Yaşayan bir onur olmakSivaslı bir gazinin, Kuzey Irak'ta bir operasyona giderken mayına basarak iki ayağından olan bir gazinin medyaya da yansıyan ibret verici hikayesi hafızalardaki tazeliğini henüz yitirmedi. İçişleri Bakanlığı'nın has koltuklarında oturanlar "iki ayak" ve " ömür boyu tekerlekli sandalyeye mahkumiyet"in bedeli olarak ödenen 54 milyarı bu gaziye çok gördüler. Mahkeme de bu yönde karar verdi. Gazi, "bunu da alın" diye tekerlekli sandalyeyi Adliye'de bırakıp, kardeşinin kucağında evinin yolunu tutup, annesi "o zaman oğlumun ayaklarını geri verin" diye feryad edince, yetkililer ve etkililer insafa geldiler de faiziyle birlikte 124 milyar liraya çıkan ve Sivaslı gazinin ödemesi hiç mümkün olmayan "alacaklı"lıklarından vazgeçtiler. Bu ayıp, bu çirkinlik, "şehitlik" ve "gaziliğin" ne demek olduğu bilinen, şehitlerin ve gazilerin kanları, canları, etleri, kemikleri, tırnakları, terleri, aç-bîlaçlıkları ile kurdukları ülkemiz Türkiye'de yaşandı. Patagonya'da değil, değil yaşanmasının, esamesinin bile okunmasının hiç ama hiç mümkün olmaması gereken şehitler-gaziler yurdu Türkiye'de, "toprağın bağrında sıradağlar gibi duranlar"ın ülkesinde yaşandı.
Horlamak cür'eti gösterme fiili
Yaşanmış örnekleri çoğaltılabilecek bu tür uygulamalara da yer veriyor Abdullah Ağar, 5. Tim'inde. Ve biraz da onun için asıl savaşın dağda değil şehirde yaşanmakta olduğuna işaret ediyor. Yaralı bir komutan olarak Diyarbakır Havaalanında karşılaştığı tabloyu aktarıyor ve şöyle diyor:
"Yaranın verdiği ızdırap sanki yetmiyor. Sabahtan beri yorgunluğa ve gerilime katlanmış, üstüne üstlük havaalanında birkaç haddini bilmezle dalaşmışım. Benim subay olduğumu öğrenmek, sanki 'birilerine' battı. Yaralı olduğumu öğrendikleri halde, yetmemiş, bir de horlamak cüretini göstermişlerdi... Beni horlayan o 'birileri' nedense beraber uçacağımız yabancı uyruklulara ne kadar da hürmet etmişlerdi." (304)
Demek ki dahası da vardı ki hem dağda, hem şehirde yaşadığı gerçekleri hayret verici bir tasvir ustalığıyla satırlara dökerken şu cümlelere yer verme ihtiyacı hissediyor Ağar:
"Yaşadığımız bu hali, ..., bu ülkenin nimetlerinden istifade edip de bize sövenler, duysun isterdim. Bir de bizden yana gözüküp de, bizleri arkadan hançerleyenler. Böylece en azından kime sövüp, kimi hançerlediklerini daha iyi bilirlerdi." ( 287)
"Yaşayan bir onur" saygısı görmek
Birinci hatta yer alıp kol, bacak, göz ve hatta can ile bedel ödemek gerçeğini yaşayanlarla aynı hatta, aynı kaderi paylaşan Ağar'ın söylediğine göre "Onlar vatana hizmet etmişlerdi. Şimdi sıra devlette" olup, birinci hattın dışına savrulanlar çok fazla şey de istemiyorlardı:
"Onlar vatana hizmet etmişlerdi. Şimdi sıra vatandaydı... Sonrası!?.. Kendi başlarına kalacaklardı... Halleri hatırları sorulacak, sonra da bir köşede unutulup gideceklerdi... Ateş düştüğü yeri yakacaktı.
Rehabilitasyon, para, ödül, rahat bir yaşam bunları avutacak şeyler değildi. Bunların hepsi gelip geçerdi. Bu insanların ihtiyaç duydukları şey vefaydı, sevgiydi, bu vatanın yaşayan bir onuru olmaktı." ( 319 )
Bu gerçeği duyururken "nice yaralı arkadaş iyileşmeyi bekliyorlardı. Dağdayken sahip oldukları vatana, millete, devlete ve insanlığımıza dair iyi niyetleri, has duyguları kaybetmemeye çalışıyorlardı" ikazını da unutmuyor Ağar. Hem de "Türkiye'nin batısında yaşayan insanımızın bir çatışmada olanları bizzat yaşayabilmesi, hissedebilmesini çok isterdim" ( 189 ) sözlerini de ekleyerek yapıyor bunu.
