Bazı maçlar vardır, bir spor yazarı için yazması keyifli olur. Sporseverler açısından da bu tür maçları izlemek ayrı bir tat verir.
Ama dünkü maç 'zevk almak için' izlenecek bir maç değildi. Farklı duyguların hakim olduğu bir karşılaşmaydı. Çünkü bir hasretin, bir özlemin giderilmesi bu maça ve Çarşamba günü oynayacağımız karşılaşmaya bağlıydı. İşi Avusturya'da kolaylamalıydık. Ve şükürler olsun ki, böyle oldu.
Türkiye 48 yıldır Dünya Kupası'nda yok. 1954 yılında İsviçre'de düzenlenen 5. Dünya Kupası'na gidebilmişiz sadece. Paramız olmadığı için hak ettiğimiz halde 1950'de Brezilya'ya gidememişiz. Ne hazin bir geçmiş, değil mi? Son 11 Dünya Kupası şöleninde Türkiye'miz maalesef yoktu. İşte 17'nci Dünya Kupası'nda yer alabilmemiz için Avusturya'da iyi bir sonuç elde etmeliydik. Ettik de. Hem de görkemli, harikulade bir oyunla.
Tribünlerdeki 30 bin coşkulu Türk, futbolcularımızı alkışladı. Ellerindeki Türk bayraklarıyla, tribünleri bayram şölenine, zafer alanına çevirmişlerdi. Bu sahneyi görünce, Kuvayı Milliye hareketinin 7 Nisan'da Trabzon'da, 20 Mayıs'ta İstanbul'da, 10 Haziran'da Ankara'daki mitinglerini hatırladım. Miting alanları o tarihlerde 'bayrak tarlasına' dönüşmüştü.
Maça tahminlerden öte çok iyi başladık. İlk 5 dakikada ileri uçtaki preslerin de katkısıyla rakibi adeta boğduk. Elde ettiğimiz 3 serbest atışı maalesef baraja çarptırdık. Hakan Şükür'ün maçın bu diliminde elde ettiği net bir pozisyonu kullanamaması, bizim açımızdan talihsizlikti.
Ardından Milli Takımızın tipik zaafları kendini göstermeye başladı. Nedir bunlar? Organizasyon zafiyeti. Sahada yer tutma da sıkıntı. Ama bereket versin ki, bu durum kısa sürdü. Sonra yeniden oyunun hakimiyetini elimize aldık. Özellikle Okan Buruk ile Yıldıray'ın pres gücü, maçın akışını lehimize çevirdi. Maçın bu kesitinde Ergun'un 28'inci dakikadaki net vuruşunun ağlarla kucaklaşmayışı bizim açımızdan tam bir şanssızlıktı.
Oyunu kendi alanımızda kabul ettiğimiz anlarda, sıkıntılar yaşadık. Nitekim maçın 10-20'nci, 68-75'inci dakikalar aralarıyla ve 80'inci dakikadan sonra bu durum yalın bir biçimde ortaya çıktı. Avusturya yakaladığı pozisyonların biri hariç tamamını bu zaman kesitlerinde elde etti. Demek ki, Türkiye geride tedbiri elden bırakmadan yanı sıra sürekli atak oynamak zorunda. Korkaklık ve tutukluk sonuç getirmiyor.
Şenol Hoca, bu açıdan İsveç maçından çok ders çıkarmış. Takım aynı takımdı ama oyun anlayışı değişince, Türkiye'nin ne kadar etkili futbol oynayabildiği ortaya çıktı. Ne demiş toptan savaş kavramını ilk kez ortaya atan ünlü savaş taktisyeni Prusyalı (Alman) general Clausewitz? Saldırı en iyi savunmadır.
Ve göze takılanlar... Okan Buruk, canla başla oynadı. Sahanın her karesinde çok iyi pres yaptı. Top kimdeyse, ona yapıştı. Olağanüstü bir mücadele örneği sergiledi. Nefis paslar attı, Tugay'ın attığı pası şık bir hareketle ayağına alarak, harika bir gol yaptı. Onu özel olarak tebrik ediyorum.
Şükrü maçın 26'ncı dakikasında bir kaleci açısından kurtarılması çok zor bir topu çıkardı. Haas'ın yere çarptırarak, zemine yakın şekilde kalemize gönderdiği kafa vuruşunu nefis bir refleksle çeldi. İşte iyi kalecinin farkı burada...
Yıldıray, en çok koşanlardandı. Müthiş bir pres kabiliyeti var. Takıma dün hissedilir pozitif katkıda bulundu.
Genel olarak tabii tüm takım iyi oynadı.
Ve şimdi Çarşamba gününü bekliyoruz. Hassas ve kritik bir maç. Avantaj bizde. Ancak kazanma arzumuzdan, hırsımızdan hiçbir şey kaybetmemeliyiz. Böbürlenmemeli, büyüklenmemeli, tedbiri elden bırakmamalıyız. İsveç'ten son iki dakikada iki gol yediğimizi hiç mi ama hiç unutmayacağız.
