Prof. Dr. Haydar BAŞ
Alemlerin Efendisini bağrına basması gereken Mekke toplumu, kendilerine takdim edilen ilâhî lütfun henüz farkına varamamıştı. İçlerinden bir insanın seçilmiş ve sevilmiş olabileceğini akılları almıyordu. Onun faziletini inkâr da edemiyorlardı, ama nefisleri kabule de yanaşmıyordu. Gün geçtikçe insanların gönlüne taht kuran muhabbeti, kin, düşmanlık ve haset manevraları ile yok edilmeye çalışılıyordu. Eziyetlerin, boykotların ardı arkası kesilmiyor; mü'minleri davalarından döndürmek için her türlü yola başvuruluyordu. Boş yere çırpınışlardı bunlar; zira Allah, o peygamberi ve çevresindeki insanları seçmiş, kıyamete dek sürecek mukaddes bir davanın, İslâm'ın sarsılmaz temeltaşı olmalarını dilemiş ve sahiplenmişti. Gözleri perdeli cahiliye insanı bunu farkedememişti.
Yeni günler ağır ıstıraplar getirmiş, mü'minler çile kazanında pişmeye devam etmişti ve Allah Resulü, Taif halkına gitmiş, İslâm'ı anlatmış, fakat taşlanmıştı. Taif halkı, kendilerine Rablerinden bahseden, güzeller güzelinden haberler getiren bu kutlu elçiyi kan revan içinde bırakmıştı. Ancak meşakkatler, Allah elçisinin sevdasını daha da artırmıştı. Nitekim Taif dönüşü esnasında; "İlâhî! Kuvvetimin zaafa uğramasını, çaresiz kalışımı, halk nazarında hor görülüşümü sadece sana arz eder, ancak sana şikâyet ederim... İlâhî! Gazabına uğramayayım da çektiğim mihnetlere, belâlara aldırmam..." diyerek halini Rabbine arzetmişti. Ebu Talip ve Hz. Hatice'nin (ra) vefatlarını fırsat bilen müşrikler, zulümlerini katbekat artırmışlardı.
Böylesi bir ıstırap yaşanmış değildi! Hz. Allah, bu çilelerin ardına kâinatın en büyük ikramını gizlemişti. Kulunu katına çağıracak, ona en yüce âyetlerini gösterecek, onu da en ulvî bir âyeti olarak âlemlere takdim edecekti. Bu ilâhî ihsan, kutsal çilelerin ardına konmuştu.
Peygamberliğinin onikinci yılı... Allah, âlemlere Rahmet olarak gönderdiği Fahr-i Kâinat Efendimizi (sav) eşsiz bir ikrama davet eder. Bu ihsan, İslâm tarihi boyunca İsrâ ve Mi'rac olarak bilinir.
'İsra', gece yürümek, gece yolculuğu yapmak anlamına gelir. 'Mi'râc', ise yükseğe çıkış aracı demektir.
Peygamberimiz (sav), bir gece Mescid-i Haram'dan alınarak Mescid-i Aksa'ya kadar götürülüp, oradan göklere çıkarılmış, ilâhî âyetler kendisine gösterildikten sonra alındığı yere, yatağının bile sıcaklığının soğumadığı bir müddet içerisinde, tekrar geri getirilmiştir. Özel olarak Resûlullah'ın Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya olan yolculuğuna İsra, oradan Sema'ya uruc edişine Mi'râc adı verilir.
Efendimizin, uyanık ve beden-ruh beraberliği ile gerçekleşen Mi'rac mucizesini, bize bu çerçevede ulaştıran Ashab- Kiram'ın büyüklerini ve onların ardından gelen İslâm alimlerini zikretmek yerinde olur:
Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mesud, Ebu Said el-Hudri, Enes b. Malik, Cabir b. Abdillah, Huzeyfe b. Yeman, Ebu Hureyre, Malik b. Sa'saa, Said b. Müseyyeb, Katade, Dahhak, Said b. Cübeyr, İbn Şihab ez-Zührî, Hasan Basri, Mesruk, Mücahid, İkrime...
Kur'ân-ı Kerim'de bu mucize şöyle anlatılır: "Mümtaz kulunu, âyetlerimizden bazısını kendisine gösterelim diye bir gece Mescid-i Haram'dan alıp, çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa'ya kadar götüren Allah, her türlü noksanlıklardan münezzehtir, eksikliklerden uzaktır. Herşeyi işiten ve gören O'dur".
Mi'rac mucizesinin gerçekleşme seyrine geçmeden önce, bu âyet-i kerimenin işaret ettiği sırları vurgulamak uygun olur:
Onu, ona mânâsındaki "hu" zamirinde iki vecih, iki yön vardır. İlkine göre Mi'racın hikmeti, "Ona âyetlerimizden bazısını göstermek için", buyruğu gereğince, Hz. Peygambere Hakkın kudret ve azametini göstermektir. Diğer açıdan ise, "Onu, (alemlere rahmet olan Allah Resûlünü) âyetlerimizden olarak gösterelim için isra ettik" manası hakim olur ki, bu suretle Mi'racın hikmeti, Peygamberin (sav) kendisini bir âyet olarak kâinata takdim etmek olarak ortaya çıkar. Nitekim, İbn Atıyye vb. müfessirler bu manayı tercih etmişlerdir. Ayetin devamını ise, "hakikaten o kuldur, ancak kelâmımızı işiten ve o zâtımızı gören" tarzında manalandırmışlardır. Ancak ru'yet kudreti, bir Hak tecellisidir. O kudreti, kuldan veya akıldan görenler yanılır. Allah göstere ki, görüle.
Buharî ve Müslim'in rivayetlerine göre; Hz. Peygamber (sav), Mekke'de hane-i saadetlerinde (bazı rivayetlere göre amcası Ebu Talib'in kızı Ümmühani'nin evinde) iken veya Harem-i Şerif'te bulunurken Cebrail (as) gelmişler, mübarek kalplerini açmışlar, Zemzem ile yıkayarak içini hikmet ve iman nuru ile doldurmuşlardır. İnşirah-ı sadr olarak bilinen bu vakıa daha önce, çocukluk yıllarında da kutlu Nebî'ye uygulanmıştı. Hakikaten rabbanî güzelliklerin galebe çaldığı, beşerî tabiatın kudsiyet aleminin esrarına tâbi olduğu arınmış kalp, Hakk'ın muhatabı olur. Allah sevdiği ve seçtiği insanların kalplerini böylece arındırır, katına layık kılar. Nitekim, gönül sahiplerine Hak katından bir davet olan, "Ey arınmış, mutmain olan nefis! Rabbın senden razı ve sen de O'ndan razı olarak dön Rabbine!" hitabı, âyet-i kerime ile kıyamete dek ebedilik kazanmıştır.
