Mukaddes ve emanetin farkında olmakKamil BAYRAKTAR
Mukaddes beldelere Surre Alayları
Osmanlı, mukaddes beldelere aklın almadığı ölçüde hürmet gösteriyor, kıymet veriyordu. Sultanların kendilerine atfettiği "Hadimü'l-Haremeyn" ünvanı bunun en bariz göstergelerinden biriydi. Bir diğer gösterge ise Yıldırım Beyazıt döneminden itibaren her yıl Mekke ve Medine'ye Surre Alayları'nın tertip edilmesi olup sadece bu olay bile Osmanlının nasıl bir misyonun sahibi olduğunu ortaya koyuyordu.
Sırf Allah rızasına nail olmak için bu Surre Alayları ile birçok hediyeler ve mukaddes belde fukarasına dağıtılmak üzere binlerce altın gönderiliyordu. Bu Surre-i Hümayun'da, padişahın yaptırıp gönderdiği Kabe örtüsü de bulunuyor, bu örtü merasimle yerine takılıyor, eskisi geri getirilip paylaşılıyordu.
Surre alayları ile kutsal belde halkının Osmanlı idaresi ile bütünleşmesine büyük katkı sağlanıyordu. Bu bütünleşme maddeten ve manen iyice pekiştiriliyordu. Binbir güçlük ve darlık içinde bulunduğu dönemlerde dahi bu an'aneyi terketmeden sürdüren Osmanlı, son surre alayını, 1. Dünya Savaşı sırasında Enver Paşa'nın amcası Halil (Kut) Bey'in başkanlığında gerçekleştirdi.
Sırf Hırka-i Şerif için yaptırılan cami
Peygamber Efendimiz'in (sav) mübarek hırkalarından ikisi İstanbul'da bulunmaktadır.
Birincisi; Kaside-i Bürde yazarı şair Ka'b bin Zübeyr'e hediye edilen ve Yavuz Sultan Selim Han, halife ve Hadimü'l Haremeyn olduğu zaman kendisine teslim edilen mukaddes emanetler içinde yer alan Hırka-i Şerif olup, bugün, Topkapı Sarayı'nda, Hırka-i Saadet dairesinde bulunmaktadır.
İkincisi; Peygamber Efendimiz'in (sav), Mi'rac'da giydikleri ve Veysel Karani Hazretlerine hediye gönderdikleri Hırka-i Şerif'tir. Bu Hırka-i Şerif elden ele geçerek, 2. Osman Han'a kadar gelmiş, Sultan Abdülmecid Han, bu Hırka-i Şerif için Fatih'te, Hırka-i Şerif Camiini yaptırmıştı.
İstanbul Fatih'teki Hırka-i Şerif Camii'ndeki Hırka-i Şerif, her sene, Ramazan ayının ilk Cuma gününden itibaren halkın ziyaretine açılmaktadır. Özellikle son yıllarda yurdun dört bir yanından akın akın gelen Müslümanlar, Ramazan'ın son gününe kadar bu Hırka-i Şerif'i görme, Peygamber kokusunu alma imkanı bulmaktadırlar.
Ehl-i Beyt'e beslenen muhabbet
Hz. Peygamber'in ayak izini kesintisiz takip etmeyi şiar edinen Osmanlı, kutsal beldeler ile kutsal emanetlere gösterdiği ihtimamı, bir diğer emanete de göstermeyi hem görev, hem de istikbalinin gereği sayıyor, Ehl-i Beyt konusunda eşine ender rastlanan bir tavır sergiliyordu.
Ehl-i Beyt, Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'den müteşekkil olup, Hz. Ali (kv) ve Hz. Fatıma'nın (ra) çocuklarından Hz. Hüseyin'in soyundan gelenlere "seyyid", Hz. Hasan'ın soyundan gelenlere de "şerif" denilmektedir.
Osmanlıyı ayakta tutan amillerden biri de "ehl-i beyt"e büyük bir muhabbet beslemesi ve Hz. Peygamber soyundan gelen nesle çok değer vermesi, hürmet göstermesiydi. Osmanlı, sırf bu hürmet ve saygının işareti olarak ve onların işlerini görmek üzere görevli memurlar tayin etmişti. Osmanlı Devlet teşkilatında Seyyid ve Şeriflerin nüfus kayıtlarını tutan ve işleri ile ilgilenen bu kişilere "Nakibu'l-Eşraf", bu işi yapan müesseselere de "Nakibu'l-Eşraflık" denilirdi. "Nakibu'l Eşraf"ların "seyyid" ve "şerif"lerle ilgili olarak tuttukları defter ve listelere "şecere-i tayyibe" adı verilirdi.