Haydin çocuklar. Dindirin bu 48 yıllık hasreti.
Recep BAHAR
Ama dünkü maç 'zevk almak için' izlenecek bir maç değildi. Farklı duyguların hakim olduğu bir karşılaşmaydı. Çünkü bir hasretin, bir özlemin giderilmesi bu maça ve Çarşamba günü oynayacağımız karşılaşmaya bağlıydı. İşi Avusturya'da kolaylamalıydık. Ve şükürler olsun ki, böyle oldu.
Türkiye 48 yıldır Dünya Kupası'nda yok. 1954 yılında İsviçre'de düzenlenen 5. Dünya Kupası'na gidebilmişiz sadece. Paramız olmadığı için hak ettiğimiz halde 1950'de Brezilya'ya gidememişiz. Ne hazin bir geçmiş, değil mi? Son 11 Dünya Kupası şöleninde Türkiye'miz maalesef yoktu. İşte 17'nci Dünya Kupası'nda yer alabilmemiz için Avusturya'da iyi bir sonuç elde etmeliydik. Ettik de. Hem de görkemli, harikulade bir oyunla.
Tribünlerdeki 30 bin coşkulu Türk, futbolcularımızı alkışladı. Ellerindeki Türk bayraklarıyla, tribünleri bayram şölenine, zafer alanına çevirmişlerdi. Bu sahneyi görünce, Kuvayı Milliye hareketinin 7 Nisan'da Trabzon'da, 20 Mayıs'ta İstanbul'da, 10 Haziran'da Ankara'daki mitinglerini hatırladım. Miting alanları o tarihlerde 'bayrak tarlasına' dönüşmüştü.
Maça tahminlerden öte çok iyi başladık. İlk 5 dakikada ileri uçtaki preslerin de katkısıyla rakibi adeta boğduk. Elde ettiğimiz 3 serbest atışı maalesef baraja çarptırdık. Hakan Şükür'ün maçın bu diliminde elde ettiği net bir pozisyonu kullanamaması, bizim açımızdan talihsizlikti.
Ardından Milli Takımızın tipik zaafları kendini göstermeye başladı. Nedir bunlar? Organizasyon zafiyeti. Sahada yer tutma da sıkıntı. Ama bereket versin ki, bu durum kısa sürdü. Sonra yeniden oyunun hakimiyetini elimize aldık. Özellikle Okan Buruk ile Yıldıray'ın pres gücü, maçın akışını lehimize çevirdi. Maçın bu kesitinde Ergun'un 28'inci dakikadaki net vuruşunun ağlarla kucaklaşmayışı bizim açımızdan tam bir şanssızlıktı.
Oyunu kendi alanımızda kabul ettiğimiz anlarda, sıkıntılar yaşadık. Nitekim maçın 10-20'nci, 68-75'inci dakikalar aralarıyla ve 80'inci dakikadan sonra bu durum yalın bir biçimde ortaya çıktı. Avusturya yakaladığı pozisyonların biri hariç tamamını bu zaman kesitlerinde elde etti. Demek ki, Türkiye geride tedbiri elden bırakmadan yanı sıra sürekli atak oynamak zorunda. Korkaklık ve tutukluk sonuç getirmiyor.
Şenol Hoca, bu açıdan İsveç maçından çok ders çıkarmış. Takım aynı takımdı ama oyun anlayışı değişince, Türkiye'nin ne kadar etkili futbol oynayabildiği ortaya çıktı. Ne demiş toptan savaş kavramını ilk kez ortaya atan ünlü savaş taktisyeni Prusyalı (Alman) general Clausewitz? Saldırı en iyi savunmadır.
Ve göze takılanlar... Okan Buruk, canla başla oynadı. Sahanın her karesinde çok iyi pres yaptı. Top kimdeyse, ona yapıştı. Olağanüstü bir mücadele örneği sergiledi. Nefis paslar attı, Tugay'ın attığı pası şık bir hareketle ayağına alarak, harika bir gol yaptı. Onu özel olarak tebrik ediyorum.
Şükrü maçın 26'ncı dakikasında bir kaleci açısından kurtarılması çok zor bir topu çıkardı. Haas'ın yere çarptırarak, zemine yakın şekilde kalemize gönderdiği kafa vuruşunu nefis bir refleksle çeldi. İşte iyi kalecinin farkı burada...
Yıldıray, en çok koşanlardandı. Müthiş bir pres kabiliyeti var. Takıma dün hissedilir pozitif katkıda bulundu.
Genel olarak tabii tüm takım iyi oynadı.
Ve şimdi Çarşamba gününü bekliyoruz. Hassas ve kritik bir maç. Avantaj bizde. Ancak kazanma arzumuzdan, hırsımızdan hiçbir şey kaybetmemeliyiz. Böbürlenmemeli, büyüklenmemeli, tedbiri elden bırakmamalıyız. İsveç'ten son iki dakikada iki gol yediğimizi hiç mi ama hiç unutmayacağız.
Haydin çocuklar. Dindirin bu 48 yıllık hasreti.
Recep BAHAR
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.