Bir gün Hz. Peygamber'e soruldu: "Şerh-i Sadr nasıl olur, ey Allah'ın Resulü?". Efendimiz; "İnsanın kalbine öyle bir nur gelir ki, o nur kalbini açar" buyururlar. Ashab-ı Kiram (ra); "Bunun alameti nedir?" diye tekrar bir soru yöneltirler. Resul-i Ekrem şöyle cevap verir: "Onun alâmeti, insanın şu aldatıcı dünyanın gösterişine kapılmayarak câvidani hayatı özlemesi, ölmeden önce ölüme hazırlanmasıdır".
Bu cümleden olarak kul, Hakk'ın nurunun dolduğu kalplere gönlünü açar, Hakk'ın seçtiği insanları dost edinebilirse ilâhî tecellilerin muhatabı olmaya başlar. Elçisinin kalbini Cebrail vasıtasıyla açan Hak Teâlâ, kullarının kalbini de dostları vasıtasıyla açar ve tecelli mahalli olarak seçer.
Allah Resûlünün kalbinin iman ve hikmet nuru ile doldurulmasından sonra Hâlık'a yolculuk başlar. Cebrail (as), Burak'ı hazır bulundurmaktadır. Katırla merkep arası, gemi vurulmuş ve eğerlenmiş bir hayvandır, Burak.
Burak, Allah Elçisini görünce şaha kalkar! Hz. Cebrail bunu itaatsizllik kabul ederek müdahale eder; "Kendine gel ey Burak! Yemin olsun ki, Haşir sabahına kadar Muhammed-Mustafa kadar şerefli bir insan senin sırtına ne binmiştir, ne binecektir", der. Rivayete göre Burak utanır, tatlı bir mahcubiyetle terler içinde kalır. Burak, maneviyat aleminden de gelmiş olsa, neticede bir hayvandır. Hayvanlar bile ona aşıktır. Bir hayvanın gösterdiği bu edep ve teslimiyete karşılık, Hakk'ın tecelligâhı olan insanın, edepte nasıl bir tavır takınması gerektiğini takdirlerinize bırakıyoruz.
Resûlullah, Burak'ın sırtında, Hz. Cebrail ise hayvanın yularını tutmaktadır. Nasipli bir hayvandır, Burak. Zira, peygamberi tanımak, onunla tanışmak ve ona inanmak bir nasiptir. Yıldırımdan hızlı yürüyüşü ile Allah Resulü, mü'minlerin ilk kıblegâhı olan Mescid-i Aksa'ya misafir edilir. Fahr-i Kâinatı bu aziz mekânda, Allah'ın Halili Hz. İbrahim, İsa Ruhullah, Musa Kelîmullah ve insanlığın atası âdem Safiyyullah Efendimiz gibi birçok peygamber karşılamışlardı. Kutlu Elçi, burada bir bayram şenliği içinde peygamber ve meleklere imam olarak iki rekât namaz kaldırmışlardı. Bugün, tahrif ettikleri dinlerinin saplantılarından kurtulamayan Yahudi dünyasının gerçek kimliğini bulması, ancak Hz. Peygamberin arkasında safa duran Hz. Musa'nın (as) Mi'rac esnasında vurguladığı manayı yakalamalarıyla, mümkün olur. Zira Hz. Musa, bir İslâm peygamberidir. Dolayısıyla, âlemlere rahmet olan Hz. Muhammed'in (sav) arkasında safa durmasıyla Yahudilere de güzel bir örnektir. Ancak, görmek için göz gerek.
Diğer yandan; hiçbir ırk ve renk ayırımı yapmadan şunu ifade edelim ki, Mescid-i Aksa mü'minlerin ilk kıblegâhı ve Mi'râcın ilk durağı olması münasebetiyle, bugün mü'minlerin elinde olmalıydı. Yahudi ırkından oldukları için değil, -yukarıda belirttiğimiz üzere- Hz. Muhammed (sav) gerçeğine ve davasına ters düştükleri için, Mescid-i Aksa'nın bu kavmin tahakkümü altında oluşu, bu muazzez davanın harîm-i ismetine saplanmış bir oktur.
Mescid-i Aksa'da Burak'ın görevi bitmiştir. Bundan sonraki yürüyüş, yine manevî bir vasıta ile olmuştur ki, buna Mi'rac denmektedir. "Şimdiye kadar ondan daha güzel birşey görmedim. Ölünüz, son nefesinde gözlerini ona diker", buyurmuşlardır.
Peygamberimiz (sav), Cebrail ile "yedi kat göğü geçmiş, bu seyir esnasında birinci kat semâda Hz. âdem, ikinci kat semâda Hz. İsa ve Yahya, üçüncü kat semâda Hz. İdris, beşinci kat semâda Hz. Harun, altıncı kat semâda Hz. Musa ve yedinci kat semâda Hz. İbrahim (as) ile mülakat etmişler, merhabalaşmışlardır.
Öyle bir fezâya çıkarıldı ki Allah Elçisi, orada kaderleri yazan kalemlerin cızırtılarını duyuyordu. Ve nihayet, Allah Resûlünün önüne Sidre-i Münteha sahası açıldı. Allah'tan başkasınca bilinmeyen makamlar gösterildi. Bu, son noktadır. Hiçbir varlık, o noktadan bir adım öteye geçemez. Belki de bu saha, varlıkların yaratılış sebebi olan Hz. Muhammed (sav) için halkedilmiş, sadece peygamberimiz için bir defaya mahsus olarak kullanılmıştır. Dolayısıyla, bundan öteye geçmek Cebrail'in de haddi değildir. Cebrail (as); "Bu, Sidretü'l-Münteha'dır", der.
Sidre-i Münteha'dan öteye yolculuk Refref'le olmuştur. Esasen, zaman ve mekân kabuğunu delen sır da Refref'de gizlidir. Zira Refref, muhabbetullahtır. O, bu seyirdeki vasıtaların zübdesidir, vuslat aracıdır. Madde planında "yeşil bir perde"ye teşbih olunur. Dost, dostuna vasıl olurken yalnızdır artık; Zât, sıfat ve esmâ tecellilerine muhataptır. Kendi diliyle söylersek; "İbrahim'in (as) halilliğe, Musa'nın (as) kelâma, Muhammed'in (sav) ru'yet'e mazhar olmasına şaşıyor musunuz?!"
'Kul'unun mi'racını Rabbimizden dinleyelim:
"Battığı zaman andolsun yıldıza ki, arkadaşınız (Muhammed -sav- ) sapmadı, azmadı da.
O, kendi arzularına göre de konuşmaz.
Onun (anlattıkları), kendine vahyedilenden başka birşey değildir.
