olarak görüyordu. Hem Filistin'i müdafaa, hem Medine'yi muhafaza o günün şartları müsait olmadığından Mondros Mütarekesi ile Medine'nin boşaltılmasına karar verilmişti. Haşimî Hükümeti adına emir Ali bin Hüseyin ve İngiltere adına Müttefik Devletleri Mutemedi sıfatını kullanan Capilan Corland mütarekenin 16. maddesiyle Medine'nin boşaltılmasını karar altına almışlardı. Şerif Hüseyin veda ziyareti için Harem-i Şerif'de bulunan Fahrettin Paşa'nın mücavirliğini kabul etmiyor ve bir an evvel Harem'den çıkıp Medine'yi terk etmesini istiyordu. Osmanlı subayları da Şerif Hüseyin'in işbirliği yaptığı silahlı bedevileri şehre saldırtmasından korkuyorlardı. Fahrettin Paşa'yı ikna ederek Harem-i Şerif'den çıkmaya razı ettiler. Sıra Türk askerlerinin Medine'yi terk etmelerine gelmişti. Yerli halk, Ravza-i Mutahhara'ya veda ziyaretinde bulunan Osmanlı askerleri ile birlikte ağlıyor, Harem-i Şerif'e hizmet eden harem ağaları (ağavatlar) Mehmetçiklerin boynuna sarılıyorlardı. Bu noktada yerli halk ile Osmanlı'yı arkadan vuran grubu birbirinden ayırmak lazımdır. Osmanlı Devleti'ne ihanet eden ve İngilizlerle işbirliği yapanlar Şerif Hüseyin gibi makam hırsıyla dolu bazı kimseler ve İngiliz ajanı Lawrence'in kışkırttığı urbanlar yani çöl bedevileridir. Yerli halk ise Osmanlı idaresinden son derece memnundu. Osmanlı askerleri buralardan ayrılırken halkın arkalarından ağlaması bu hakikatin en güzel ifadesidir.
OSMANLI HİCAZ'A BÜYÜK HİZMET VERMİŞTİ
Esasen Osmanlı Devleti böyle hazin bir yenilgi ve ihaneti hak etmemişti. Zira başta Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere olmak üzere bütün Hicaz Bölgesi Osmanlılar zamanında iktisadî ve sosyal yönden son derece gelişti, mimarî açıdan güzelleşti. Osmanlı asker ve yetkilileri Medine halkına son derece itibarlı davranırlardı. Medineliler vergi ödemez, askere alınmazlardı. Osmanlı buralara hâkim olduktan sonra kimsenin elindeki mülke dokunmadı. Allah Resulü'ne saygısızlık olur düşüncesiyle, inşâ edilen hiçbir bina Kubbetü-l Hadra'dan yüksek tutulmadı. Osmanlılar Allah Resulü'ne saygı ve hürmette o dereceye varmışlardı ki, bir kilometrelik mesafeden Peygamber rahatsız olmasın diye tren raylarının altına keçe döşemişlerdi. Mescid-i Nebi inşâ edilirken kırılan taşlar kırıldıkları yerde şekillendirilir, yeşil ipekler içinde ve salat-ü selamlarla getirilip duvardaki yerlerine konurdu. Peygamber soyuna yük taşımak yaraşmaz diyen Osmanlı askerleri Medine halkının ununu, şekerini, yağını evlerine kadar taşırlardı.
Harem-i Şerif'in hizmetkârı olan harem ağaları küçük yaşta Osmanlı saraylarında terbiye edilip yetiştirilir, tam bir İstanbul beyefendisi haline geldiklerinde Harem-i Şerif hizmeti için gönderilir ve ömürlerinin sonuna kadar bu mübarek vazifeyi îfâ ederlerdi. Harem'in her türlü temizlik, kapılarını açıp, kapatma işlerini yürütürler, Kabr-i Şerif'i her Cuma silip süpürürlerdi. Oradan alınan tozlar çuvallara doldurulup, daha sonra da küçük keselere konularak hacılara dağıtılırdı. Her sene değiştirilen Kâbe örtüleri de hatimlerle indirilip, tekbirler getirilerek küçük parçalar halinde kesilir ve hacılara dağıtılırdı.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.