Mehmetçiğin dünyasına pencereler
Abdullah Ağar, Türkiye'nin çok önemli bir yarasına parmak bastığı eserinde, bu yaraya vurulmak istenen neşterin bir boyutunu, dağdaki boyutunu anlatırken bu vatanı vatan yapan emsalsiz özelliklerden biri olarak toprağın kendisine susadığı Mehmetçik'in fizik ve ruh dünyasına da ders alınması gereken pencereler açıyor. Bu pencerelerden bakıldığında görülen tablo şu kelimelerle ifade ediliyor:
"Bizde dağın ve dağda yakaladığımız ilahi özgürlüğün kokusu olurdu. Çile ve fedakârlıkla vücutlardaki direncin en uç noktaları zorlanırken, akan alın terinin bu kokudaki payı sadece 'en çok'la ifade edilebilirdi. Dağdaki güçlükleri, ancak yüce bir ruhun göğüsleyebildiğini bilirdim. Bir de o ruh yoksa insanın kaybolup gideceğini." ( 60)
"Askerin banyosuna, tıraşına, giysi temizliğine önem verirdik. Bu, bitleri kırmak için değil 'birlik' içindi. Disiplin ve moral açısından önemliydi. Komutan olmanın haysiyetine düşen de, bununla ilgili imkanları aramaktı. Sonra da nasipte bulmak varsa, bunu da askerin kullanımına sunmaktı. Şimdi Ballı'da bu imkanların hiç birisi yoktu. Bu banyo işi yaşadığımız durum bakımından önemliydi. Çatışmada ölebileceğini düşünen asker, abdestsiz ölmek istemez, abdestli olmak isterdi. Her görev dönüşü kendimizi kirlenmiş hisseder, her yeni göreve de tertemiz çıkmayı isterdik." ( 82 )
"Silahın ne kadar bakıma ihtiyacı varsa askerin de bakıma, bakılmaya ihtiyacı vardı. Hem fiziğinin, hem ruhunun...Banyo bu yüzden bu kadar önemliydi... O zaman banyo yaparak manevi bir rahatlamaya hemen hepsi ihtiyaç duyardı. İnançla ilgili bu konu, askerin görevini yapışındaki etkinliğini tahminlerin ötesinde etkilerdi. Ölümü hisseden her asker, ölüme kavuşursa eğer, doğduğu günkü kadar temiz olmak isterdi... Bununla ilgili inancımızdaki gerekleri bilmek, görevin manevi dinamikleri uğruna komutanı itelerdi. Çözüm üretmeye zorlardı. O nedenle kışlalarda her birliğin bir banyo günü varken, sabah banyosu herkese açıktı. Oysa dağda bu imkan yoktu. O nedenle timine banyo yaptırabilmiş bir komutan, askerinden daha mutludur." ( 84)
"Vadi tabanının başlayacağı yerden, karşımızdaki tepeyi solumuza alacak, sonra ötesindeki en yüksek hatta tırmanacaktık... Tepeye, yürünecek yollara, geçeceğimiz çataklara ve yamaçlara bakındım. Olsun, nasıl olsa çıkarız, diye düşündüm. Onlardaki heybet, yüreğimizdeki yücelikten daha üstün olamazdı ya..." ( 180 )
DEVAMI KİTAPTA, 5. TİM'DE..
Horlamak cür'eti gösterme fiili
Yaşanmış örnekleri çoğaltılabilecek bu tür uygulamalara da yer veriyor Abdullah Ağar, 5. Tim'inde. Ve biraz da onun için asıl savaşın dağda değil şehirde yaşanmakta olduğuna işaret ediyor. Yaralı bir komutan olarak Diyarbakır Havaalanında karşılaştığı tabloyu aktarıyor ve şöyle diyor:
"Yaranın verdiği ızdırap sanki yetmiyor. Sabahtan beri yorgunluğa ve gerilime katlanmış, üstüne üstlük havaalanında birkaç haddini bilmezle dalaşmışım. Benim subay olduğumu öğrenmek, sanki 'birilerine' battı. Yaralı olduğumu öğrendikleri halde, yetmemiş, bir de horlamak cüretini göstermişlerdi... Beni horlayan o 'birileri' nedense beraber uçacağımız yabancı uyruklulara ne kadar da hürmet etmişlerdi." (304)
Demek ki dahası da vardı ki hem dağda, hem şehirde yaşadığı gerçekleri hayret verici bir tasvir ustalığıyla satırlara dökerken şu cümlelere yer verme ihtiyacı hissediyor Ağar:
"Yaşadığımız bu hali, ..., bu ülkenin nimetlerinden istifade edip de bize sövenler, duysun isterdim. Bir de bizden yana gözüküp de, bizleri arkadan hançerleyenler. Böylece en azından kime sövüp, kimi hançerlediklerini daha iyi bilirlerdi." ( 287)
"Yaşayan bir onur" saygısı görmek
Birinci hatta yer alıp kol, bacak, göz ve hatta can ile bedel ödemek gerçeğini yaşayanlarla aynı hatta, aynı kaderi paylaşan Ağar'ın söylediğine göre "Onlar vatana hizmet etmişlerdi. Şimdi sıra devlette" olup, birinci hattın dışına savrulanlar çok fazla şey de istemiyorlardı:
"Onlar vatana hizmet etmişlerdi. Şimdi sıra vatandaydı... Sonrası!?.. Kendi başlarına kalacaklardı... Halleri hatırları sorulacak, sonra da bir köşede unutulup gideceklerdi... Ateş düştüğü yeri yakacaktı.