Ona (müthiş kuvvetli melek olan Cebrail) öğretti.
Akıl ve görüşünde kâmil bir melektir. Hemen doğruluverdi.
Ve o, en yüce ufukta idi.
Sonra yaklaştı, derken sarkıverdi.
İki yay kadar, yahut daha yakın oldu.
O zaman 'Kul'una vahyedeceğini vahyetti.
Gözleriyle gördüğünü kalbi de yalanlamadı.
Gördükleri hakkında kendisiyle tartışacak mısınız şimdi?!
Andolsun onu, Sidretü'l-Münteha'nın yanında önceden bir kere daha görmüştü.
Cennetü'l-Me'va da onun yanındadır.
Sidre'yi kaplayan kaplamıştı.
Gözü ne şaştı, ne de haddi aştı.
Andolsun ki; Rabbinin âyetlerinin en büyüklerinden olanlarını gördü".
Vuslat yolunun yolcusuna kimi kere güzellikler, cemal ve hikmet tecellileri gösterilir. Çilelere, azaplara da şahit olur bazen. Nitekim cehennem de gösterilmişti ona. Fakat, hiçbirine takılıp kalmadı. Zira, seyri Hakk'a olanın herşeyi ile Hakk'a yönelmesi, vuslat için şarttır. Cenâb-ı Hak, Habibini bu sebeple övdü. Herşeyi ile Rabbine yönelmişti o. Ne çarpıcı bir övgü!
"O dem ki, Sidre'yi bürüyen bürümüştü.
Göz ne şaştı, ne de haddi aştı".
Allah Resûlü, ümmetine hediyelerle döndü. Rabbimizden hediyeler... Dost meclisinde bizden de bahsedildi demek ki! âlemlerin Rabbi, biz kullarını; Alemlerin Efendisi biz ümmetini hiçbir zaman unutur muydu!
Rabbanî hediyelerin başlıcaları şunlardı:
* Bakara sûresinin son âyetleri.
* Beş vakit namaz.
* Muhammed (sav) ümmetinden Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayanların bağışlanacağı müjdesi.
Peygamberimiz Cennette
Resûlullah (sav), Cebrail (as) ile birlikte Cennetin kapısına vardılar. Cennetin duvarları gümüşten, inciden, yakut ve zümrüttendi. İnce, beyaz ve güzel 'Huri kızları'nın başlarında yakut taçlar vardı.
Cennet ehli istediğini yer, içerler. Nehirlerin kıyıları beyaz incidendir. Çakıl taşları, yakut ve zümrüttür. Daha sonra Resûlullah (sav), Allah'ın kendisi için yarattığı Kevser havuzunu gördü. Kevser; sütten beyaz, baldan tatlı, kardan soğuk, miskten güzel kokuludur.
Peygamber, kırmızı yâkuttan bir köşk gördü. Bu, Hz. Ebubekir'in köşküydü. Yeşil zümrütten bir köşk gördü. Bu, Hz. Ömer'in köşküydü. Yine büyük ve hoş olan iki köşk gördü. Bunlar da Hz. Osman ve Hz. Ali'nindiler.
Müşriklerin akılları almıyor
Allah Resûlü, Ümmühani Hatunun evine dönüp Mi'rac olayını anlatınca, Ümmühanî; "Bunu halka açma; onlar seni yalanlarlar ve üzerler" dedi. O da; "Allah'a yemin olsun ki, bunu onlara anlatacağım" diyerek, tebliğdeki kararlılığını gösterdiler.
Hemen, Kâbe'nin Hatim denilen yerine gitti ve müşriklere İsra hadisesini anlattı; şaşırdılar.
Bu yolculuğun, deve ile en az iki ay sürmesi gerektiğini söyleyerek inanmadılar. Gecenin kısa bir vaktinde böyle bir yolculuğun gerçekleşmiş olması onlara göre mümkün değildi. Müşrikler; "Delilin nedir?" diye sordular.
Ebu Cehil sokuldu; lâf almaya çalıştı. Sonra bütün avânesini toplayıp istihza ederek olayı Resulullah'tan tekrar anlatmasını istedi. Allah Resûlü anlatınca da kimse inanmadı.
Allah Resûlüne ilk anda inanan sadece Hz. Ebubekir (ra) oldu. Böylece "Sıddîk" ünvanını aldı. Şeksiz-şüphesiz tasdik eden bir insan olmanın verdiği güvenle, "Vallahi, ben onu, bundan daha uzak olanında, gece veya gündüzün herhangi bir saatinde kendisine semâdan haber geldiğini bana haber veriyor da ben herşeyimle tasdik ediyorum", dedi ve çevrelerini saran müşriklerin hafsalasını çatırdatmak için Allah Resulüne bazı sorular sordu. Çevredekiler de Beytülmakdis ile ilgili sorular yönelttiler. Bütün sorulara verilen cevapların doğru olduğunu gördüklerinde, şaşkınlıkları daha da arttı.
Kureyş müşrikleri, ticaret yapıp dönen kafileyi sordular. Allah Resulü, onları gördüğünü, hatta kaplarından su içtiğini haber verdi. Kervandaki çobanların sayısına varıncaya kadar verdiği bütün bilgilerin doğru olduğunu anladıklarında; "Bu, sadece bir sihirdir" demeye başladılar ve nefisleri imanlarına mani oldu.
Mi'rac hakkındaki birtakım soruların, bakış açılarına göre değiştiği muhakkaktır. Bu arada İslâm'ı, Batı kültürü standartlarına göre değerlendiren şarkiyatçıların Mi'rac mu'cizesini akıllarüstü karakterinden uzaklaştırmaya çalıştıkları bir gerçektir. Bu cümleden olarak, büyük çoğunluktaki ulema kadrosunca kabul görmüş ve Müslümanların mânâ dünyasında yerini almış Mi'rac mu'cizesinin zayıf rivayetler ve kavillerle bulandırılmaya çalışıldığı da esefle müşahede edilmektedir. Bu meyanda, Mi'racın keyfiyetine geçmeden önce, "Allah'ın mekânı var mı ki, Hz. Peygamber (sav) onunla görüşsün?" sualinin cevabını hülasa etmek uygun olur.
Cenab-ı Hakk'ın elbette mekânı yoktur. O, mekânın mekânı, zamanın da zamanıdır. Durum bu olunca, zamandan ve mekândan münezzeh olup, her an hazır ve nâzırdır. O halde, Cenâb-ı Vacibu'l-Vücud'suz bir mekân ve zaman da tahayyül edilemez. Ve O'na bir mekân da tahsis edilemez. Ancak Cenab-ı Hak, her yerde her zaman, dilediği şekilde tecelli eder, kendini müşahede ettirir. O'nun kendini dilediği mekânda müşahade ettirmesi, O'na mahsus bir mekânın olduğunu değil, yukarıda belirttiğimiz ölçülerde olduğu gibi, sadece o mekânda varlığını tecelli ile izhar etmesidir.