Osmanlı Devletinde bu amaçla ilk tayin Sultan Yıldırım Bayezid zamanında yapılmış, tayin edilen ilk kişi de Emir Buhari'nin talebelerinden Seyyid Ali bin Muhammed olmuştu. "Nakibu'l-Eşraflık" müessesesi Osmanlının son zamanlarına kadar devam etmiştir.
Hazinelerden bir hazine Ahîlik
Osmanlı İmparatorluğunun 600 yıl dünyaya hükümran olmasında rol oynayan kurumlardan birisi de hiç şüphesiz ekonomi sahasında kendini gösteren Fütüvvet Teşkilatıydı. Ahîlik olarak da bilinen bu teşkilatın kurucusu Ahî Evran adlı bir Tasavvuf büyüğü olup, bu teşkilatın umdeleri Ahî Evran'ın nasihatlerinden müteşekkildi. Ahî Evran'ın nasihatlerinden oluşan bu şartlardan bazılarını şöyle sıralamak mümkündü:
"Ahî ve şeyh helalinden kazanmalıdır. Teşkilat mensuplarının hepsi sanat sahibi olmalıdır. Cömert olup yoksullara yardım etmelidir. Alimleri sevmeli, gereken hürmeti göstermelidir. Namazlarını zamanında kılmalı, kazaya bırakmamalıdır. Alçak gönüllü olmalı, fakirleri sevmelidir. Nefsine hakim olup, haramlardan kaçınmalıdır. Beylerin, zenginlerin kapısına gitmemelidir."
Yine "Ahînin üç şeyi açık olmalıdır; 1- Cömert olup eli açık olmalı, fakat israf etmemelidir. 2- Misafire kapısı açık olmalı, gelene ikramda kusur etmemelidir. 3- Sofrası açık olmalı, aç geleni tok döndürmelidir.
Üç şeyi de kapalı olmalıdır; 1- Gözü, harama ve başkasının ayıbını görmeye kapalı olmalıdır. 2- Dili bağlı olmalı, kimseye kötü söz söylememelidir. 3- Beli bağlı olmalı, kimsenin namusuna, ırzına, haysiyet ve şerefine göz dikmemelidir."
Osmanlının iman ve insan üzerine kurulu bir medeniyet olduğu Ahîlik teşkilatı ile de kendini gösteriyordu. Çünkü Ahîlik, insan unsurunun cismani ve ruhani melekelerini geliştiren bir kurum özelliği taşıyordu. Ahîler, yanlarında çalıştırdıkları işçi, çırak, kalfalara sadece işgören olarak değil maddeten ve manen yetiştirilecek ve iş yeri kurulacak öz çocukları gibi bakıyorlardı. Bu yönüyle Ahîlik, bir taraftan inşa ettiği dayanışma binasıyla Osmanlının gücüne güç katıyor, diğer taraftan da devletin yükünü çok ciddi mânâda azaltıyordu.
Ticarete kervansaray katkısı
Osmanlı dönemine ait eserlerin içinde kervansarayların büyük yer tuttuğu bugün bile bilinen bir gerçektir. Kervansarayları tarihe kazandıran faktör de Osmanlının temelindeki vazgeçilmez ve varoluş gerekçesi Allah rızasından başkası olmayıp bir günlük yolculuk mesafesinde yer alırlardı. Kervansaraylarda yolcular üç gün müddetle ücretsiz olarak misafir edilir, yedirilir, içirilir, hayvanlarının ihtiyaçları dahi giderilirdi. Bu ücretsiz hizmette din, ırk, millet ayırımı gözetilmezdi.
