Sırf askerî zaferlere dayanan devletler, müstesnâ fırsatlar veya ferdî dehâların ellerinde geçici bir şaşaa ve debdebeden ibaret kalmaya mahkûmdur Bir devletin cihan târihinde mümtaz bir mevkî elde edebilmesi, sadece askerî zaferlerle sağlanamaz. Zîrâ sırf askerî zaferlere dayanan devletler, müstesnâ fırsatlar veya ferdî dehâların ellerinde geçici bir şa'şaa ve debdebeden ibaret kalmaya mahkûmdur. Yâni temelinde îmân ve aşk harcı bulunmayan zaferler, bir medeniyet inşâsına âmil olamamış, nihâyetinde arkasındaki büyük enkaz yığınları ile târihin seyri içerisinde bir azap rüzgârı gibi kavurup geçmiştir. Nitekim târihteki Moğol istilâları ile Büyük skender'in sefer ve fetihleri de bu kabîlden olmuştur. Gerçek büyüklük ise, askerî zaferleri destekleyen ve hattâ belli ölçüde devam ettiren medenî hamlelerle ortaya çıkar. Bu istikâmette zirveye varanlar, ne yalnız askerlik ve siyâsette, ne de ilim ve san'atta mümtaz bir mevkîe ulaşırlar. Bilakis bunların hepsini birlikte gerçekleştirirler. Bu hakîkatin farkında olan Osmanlılar da, askerî ve siyâsî dehâları yanında kendilerini yüceltecek bütün medenî hamleleri de gerçekleştirmek yoluna gitmişlerdir. Bilhassa onaltıncı asırda bu hamleler, zirvelerin de ötesindedir. Denilebilir ki, bu asrın târihte "Türk Asrı" olarak adlandırılmasının sebebi, sadece bu asrı dolduran askerî ve siyâsî başarıların şa'şaa ve debdebesinden ibaret değildir. Bilakis onlarla birlikte ilimde ve güzel sanatların bütün şûbelerinde de aynı mükemmelliğin hep birlikte gerçekleşmiş olmasından dolayıdır. Hakîkaten bu asırda askerî ve siyâsî sahada Yavuz ve Kânûnî'nin emsâlsiz dehâlarına paralel olarak ilimde ve güzel sanatların her şûbesinde aynı ihtişâmın göz kamaştırıcı tezâhürleri müşâhede olunur. Bu tezâhürlerin en büyüğü de hiç şüphesiz mîmârî sâhadadır. Osmanlılar, dünyâca meşhûr büyük medenî faâliyetlerin vârisi olarak bu sâhada mevcûd olan tarz ve üslûbları en güzel şekilde yoğurmuş, dış tesîrlerin ustalıkla eritildiği sırf kendilerine has yeni ve mükemmel bir tarz ve üslûb geliştirmeye muvaffak olmuşlardır. Neticede birer âbide hâlinde İslâm mâbedleri yükselmiş ve cemiyetle içiçe huzur dolu ulvî mekânlar inşâ edilmiştir. Bu mekânlarda Osmanlı mîmârîsi, doğu mîmârîsini aştığı gibi batı âleminin aydınlık mekânı arzulamayan ve karanlığı seven kilise mîmârîlerini de elbette çok çok gerilerde bırakmıştır. İnsanın içini boğan ve kalbi ezip dış âleme tamamen kapatan bir karanlıkla yapılan kilise mîmârîleri, Osmanlı mîmârîsi karşısında daha ziyâde kuru bir taş yığını hâlinde kalmışlardır. Zîrâ Osmanlı mîmârîsi, her yönüyle îmânın bir göstergesi olarak gönlü huzurla dolduran bir aydınlık ve seâdet dolu mekânlar olarak tezâhür etmiştir. Bu müstesnâ muvaffakıyet, bilhassa Koca Sinan'ın elinde kendi çağının bütün mîmârî hudûdlarınıen ileri bir seviyede aşmış ve ötelere açılmıştır. Böylece Osmanlı mîmârîsi, ihtimal kıyâmete kadar 0aşılamayacak bir zirveye ulaşmıştır.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.