Meselâ, Hz. Musa'ya Tûr dağında, dağdan tecellisini göstermesi ve yine Mukaddes Vadi'de ağaçtan tecelli edip onunla konuşması, Cenab-ı Hakk'ın tecellisi için bir mekân seçmesi, O'na bir mekân tayin ve tahsis etmeğe sebep olmaz. Hal böyle olunca; Mi'rac'daki tecelli ile Fahr-i Kâinatın Cenab-ı Hak ile konuşmasında da Allah (cc) için bir mekân tahsisi sözkonusu değildir.
Mi'râc'ın keyfiyeti
Gecenin sadece bir bölümünde meydana gelen Mi'rac mu'cizesi, peygamberimiz uyanık bir halde iken bedenen ve ruhen gerçekleşmiştir. Ulemanın ekseriyeti bu görüştedir.
Çünkü Resûlullah (sav), Mi'racın sabahında Mi'racını haber verince, müşrikler hemen tekzibe kalkıştılar. Ve birbirlerine koştular. Yeni Müslüman olmuş bazı kimselerin kalbini çeldiler, irtidatına sebep oldular. Eğer rüya olmuş olsaydı, yani sadece ruhun mi'racı olmuş olsaydı hiç kimsenin itirazına hedef olmazdı. Çünkü rüyada herkes gezebilir ve uyanık iken havsala-i beşerin kabul etmeyeceği garibeler seyredebilir. Şu halde, Resûlullah'ın mi'racı uyanık halde cesediyle beraber vaki olmuştur ki, müşriklerin akılları yetmediğinden itiraz ve inkâra kalkışmışlardır.
Diğer taraftan; eğer Mi'rac rüya olsaydı, 'mucize' denmezdi. Hz. Peygamber'in diğer peygamberlere fazileti iki hususta özetlenir. Biri dünyada mi'rac ile, diğeri ise ahirette şefaat iledir. Zira nübüvvet, kitap ve şeriat diğer peygamberlere de verilmiştir. Mi'rac ve şefaat, sadece Hz. Peygamber'e mahsustur.
Hem; kâfirler, Beytü'l-Mukaddes'ten nişan sordular. Eğer rüyada vaki olsaydı, ondan nişan istemezlerdi. Neticede kâfirler, Mi'racı inkâr etmişlerdir. Bu, tarihî bir vakıadır. 'Rüyada gördüm' dese idi, kimse inkâr etmeye yeltenmezdi bile. Zira bunlar, rüyada mümkün olan şeylerdir.
İsrâ sûresindeki gerçekler
İsrâ sûresi baştan sona kadar, Mi'rac ve etrafındaki hadiseleri anlatmaktadır. Sûrenin kapsadığı başlıca esasları şöyle sıralayabiliriz:
a- Bu sûrede Peygamber Efendimiz, iki kıblenin peygamberi olarak vasıflandırılıyor. Yeryüzünde Allah (cc), İbrahimoğullarına iki mukaddes şehir ihsan etmişti: Mekke Hz. İsmail'e, Kudüs ise Hz. İshak'a. Hz. Peygamber'in hem Mekke'yi, hem de Kudüs'ü kıble edinip Mi'rac'da her ikisinde de namaz kılması, Mescid-i Aksa'da bütün peygamberlere imam olması, her iki mukaddes makamın bereketini kendisinde toplaması demektir.
İsrâ sûresinde Allah (cc), İsrailoğullarına iki defa fesad çıkarıp ceza göreceklerini bildirdiğini; son olarak Hz. Muhammed'e tâbi olmalarıyla tevbe kapısını açtığını buyurmaktadır. Hakikaten de, önce Buhtunnasr, sonra da Romalıların istilasıyla sürünen bu topluluk, Hz. Muhammed'e (sav) tâbi olmayarak da kendi sonlarını hazırlamışlardır. Bazı Arap kabile reisleri dahi, onların İslâm'a tâbi olacaklarından korkmuşlardı. Ne var ki onlar, önemli bir fırsatı tepmiş oldular.
Medine'de ve Hayber'de başları ezilince Yahudiler, tekrar perişan duruma düştüler ve küfürleri aşılmaz bir inada dönüştü. Zira, Allah'ın ikazına kulak tıkayıp kendilerine bildirilen akıbete kendi elleriyle düşmeleri, onları korkunç boyutta bir kin ve inada sevketti. Zilletin suçunu Allah'a yüklediler, acısını da insanlardan çıkarmak için asırlardır çalışıyorlar. Buğzları Allah'a; hasetleri ise Allah'ın ihsan ettiklerinedir.
b- Ayetler, müşriklere karşı son bir ihtar mânâsı da taşımaktadır. Artık, müşriklerin hücumlarına karşı iyilikle mukabele devri geçiyordu. Hicrete müsaade veriliyordu. Kur'ân'a inanmayan kâfirlerin akıbeti kötü olacaktı:
"Ve onlar ki ahirete inanmazlar, onlara elîm bir azap hazırladık... Biz, peygamber göndermedikçe azaba düçâr etmeyiz. Biz, bir beldeyi helâke maruz bırakmak istediğimiz zaman, oranın refah ve nimet içinde yüzenlerine emrimizi göndeririz; onlar da fıska dalarlar, azabı hak ederler. Biz de, onu altüst ederiz... Onlar, seni taciz ile az kaldı toprağından çıkaracaklardı. O takdirde, onlar da, senden sonra yerlerinde pek az bir zaman kalabilirlerdi. Senden önce gönderilen peygamberlerimiz hakkında takip ettiğimiz yol budur; bu yolumuzda hiç değişiklik göremezsin".
c- Mi'rac'da, İslâm dininin mihveri mesabesinde önemi haiz hükümler de teşri' kılınmıştır. İsrâ sûresinde beyan edilen ve insanlığın kurtuluş ve huzuru için yegane şartlar olan bu Rahmanî hükümler şunlardır:
1. Allah'a hiçbir surette şirk koşmayın.
2. Ebeveyne hürmet ve ihsan edin.
3. Akraba, yoksul ve yolda kalmışlara yardım edin.
4. İsraf etmekten ve cimrilik yapmaktan kaçının.
5. Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin.
6. Fuhuş ve zinaya yaklaşmayın.
7. Haksız yere kimseyi öldürmeyin.
8. Yetimlerin malına yaklaşmayın.
9. Ahdinize sadık kalın.
10. Ölçü ve tartıda doğruluğa dikkat edin.