İşte bu, takriben 50-60 km'de bir ücretsiz konaklama mekanlarının bulunması, vakıf mantığıyla çalışması, toplumsal kaynaşma, kenetlenme ve dayanışmayı daha da pekiştirmesi bir yana ekonominin önemli argümanlarından biri olan ticaretin gelişmesinde de çok önemli rol oynuyordu. Bu uygulama bize has bir uygulama idi ve bugün kapısında beklemek uğruna vermediğimiz, vazgeçmediğimiz değer bırakmadığımız AB'yi oluşturan Batıda esamesi bile yoktu. Olmadığı için de kervansaray uygulamasına tanık olma bile birçok Batılı gayrimüslim tüccarın Müslümanlığı seçmesini beraberinde getiriyordu.
Hafıza kaybına son verme zamanı gelmedi mi?
Ecdâdımız Osmanlıyı bir dizi yazının çerçevesine sığdırmak elbette mümkün değildir. Bu gerçeğin farkında olarak bizim yaptığımız şey, sadece ummandan bir damlayı sahifelere damlatarak en basit ifadesiyle hakkı teslim etmeye çalışmaktan ibaret. Çünkü Osmanlı, gerçekten bir devletti. Hem öyle bir cihan devletiydi ki bir taraftan tarih yaparken bir taraftan da yaptığı her şeyi, ama her şeyi kayıt altına alıyordu. Onun içindir ki arşivinde yaklaşık 150 milyon belge, 300 bin defter mevcut olup imrenilecek diğer bütün özelliklerinin yanısıra aynı zamanda da bir "arşiv devleti" denilebilirdi Osmanlı için. Bu özellik Osmanlı bakiyesi üzerinde kurulmuş bulunan Türkiye için bir "hafıza" özelliği taşıyor/taşımalı. Dolayısıyla Türkiye, özellikle son zamanlarda iyice kendini gösterdiği şekliyle hafızası kaybolmuşluktan kendini kurtarmalı. Türkiye'nin içinde bulunduğu bugünkü krizler dahil her türlü probleminin çözümü, bu, kendi hafızasını kullanmaktan geçmekte. Türkiye'nin geleceği Kopenhag kriterlerinde değil, hafızasını oluşturan Osmanlı kriterlerinde.
Not: Bu yazı dizisinde, İcmal Takvimi, Osmanlı Padişahları Ansiklopedisi (Yavuz Bahadıroğlu) ve Osmanlı'yı Cihan Devleti Yapan 150 Sır (Ali Karaçam) adlı kaynaklardan istifade edilmiştir.
Bitti
Mukaddes beldelere Surre Alayları
Osmanlı, mukaddes beldelere aklın almadığı ölçüde hürmet gösteriyor, kıymet veriyordu. Sultanların kendilerine atfettiği "Hadimü'l-Haremeyn" ünvanı bunun en bariz göstergelerinden biriydi. Bir diğer gösterge ise Yıldırım Beyazıt döneminden itibaren her yıl Mekke ve Medine'ye Surre Alayları'nın tertip edilmesi olup sadece bu olay bile Osmanlının nasıl bir misyonun sahibi olduğunu ortaya koyuyordu.
Sırf Allah rızasına nail olmak için bu Surre Alayları ile birçok hediyeler ve mukaddes belde fukarasına dağıtılmak üzere binlerce altın gönderiliyordu. Bu Surre-i Hümayun'da, padişahın yaptırıp gönderdiği Kabe örtüsü de bulunuyor, bu örtü merasimle yerine takılıyor, eskisi geri getirilip paylaşılıyordu.
Surre alayları ile kutsal belde halkının Osmanlı idaresi ile bütünleşmesine büyük katkı sağlanıyordu. Bu bütünleşme maddeten ve manen iyice pekiştiriliyordu. Binbir güçlük ve darlık içinde bulunduğu dönemlerde dahi bu an'aneyi terketmeden sürdüren Osmanlı, son surre alayını, 1. Dünya Savaşı sırasında Enver Paşa'nın amcası Halil (Kut) Bey'in başkanlığında gerçekleştirdi.
Sırf Hırka-i Şerif için yaptırılan cami
Peygamber Efendimiz'in (sav) mübarek hırkalarından ikisi İstanbul'da bulunmaktadır.
Birincisi; Kaside-i Bürde yazarı şair Ka'b bin Zübeyr'e hediye edilen ve Yavuz Sultan Selim Han, halife ve Hadimü'l Haremeyn olduğu zaman kendisine teslim edilen mukaddes emanetler içinde yer alan Hırka-i Şerif olup, bugün, Topkapı Sarayı'nda, Hırka-i Saadet dairesinde bulunmaktadır.