Rehabilitasyon, para, ödül, rahat bir yaşam bunları avutacak şeyler değildi. Bunların hepsi gelip geçerdi. Bu insanların ihtiyaç duydukları şey vefaydı, sevgiydi, bu vatanın yaşayan bir onuru olmaktı." ( 319 )
Bu gerçeği duyururken "nice yaralı arkadaş iyileşmeyi bekliyorlardı. Dağdayken sahip oldukları vatana, millete, devlete ve insanlığımıza dair iyi niyetleri, has duyguları kaybetmemeye çalışıyorlardı" ikazını da unutmuyor Ağar. Hem de "Türkiye'nin batısında yaşayan insanımızın bir çatışmada olanları bizzat yaşayabilmesi, hissedebilmesini çok isterdim" ( 189 ) sözlerini de ekleyerek yapıyor bunu.
Mehmetçiğin dünyasına pencereler
Abdullah Ağar, Türkiye'nin çok önemli bir yarasına parmak bastığı eserinde, bu yaraya vurulmak istenen neşterin bir boyutunu, dağdaki boyutunu anlatırken bu vatanı vatan yapan emsalsiz özelliklerden biri olarak toprağın kendisine susadığı Mehmetçik'in fizik ve ruh dünyasına da ders alınması gereken pencereler açıyor. Bu pencerelerden bakıldığında görülen tablo şu kelimelerle ifade ediliyor:
"Bizde dağın ve dağda yakaladığımız ilahi özgürlüğün kokusu olurdu. Çile ve fedakârlıkla vücutlardaki direncin en uç noktaları zorlanırken, akan alın terinin bu kokudaki payı sadece 'en çok'la ifade edilebilirdi. Dağdaki güçlükleri, ancak yüce bir ruhun göğüsleyebildiğini bilirdim. Bir de o ruh yoksa insanın kaybolup gideceğini." ( 60)
"Askerin banyosuna, tıraşına, giysi temizliğine önem verirdik. Bu, bitleri kırmak için değil 'birlik' içindi. Disiplin ve moral açısından önemliydi. Komutan olmanın haysiyetine düşen de, bununla ilgili imkanları aramaktı. Sonra da nasipte bulmak varsa, bunu da askerin kullanımına sunmaktı. Şimdi Ballı'da bu imkanların hiç birisi yoktu. Bu banyo işi yaşadığımız durum bakımından önemliydi. Çatışmada ölebileceğini düşünen asker, abdestsiz ölmek istemez, abdestli olmak isterdi. Her görev dönüşü kendimizi kirlenmiş hisseder, her yeni göreve de tertemiz çıkmayı isterdik." ( 82 )
"Silahın ne kadar bakıma ihtiyacı varsa askerin de bakıma, bakılmaya ihtiyacı vardı. Hem fiziğinin, hem ruhunun...Banyo bu yüzden bu kadar önemliydi... O zaman banyo yaparak manevi bir rahatlamaya hemen hepsi ihtiyaç duyardı. İnançla ilgili bu konu, askerin görevini yapışındaki etkinliğini tahminlerin ötesinde etkilerdi. Ölümü hisseden her asker, ölüme kavuşursa eğer, doğduğu günkü kadar temiz olmak isterdi... Bununla ilgili inancımızdaki gerekleri bilmek, görevin manevi dinamikleri uğruna komutanı itelerdi. Çözüm üretmeye zorlardı. O nedenle kışlalarda her birliğin bir banyo günü varken, sabah banyosu herkese açıktı. Oysa dağda bu imkan yoktu. O nedenle timine banyo yaptırabilmiş bir komutan, askerinden daha mutludur." ( 84)
"Vadi tabanının başlayacağı yerden, karşımızdaki tepeyi solumuza alacak, sonra ötesindeki en yüksek hatta tırmanacaktık... Tepeye, yürünecek yollara, geçeceğimiz çataklara ve yamaçlara bakındım. Olsun, nasıl olsa çıkarız, diye düşündüm. Onlardaki heybet, yüreğimizdeki yücelikten daha üstün olamazdı ya..." ( 180 )
DEVAMI KİTAPTA, 5. TİM'DE..
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.