11. Bilmediğiniz şeyin ardına düşmeyin.
12. Yeryüzünde kibir ve gururla yürümeyin.
Alemlerin Efendisini bağrına basması gereken Mekke toplumu, kendilerine takdim edilen ilâhî lütfun henüz farkına varamamıştı. İçlerinden bir insanın seçilmiş ve sevilmiş olabileceğini akılları almıyordu. Onun faziletini inkâr da edemiyorlardı, ama nefisleri kabule de yanaşmıyordu. Gün geçtikçe insanların gönlüne taht kuran muhabbeti, kin, düşmanlık ve haset manevraları ile yok edilmeye çalışılıyordu. Eziyetlerin, boykotların ardı arkası kesilmiyor; mü'minleri davalarından döndürmek için her türlü yola başvuruluyordu. Boş yere çırpınışlardı bunlar; zira Allah, o peygamberi ve çevresindeki insanları seçmiş, kıyamete dek sürecek mukaddes bir davanın, İslâm'ın sarsılmaz temeltaşı olmalarını dilemiş ve sahiplenmişti. Gözleri perdeli cahiliye insanı bunu farkedememişti.
Yeni günler ağır ıstıraplar getirmiş, mü'minler çile kazanında pişmeye devam etmişti ve Allah Resulü, Taif halkına gitmiş, İslâm'ı anlatmış, fakat taşlanmıştı. Taif halkı, kendilerine Rablerinden bahseden, güzeller güzelinden haberler getiren bu kutlu elçiyi kan revan içinde bırakmıştı. Ancak meşakkatler, Allah elçisinin sevdasını daha da artırmıştı. Nitekim Taif dönüşü esnasında; "İlâhî! Kuvvetimin zaafa uğramasını, çaresiz kalışımı, halk nazarında hor görülüşümü sadece sana arz eder, ancak sana şikâyet ederim... İlâhî! Gazabına uğramayayım da çektiğim mihnetlere, belâlara aldırmam..." diyerek halini Rabbine arzetmişti. Ebu Talip ve Hz. Hatice'nin (ra) vefatlarını fırsat bilen müşrikler, zulümlerini katbekat artırmışlardı.
Böylesi bir ıstırap yaşanmış değildi! Hz. Allah, bu çilelerin ardına kâinatın en büyük ikramını gizlemişti. Kulunu katına çağıracak, ona en yüce âyetlerini gösterecek, onu da en ulvî bir âyeti olarak âlemlere takdim edecekti. Bu ilâhî ihsan, kutsal çilelerin ardına konmuştu.
Peygamberliğinin onikinci yılı... Allah, âlemlere Rahmet olarak gönderdiği Fahr-i Kâinat Efendimizi (sav) eşsiz bir ikrama davet eder. Bu ihsan, İslâm tarihi boyunca İsrâ ve Mi'rac olarak bilinir.
'İsra', gece yürümek, gece yolculuğu yapmak anlamına gelir. 'Mi'râc', ise yükseğe çıkış aracı demektir.
Peygamberimiz (sav), bir gece Mescid-i Haram'dan alınarak Mescid-i Aksa'ya kadar götürülüp, oradan göklere çıkarılmış, ilâhî âyetler kendisine gösterildikten sonra alındığı yere, yatağının bile sıcaklığının soğumadığı bir müddet içerisinde, tekrar geri getirilmiştir. Özel olarak Resûlullah'ın Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya olan yolculuğuna İsra, oradan Sema'ya uruc edişine Mi'râc adı verilir.
Efendimizin, uyanık ve beden-ruh beraberliği ile gerçekleşen Mi'rac mucizesini, bize bu çerçevede ulaştıran Ashab- Kiram'ın büyüklerini ve onların ardından gelen İslâm alimlerini zikretmek yerinde olur:
Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mesud, Ebu Said el-Hudri, Enes b. Malik, Cabir b. Abdillah, Huzeyfe b. Yeman, Ebu Hureyre, Malik b. Sa'saa, Said b. Müseyyeb, Katade, Dahhak, Said b. Cübeyr, İbn Şihab ez-Zührî, Hasan Basri, Mesruk, Mücahid, İkrime...
Kur'ân-ı Kerim'de bu mucize şöyle anlatılır: "Mümtaz kulunu, âyetlerimizden bazısını kendisine gösterelim diye bir gece Mescid-i Haram'dan alıp, çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa'ya kadar götüren Allah, her türlü noksanlıklardan münezzehtir, eksikliklerden uzaktır. Herşeyi işiten ve gören O'dur".
Mi'rac mucizesinin gerçekleşme seyrine geçmeden önce, bu âyet-i kerimenin işaret ettiği sırları vurgulamak uygun olur:
Onu, ona mânâsındaki "hu" zamirinde iki vecih, iki yön vardır. İlkine göre Mi'racın hikmeti, "Ona âyetlerimizden bazısını göstermek için", buyruğu gereğince, Hz. Peygambere Hakkın kudret ve azametini göstermektir. Diğer açıdan ise, "Onu, (alemlere rahmet olan Allah Resûlünü) âyetlerimizden olarak gösterelim için isra ettik" manası hakim olur ki, bu suretle Mi'racın hikmeti, Peygamberin (sav) kendisini bir âyet olarak kâinata takdim etmek olarak ortaya çıkar. Nitekim, İbn Atıyye vb. müfessirler bu manayı tercih etmişlerdir. Ayetin devamını ise, "hakikaten o kuldur, ancak kelâmımızı işiten ve o zâtımızı gören" tarzında manalandırmışlardır. Ancak ru'yet kudreti, bir Hak tecellisidir. O kudreti, kuldan veya akıldan görenler yanılır. Allah göstere ki, görüle.
Buharî ve Müslim'in rivayetlerine göre; Hz. Peygamber (sav), Mekke'de hane-i saadetlerinde (bazı rivayetlere göre amcası Ebu Talib'in kızı Ümmühani'nin evinde) iken veya Harem-i Şerif'te bulunurken Cebrail (as) gelmişler, mübarek kalplerini açmışlar, Zemzem ile yıkayarak içini hikmet ve iman nuru ile doldurmuşlardır. İnşirah-ı sadr olarak bilinen bu vakıa daha önce, çocukluk yıllarında da kutlu Nebî'ye uygulanmıştı. Hakikaten rabbanî güzelliklerin galebe çaldığı, beşerî tabiatın kudsiyet aleminin esrarına tâbi olduğu arınmış kalp, Hakk'ın muhatabı olur. Allah sevdiği ve seçtiği insanların kalplerini böylece arındırır, katına layık kılar. Nitekim, gönül sahiplerine Hak katından bir davet olan, "Ey arınmış, mutmain olan nefis! Rabbın senden razı ve sen de O'ndan razı olarak dön Rabbine!" hitabı, âyet-i kerime ile kıyamete dek ebedilik kazanmıştır.