İkincisi; Peygamber Efendimiz'in (sav), Mi'rac'da giydikleri ve Veysel Karani Hazretlerine hediye gönderdikleri Hırka-i Şerif'tir. Bu Hırka-i Şerif elden ele geçerek, 2. Osman Han'a kadar gelmiş, Sultan Abdülmecid Han, bu Hırka-i Şerif için Fatih'te, Hırka-i Şerif Camiini yaptırmıştı.
İstanbul Fatih'teki Hırka-i Şerif Camii'ndeki Hırka-i Şerif, her sene, Ramazan ayının ilk Cuma gününden itibaren halkın ziyaretine açılmaktadır. Özellikle son yıllarda yurdun dört bir yanından akın akın gelen Müslümanlar, Ramazan'ın son gününe kadar bu Hırka-i Şerif'i görme, Peygamber kokusunu alma imkanı bulmaktadırlar.
Ehl-i Beyt'e beslenen muhabbet
Hz. Peygamber'in ayak izini kesintisiz takip etmeyi şiar edinen Osmanlı, kutsal beldeler ile kutsal emanetlere gösterdiği ihtimamı, bir diğer emanete de göstermeyi hem görev, hem de istikbalinin gereği sayıyor, Ehl-i Beyt konusunda eşine ender rastlanan bir tavır sergiliyordu.
Ehl-i Beyt, Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'den müteşekkil olup, Hz. Ali (kv) ve Hz. Fatıma'nın (ra) çocuklarından Hz. Hüseyin'in soyundan gelenlere "seyyid", Hz. Hasan'ın soyundan gelenlere de "şerif" denilmektedir.
Osmanlıyı ayakta tutan amillerden biri de "ehl-i beyt"e büyük bir muhabbet beslemesi ve Hz. Peygamber soyundan gelen nesle çok değer vermesi, hürmet göstermesiydi. Osmanlı, sırf bu hürmet ve saygının işareti olarak ve onların işlerini görmek üzere görevli memurlar tayin etmişti. Osmanlı Devlet teşkilatında Seyyid ve Şeriflerin nüfus kayıtlarını tutan ve işleri ile ilgilenen bu kişilere "Nakibu'l-Eşraf", bu işi yapan müesseselere de "Nakibu'l-Eşraflık" denilirdi. "Nakibu'l Eşraf"ların "seyyid" ve "şerif"lerle ilgili olarak tuttukları defter ve listelere "şecere-i tayyibe" adı verilirdi.
Osmanlı Devletinde bu amaçla ilk tayin Sultan Yıldırım Bayezid zamanında yapılmış, tayin edilen ilk kişi de Emir Buhari'nin talebelerinden Seyyid Ali bin Muhammed olmuştu. "Nakibu'l-Eşraflık" müessesesi Osmanlının son zamanlarına kadar devam etmiştir.
Hazinelerden bir hazine Ahîlik
Osmanlı İmparatorluğunun 600 yıl dünyaya hükümran olmasında rol oynayan kurumlardan birisi de hiç şüphesiz ekonomi sahasında kendini gösteren Fütüvvet Teşkilatıydı. Ahîlik olarak da bilinen bu teşkilatın kurucusu Ahî Evran adlı bir Tasavvuf büyüğü olup, bu teşkilatın umdeleri Ahî Evran'ın nasihatlerinden müteşekkildi. Ahî Evran'ın nasihatlerinden oluşan bu şartlardan bazılarını şöyle sıralamak mümkündü:
"Ahî ve şeyh helalinden kazanmalıdır. Teşkilat mensuplarının hepsi sanat sahibi olmalıdır. Cömert olup yoksullara yardım etmelidir. Alimleri sevmeli, gereken hürmeti göstermelidir. Namazlarını zamanında kılmalı, kazaya bırakmamalıdır. Alçak gönüllü olmalı, fakirleri sevmelidir. Nefsine hakim olup, haramlardan kaçınmalıdır. Beylerin, zenginlerin kapısına gitmemelidir."
Yine "Ahînin üç şeyi açık olmalıdır; 1- Cömert olup eli açık olmalı, fakat israf etmemelidir. 2- Misafire kapısı açık olmalı, gelene ikramda kusur etmemelidir. 3- Sofrası açık olmalı, aç geleni tok döndürmelidir.