Bir gün Hz. Peygamber'e soruldu: "Şerh-i Sadr nasıl olur, ey Allah'ın Resulü?". Efendimiz; "İnsanın kalbine öyle bir nur gelir ki, o nur kalbini açar" buyururlar. Ashab-ı Kiram (ra); "Bunun alameti nedir?" diye tekrar bir soru yöneltirler. Resul-i Ekrem şöyle cevap verir: "Onun alâmeti, insanın şu aldatıcı dünyanın gösterişine kapılmayarak câvidani hayatı özlemesi, ölmeden önce ölüme hazırlanmasıdır".
Bu cümleden olarak kul, Hakk'ın nurunun dolduğu kalplere gönlünü açar, Hakk'ın seçtiği insanları dost edinebilirse ilâhî tecellilerin muhatabı olmaya başlar. Elçisinin kalbini Cebrail vasıtasıyla açan Hak Teâlâ, kullarının kalbini de dostları vasıtasıyla açar ve tecelli mahalli olarak seçer.
Allah Resûlünün kalbinin iman ve hikmet nuru ile doldurulmasından sonra Hâlık'a yolculuk başlar. Cebrail (as), Burak'ı hazır bulundurmaktadır. Katırla merkep arası, gemi vurulmuş ve eğerlenmiş bir hayvandır, Burak.
Burak, Allah Elçisini görünce şaha kalkar! Hz. Cebrail bunu itaatsizllik kabul ederek müdahale eder; "Kendine gel ey Burak! Yemin olsun ki, Haşir sabahına kadar Muhammed-Mustafa kadar şerefli bir insan senin sırtına ne binmiştir, ne binecektir", der. Rivayete göre Burak utanır, tatlı bir mahcubiyetle terler içinde kalır. Burak, maneviyat aleminden de gelmiş olsa, neticede bir hayvandır. Hayvanlar bile ona aşıktır. Bir hayvanın gösterdiği bu edep ve teslimiyete karşılık, Hakk'ın tecelligâhı olan insanın, edepte nasıl bir tavır takınması gerektiğini takdirlerinize bırakıyoruz.
Resûlullah, Burak'ın sırtında, Hz. Cebrail ise hayvanın yularını tutmaktadır. Nasipli bir hayvandır, Burak. Zira, peygamberi tanımak, onunla tanışmak ve ona inanmak bir nasiptir. Yıldırımdan hızlı yürüyüşü ile Allah Resulü, mü'minlerin ilk kıblegâhı olan Mescid-i Aksa'ya misafir edilir. Fahr-i Kâinatı bu aziz mekânda, Allah'ın Halili Hz. İbrahim, İsa Ruhullah, Musa Kelîmullah ve insanlığın atası âdem Safiyyullah Efendimiz gibi birçok peygamber karşılamışlardı. Kutlu Elçi, burada bir bayram şenliği içinde peygamber ve meleklere imam olarak iki rekât namaz kaldırmışlardı. Bugün, tahrif ettikleri dinlerinin saplantılarından kurtulamayan Yahudi dünyasının gerçek kimliğini bulması, ancak Hz. Peygamberin arkasında safa duran Hz. Musa'nın (as) Mi'rac esnasında vurguladığı manayı yakalamalarıyla, mümkün olur. Zira Hz. Musa, bir İslâm peygamberidir. Dolayısıyla, âlemlere rahmet olan Hz. Muhammed'in (sav) arkasında safa durmasıyla Yahudilere de güzel bir örnektir. Ancak, görmek için göz gerek.
Diğer yandan; hiçbir ırk ve renk ayırımı yapmadan şunu ifade edelim ki, Mescid-i Aksa mü'minlerin ilk kıblegâhı ve Mi'râcın ilk durağı olması münasebetiyle, bugün mü'minlerin elinde olmalıydı. Yahudi ırkından oldukları için değil, -yukarıda belirttiğimiz üzere- Hz. Muhammed (sav) gerçeğine ve davasına ters düştükleri için, Mescid-i Aksa'nın bu kavmin tahakkümü altında oluşu, bu muazzez davanın harîm-i ismetine saplanmış bir oktur.
Mescid-i Aksa'da Burak'ın görevi bitmiştir. Bundan sonraki yürüyüş, yine manevî bir vasıta ile olmuştur ki, buna Mi'rac denmektedir. "Şimdiye kadar ondan daha güzel birşey görmedim. Ölünüz, son nefesinde gözlerini ona diker", buyurmuşlardır.
Peygamberimiz (sav), Cebrail ile "yedi kat göğü geçmiş, bu seyir esnasında birinci kat semâda Hz. âdem, ikinci kat semâda Hz. İsa ve Yahya, üçüncü kat semâda Hz. İdris, beşinci kat semâda Hz. Harun, altıncı kat semâda Hz. Musa ve yedinci kat semâda Hz. İbrahim (as) ile mülakat etmişler, merhabalaşmışlardır.
Öyle bir fezâya çıkarıldı ki Allah Elçisi, orada kaderleri yazan kalemlerin cızırtılarını duyuyordu. Ve nihayet, Allah Resûlünün önüne Sidre-i Münteha sahası açıldı. Allah'tan başkasınca bilinmeyen makamlar gösterildi. Bu, son noktadır. Hiçbir varlık, o noktadan bir adım öteye geçemez. Belki de bu saha, varlıkların yaratılış sebebi olan Hz. Muhammed (sav) için halkedilmiş, sadece peygamberimiz için bir defaya mahsus olarak kullanılmıştır. Dolayısıyla, bundan öteye geçmek Cebrail'in de haddi değildir. Cebrail (as); "Bu, Sidretü'l-Münteha'dır", der.
Sidre-i Münteha'dan öteye yolculuk Refref'le olmuştur. Esasen, zaman ve mekân kabuğunu delen sır da Refref'de gizlidir. Zira Refref, muhabbetullahtır. O, bu seyirdeki vasıtaların zübdesidir, vuslat aracıdır. Madde planında "yeşil bir perde"ye teşbih olunur. Dost, dostuna vasıl olurken yalnızdır artık; Zât, sıfat ve esmâ tecellilerine muhataptır. Kendi diliyle söylersek; "İbrahim'in (as) halilliğe, Musa'nın (as) kelâma, Muhammed'in (sav) ru'yet'e mazhar olmasına şaşıyor musunuz?!"
'Kul'unun mi'racını Rabbimizden dinleyelim:
"Battığı zaman andolsun yıldıza ki, arkadaşınız (Muhammed -sav- ) sapmadı, azmadı da.
O, kendi arzularına göre de konuşmaz.
Onun (anlattıkları), kendine vahyedilenden başka birşey değildir.
Ona (müthiş kuvvetli melek olan Cebrail) öğretti.
Akıl ve görüşünde kâmil bir melektir. Hemen doğruluverdi.
Ve o, en yüce ufukta idi.
Sonra yaklaştı, derken sarkıverdi.
İki yay kadar, yahut daha yakın oldu.
O zaman 'Kul'una vahyedeceğini vahyetti.
Gözleriyle gördüğünü kalbi de yalanlamadı.
Gördükleri hakkında kendisiyle tartışacak mısınız şimdi?!
Andolsun onu, Sidretü'l-Münteha'nın yanında önceden bir kere daha görmüştü.
Cennetü'l-Me'va da onun yanındadır.
Sidre'yi kaplayan kaplamıştı.
Gözü ne şaştı, ne de haddi aştı.
Andolsun ki; Rabbinin âyetlerinin en büyüklerinden olanlarını gördü".
Vuslat yolunun yolcusuna kimi kere güzellikler, cemal ve hikmet tecellileri gösterilir. Çilelere, azaplara da şahit olur bazen. Nitekim cehennem de gösterilmişti ona. Fakat, hiçbirine takılıp kalmadı. Zira, seyri Hakk'a olanın herşeyi ile Hakk'a yönelmesi, vuslat için şarttır. Cenâb-ı Hak, Habibini bu sebeple övdü. Herşeyi ile Rabbine yönelmişti o. Ne çarpıcı bir övgü!
"O dem ki, Sidre'yi bürüyen bürümüştü.
Göz ne şaştı, ne de haddi aştı".
Allah Resûlü, ümmetine hediyelerle döndü. Rabbimizden hediyeler... Dost meclisinde bizden de bahsedildi demek ki! âlemlerin Rabbi, biz kullarını; Alemlerin Efendisi biz ümmetini hiçbir zaman unutur muydu!
Rabbanî hediyelerin başlıcaları şunlardı:
* Bakara sûresinin son âyetleri.
* Beş vakit namaz.
* Muhammed (sav) ümmetinden Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayanların bağışlanacağı müjdesi.
Peygamberimiz Cennette
Resûlullah (sav), Cebrail (as) ile birlikte Cennetin kapısına vardılar. Cennetin duvarları gümüşten, inciden, yakut ve zümrüttendi. İnce, beyaz ve güzel 'Huri kızları'nın başlarında yakut taçlar vardı.
Cennet ehli istediğini yer, içerler. Nehirlerin kıyıları beyaz incidendir. Çakıl taşları, yakut ve zümrüttür. Daha sonra Resûlullah (sav), Allah'ın kendisi için yarattığı Kevser havuzunu gördü. Kevser; sütten beyaz, baldan tatlı, kardan soğuk, miskten güzel kokuludur.
Peygamber, kırmızı yâkuttan bir köşk gördü. Bu, Hz. Ebubekir'in köşküydü. Yeşil zümrütten bir köşk gördü. Bu, Hz. Ömer'in köşküydü. Yine büyük ve hoş olan iki köşk gördü. Bunlar da Hz. Osman ve Hz. Ali'nindiler.
Müşriklerin akılları almıyor
Allah Resûlü, Ümmühani Hatunun evine dönüp Mi'rac olayını anlatınca, Ümmühanî; "Bunu halka açma; onlar seni yalanlarlar ve üzerler" dedi. O da; "Allah'a yemin olsun ki, bunu onlara anlatacağım" diyerek, tebliğdeki kararlılığını gösterdiler.
Hemen, Kâbe'nin Hatim denilen yerine gitti ve müşriklere İsra hadisesini anlattı; şaşırdılar.
Bu yolculuğun, deve ile en az iki ay sürmesi gerektiğini söyleyerek inanmadılar. Gecenin kısa bir vaktinde böyle bir yolculuğun gerçekleşmiş olması onlara göre mümkün değildi. Müşrikler; "Delilin nedir?" diye sordular.
Ebu Cehil sokuldu; lâf almaya çalıştı. Sonra bütün avânesini toplayıp istihza ederek olayı Resulullah'tan tekrar anlatmasını istedi. Allah Resûlü anlatınca da kimse inanmadı.
Allah Resûlüne ilk anda inanan sadece Hz. Ebubekir (ra) oldu. Böylece "Sıddîk" ünvanını aldı. Şeksiz-şüphesiz tasdik eden bir insan olmanın verdiği güvenle, "Vallahi, ben onu, bundan daha uzak olanında, gece veya gündüzün herhangi bir saatinde kendisine semâdan haber geldiğini bana haber veriyor da ben herşeyimle tasdik ediyorum", dedi ve çevrelerini saran müşriklerin hafsalasını çatırdatmak için Allah Resulüne bazı sorular sordu. Çevredekiler de Beytülmakdis ile ilgili sorular yönelttiler. Bütün sorulara verilen cevapların doğru olduğunu gördüklerinde, şaşkınlıkları daha da arttı.
Kureyş müşrikleri, ticaret yapıp dönen kafileyi sordular. Allah Resulü, onları gördüğünü, hatta kaplarından su içtiğini haber verdi. Kervandaki çobanların sayısına varıncaya kadar verdiği bütün bilgilerin doğru olduğunu anladıklarında; "Bu, sadece bir sihirdir" demeye başladılar ve nefisleri imanlarına mani oldu.
Mi'rac hakkındaki birtakım soruların, bakış açılarına göre değiştiği muhakkaktır. Bu arada İslâm'ı, Batı kültürü standartlarına göre değerlendiren şarkiyatçıların Mi'rac mu'cizesini akıllarüstü karakterinden uzaklaştırmaya çalıştıkları bir gerçektir. Bu cümleden olarak, büyük çoğunluktaki ulema kadrosunca kabul görmüş ve Müslümanların mânâ dünyasında yerini almış Mi'rac mu'cizesinin zayıf rivayetler ve kavillerle bulandırılmaya çalışıldığı da esefle müşahede edilmektedir. Bu meyanda, Mi'racın keyfiyetine geçmeden önce, "Allah'ın mekânı var mı ki, Hz. Peygamber (sav) onunla görüşsün?" sualinin cevabını hülasa etmek uygun olur.
Cenab-ı Hakk'ın elbette mekânı yoktur. O, mekânın mekânı, zamanın da zamanıdır. Durum bu olunca, zamandan ve mekândan münezzeh olup, her an hazır ve nâzırdır. O halde, Cenâb-ı Vacibu'l-Vücud'suz bir mekân ve zaman da tahayyül edilemez. Ve O'na bir mekân da tahsis edilemez. Ancak Cenab-ı Hak, her yerde her zaman, dilediği şekilde tecelli eder, kendini müşahede ettirir. O'nun kendini dilediği mekânda müşahade ettirmesi, O'na mahsus bir mekânın olduğunu değil, yukarıda belirttiğimiz ölçülerde olduğu gibi, sadece o mekânda varlığını tecelli ile izhar etmesidir.