Üç şeyi de kapalı olmalıdır; 1- Gözü, harama ve başkasının ayıbını görmeye kapalı olmalıdır. 2- Dili bağlı olmalı, kimseye kötü söz söylememelidir. 3- Beli bağlı olmalı, kimsenin namusuna, ırzına, haysiyet ve şerefine göz dikmemelidir."
Osmanlının iman ve insan üzerine kurulu bir medeniyet olduğu Ahîlik teşkilatı ile de kendini gösteriyordu. Çünkü Ahîlik, insan unsurunun cismani ve ruhani melekelerini geliştiren bir kurum özelliği taşıyordu. Ahîler, yanlarında çalıştırdıkları işçi, çırak, kalfalara sadece işgören olarak değil maddeten ve manen yetiştirilecek ve iş yeri kurulacak öz çocukları gibi bakıyorlardı. Bu yönüyle Ahîlik, bir taraftan inşa ettiği dayanışma binasıyla Osmanlının gücüne güç katıyor, diğer taraftan da devletin yükünü çok ciddi mânâda azaltıyordu.
Ticarete kervansaray katkısı
Osmanlı dönemine ait eserlerin içinde kervansarayların büyük yer tuttuğu bugün bile bilinen bir gerçektir. Kervansarayları tarihe kazandıran faktör de Osmanlının temelindeki vazgeçilmez ve varoluş gerekçesi Allah rızasından başkası olmayıp bir günlük yolculuk mesafesinde yer alırlardı. Kervansaraylarda yolcular üç gün müddetle ücretsiz olarak misafir edilir, yedirilir, içirilir, hayvanlarının ihtiyaçları dahi giderilirdi. Bu ücretsiz hizmette din, ırk, millet ayırımı gözetilmezdi.
İşte bu, takriben 50-60 km'de bir ücretsiz konaklama mekanlarının bulunması, vakıf mantığıyla çalışması, toplumsal kaynaşma, kenetlenme ve dayanışmayı daha da pekiştirmesi bir yana ekonominin önemli argümanlarından biri olan ticaretin gelişmesinde de çok önemli rol oynuyordu. Bu uygulama bize has bir uygulama idi ve bugün kapısında beklemek uğruna vermediğimiz, vazgeçmediğimiz değer bırakmadığımız AB'yi oluşturan Batıda esamesi bile yoktu. Olmadığı için de kervansaray uygulamasına tanık olma bile birçok Batılı gayrimüslim tüccarın Müslümanlığı seçmesini beraberinde getiriyordu.
Hafıza kaybına son verme zamanı gelmedi mi?
Ecdâdımız Osmanlıyı bir dizi yazının çerçevesine sığdırmak elbette mümkün değildir. Bu gerçeğin farkında olarak bizim yaptığımız şey, sadece ummandan bir damlayı sahifelere damlatarak en basit ifadesiyle hakkı teslim etmeye çalışmaktan ibaret. Çünkü Osmanlı, gerçekten bir devletti. Hem öyle bir cihan devletiydi ki bir taraftan tarih yaparken bir taraftan da yaptığı her şeyi, ama her şeyi kayıt altına alıyordu. Onun içindir ki arşivinde yaklaşık 150 milyon belge, 300 bin defter mevcut olup imrenilecek diğer bütün özelliklerinin yanısıra aynı zamanda da bir "arşiv devleti" denilebilirdi Osmanlı için. Bu özellik Osmanlı bakiyesi üzerinde kurulmuş bulunan Türkiye için bir "hafıza" özelliği taşıyor/taşımalı. Dolayısıyla Türkiye, özellikle son zamanlarda iyice kendini gösterdiği şekliyle hafızası kaybolmuşluktan kendini kurtarmalı. Türkiye'nin içinde bulunduğu bugünkü krizler dahil her türlü probleminin çözümü, bu, kendi hafızasını kullanmaktan geçmekte. Türkiye'nin geleceği Kopenhag kriterlerinde değil, hafızasını oluşturan Osmanlı kriterlerinde.
Not: Bu yazı dizisinde, İcmal Takvimi, Osmanlı Padişahları Ansiklopedisi (Yavuz Bahadıroğlu) ve Osmanlı'yı Cihan Devleti Yapan 150 Sır (Ali Karaçam) adlı kaynaklardan istifade edilmiştir.
Bitti
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.