Meselâ, Hz. Musa'ya Tûr dağında, dağdan tecellisini göstermesi ve yine Mukaddes Vadi'de ağaçtan tecelli edip onunla konuşması, Cenab-ı Hakk'ın tecellisi için bir mekân seçmesi, O'na bir mekân tayin ve tahsis etmeğe sebep olmaz. Hal böyle olunca; Mi'rac'daki tecelli ile Fahr-i Kâinatın Cenab-ı Hak ile konuşmasında da Allah (cc) için bir mekân tahsisi sözkonusu değildir.
Mi'râc'ın keyfiyeti
Gecenin sadece bir bölümünde meydana gelen Mi'rac mu'cizesi, peygamberimiz uyanık bir halde iken bedenen ve ruhen gerçekleşmiştir. Ulemanın ekseriyeti bu görüştedir.
Çünkü Resûlullah (sav), Mi'racın sabahında Mi'racını haber verince, müşrikler hemen tekzibe kalkıştılar. Ve birbirlerine koştular. Yeni Müslüman olmuş bazı kimselerin kalbini çeldiler, irtidatına sebep oldular. Eğer rüya olmuş olsaydı, yani sadece ruhun mi'racı olmuş olsaydı hiç kimsenin itirazına hedef olmazdı. Çünkü rüyada herkes gezebilir ve uyanık iken havsala-i beşerin kabul etmeyeceği garibeler seyredebilir. Şu halde, Resûlullah'ın mi'racı uyanık halde cesediyle beraber vaki olmuştur ki, müşriklerin akılları yetmediğinden itiraz ve inkâra kalkışmışlardır.
Diğer taraftan; eğer Mi'rac rüya olsaydı, 'mucize' denmezdi. Hz. Peygamber'in diğer peygamberlere fazileti iki hususta özetlenir. Biri dünyada mi'rac ile, diğeri ise ahirette şefaat iledir. Zira nübüvvet, kitap ve şeriat diğer peygamberlere de verilmiştir. Mi'rac ve şefaat, sadece Hz. Peygamber'e mahsustur.
Hem; kâfirler, Beytü'l-Mukaddes'ten nişan sordular. Eğer rüyada vaki olsaydı, ondan nişan istemezlerdi. Neticede kâfirler, Mi'racı inkâr etmişlerdir. Bu, tarihî bir vakıadır. 'Rüyada gördüm' dese idi, kimse inkâr etmeye yeltenmezdi bile. Zira bunlar, rüyada mümkün olan şeylerdir.
İsrâ sûresindeki gerçekler
İsrâ sûresi baştan sona kadar, Mi'rac ve etrafındaki hadiseleri anlatmaktadır. Sûrenin kapsadığı başlıca esasları şöyle sıralayabiliriz:
a- Bu sûrede Peygamber Efendimiz, iki kıblenin peygamberi olarak vasıflandırılıyor. Yeryüzünde Allah (cc), İbrahimoğullarına iki mukaddes şehir ihsan etmişti: Mekke Hz. İsmail'e, Kudüs ise Hz. İshak'a. Hz. Peygamber'in hem Mekke'yi, hem de Kudüs'ü kıble edinip Mi'rac'da her ikisinde de namaz kılması, Mescid-i Aksa'da bütün peygamberlere imam olması, her iki mukaddes makamın bereketini kendisinde toplaması demektir.
İsrâ sûresinde Allah (cc), İsrailoğullarına iki defa fesad çıkarıp ceza göreceklerini bildirdiğini; son olarak Hz. Muhammed'e tâbi olmalarıyla tevbe kapısını açtığını buyurmaktadır. Hakikaten de, önce Buhtunnasr, sonra da Romalıların istilasıyla sürünen bu topluluk, Hz. Muhammed'e (sav) tâbi olmayarak da kendi sonlarını hazırlamışlardır. Bazı Arap kabile reisleri dahi, onların İslâm'a tâbi olacaklarından korkmuşlardı. Ne var ki onlar, önemli bir fırsatı tepmiş oldular.
Medine'de ve Hayber'de başları ezilince Yahudiler, tekrar perişan duruma düştüler ve küfürleri aşılmaz bir inada dönüştü. Zira, Allah'ın ikazına kulak tıkayıp kendilerine bildirilen akıbete kendi elleriyle düşmeleri, onları korkunç boyutta bir kin ve inada sevketti. Zilletin suçunu Allah'a yüklediler, acısını da insanlardan çıkarmak için asırlardır çalışıyorlar. Buğzları Allah'a; hasetleri ise Allah'ın ihsan ettiklerinedir.
b- Ayetler, müşriklere karşı son bir ihtar mânâsı da taşımaktadır. Artık, müşriklerin hücumlarına karşı iyilikle mukabele devri geçiyordu. Hicrete müsaade veriliyordu. Kur'ân'a inanmayan kâfirlerin akıbeti kötü olacaktı:
"Ve onlar ki ahirete inanmazlar, onlara elîm bir azap hazırladık... Biz, peygamber göndermedikçe azaba düçâr etmeyiz. Biz, bir beldeyi helâke maruz bırakmak istediğimiz zaman, oranın refah ve nimet içinde yüzenlerine emrimizi göndeririz; onlar da fıska dalarlar, azabı hak ederler. Biz de, onu altüst ederiz... Onlar, seni taciz ile az kaldı toprağından çıkaracaklardı. O takdirde, onlar da, senden sonra yerlerinde pek az bir zaman kalabilirlerdi. Senden önce gönderilen peygamberlerimiz hakkında takip ettiğimiz yol budur; bu yolumuzda hiç değişiklik göremezsin".
c- Mi'rac'da, İslâm dininin mihveri mesabesinde önemi haiz hükümler de teşri' kılınmıştır. İsrâ sûresinde beyan edilen ve insanlığın kurtuluş ve huzuru için yegane şartlar olan bu Rahmanî hükümler şunlardır:
1. Allah'a hiçbir surette şirk koşmayın.
2. Ebeveyne hürmet ve ihsan edin.
3. Akraba, yoksul ve yolda kalmışlara yardım edin.
4. İsraf etmekten ve cimrilik yapmaktan kaçının.
5. Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin.
6. Fuhuş ve zinaya yaklaşmayın.
7. Haksız yere kimseyi öldürmeyin.
8. Yetimlerin malına yaklaşmayın.
9. Ahdinize sadık kalın.
10. Ölçü ve tartıda doğruluğa dikkat edin.
11. Bilmediğiniz şeyin ardına düşmeyin.
12. Yeryüzünde kibir ve gururla yürümeyin.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.