Özgül AYDIN
Bir varlığın birden fazla isimle anılması ondaki mana zenginliğindendir. Nitekim doksandokuzu Esma-ül-Hüsna olarak bilinen ve bir rivayete göre binbir ismi olan Cenab-ı Allah tüm manaların menşeidir. Ancak şunu da hemen belirtmek gerekir ki binbir ismi ondaki manayı bütünüyle ifade etmeye kafi değildir. Zira risaleti boyunca hergün Allah'ın yetmişbin farklı tecellisine mazhar olan Habibullah dahi "Seni hakkıyla tanıyamadım Ya Rabbi"! demiştir. O her türlü hududlamadan münehzeh, kutsi hadiste buyrulduğu üzere bilinmeyi arzulayan gizli bir hazinedir.
Eşrefi-i mahlukat ve Allah'ın yeryüzündeki halifesi olarak yaratılan insan da manasındaki zenginlikten ötürü birden fazla isimle müsemmadır. Nitekim unutmakla malul olduğu için bu adı alan insan, ölümlü olduğundan ötürü adem, Rabbiyle arasındaki hukuku dolayısıyla bir kul ve maddi yönü, dış görünüşü itibariyle de bir beşerdir.
Toplumun bir parçası olmasına atfen, insana bir de "birey" adı verilmiştir. Peki bir birey olarak insan, ne gibi mesuliyetler taşımaktadır ve bireylerden teşekkül eden ideal bir toplum nasıl olmalıdır?
Kişilerin üzerinde ittifak ederek, hayatlarını gereğine göre biçimlemeyi peşinen kabul ettikleri bir değer yargısı olmadığında toplumdan sözetmek de mümkün olmayacaktır. Bu takdirde insanlar kalabalıklar içinde tek başlarına, fıtratlarının reddettiği bir yalnızlıkla, yani mutsuzca yaşamaya mahkum kalacaklardır. Zira aslında insanı mutlu kılan, otoritesi altına girilen bir disiplinden başka birşey değildir.
Eğer toplum, bireylerini bir ortak paydada toplayabiliyor bir başka deyişle disiplinize edebiliyorsa, bu kez insanın birey olmanın bilincine vararak toplumdaki yerini alması, dolayısıyla toplumsal hayatın varlığını idame ettirmesi kendiliğinden gelişen bir süreç olacaktır. Bahsedilen değer yargıları bir grup insanın fikri esas alınarak belirlendiğinde başka bir grubun itirazı ve başkaldırısı muhtemel olacağından, bu sistemin insanüstü bir irade tarafından kurulması, aklın ve vicdanın da kabul ettiği bir hakikattır. Eşyanın tabiatı gereği bu durumda da yapılacak olan itirazlar ise muteber değildir.
Binaenaleyh bu değer yargılarından kasıt felsefi ekollere veya kültür ve medeniyetlere göre farklı manalar taşıyan göreceli bir kavram değil, mahiyeti Allah (cc) tarafından belirlenen ve İslamiyet'in üç temel esasından biri olan "ahlak"tır. Ve tam bu noktada büyük din alimlerinin Cibril hadisinden yola çıkarak, ahlakın kemali için tasavvufu adres göstermeleri, üzerinde düşünülmesi gereken bir hakikattır. Çünkü tasavvuf ehlini kaliteli bir birey olarak topluma kazandıran hususiyetler vardır.
Diğer herşey bir yana, Allah'a giden yolda birinci menzil olan fenafi'l-ihvan hali, mutasavvıfın mükemmel bir birey olmasını zorunlu kılmaktadır. Karşısındakini kendi nefsine tercih etmeyi salık veren bu hal, her türlü tehlike karşısında toplumun bekası ve mukavemeti için sigorta mesabesindedir. Bunun yanısıra bulunduğu her ortamda ahlak-ı hamidenin tezahürü olan olgun davranışları sergileyecek olan ehl-i tasavvuf, mükellef olduğu emr-i bi'l maruf, nehy-i ani'l münker gereği, kasten veya sehven toplum huzurunu tehdit edecek şekilde yanlış davranan kimseleri telkin, terbiye, ikaz, irşad ve nasihat medotlarıyla topluma kazandıracaktır.
Kur'an ve Sünnet'in ışığında ve de Allah'ın, kalbine verdiği ilham ile nefsin hakikatini hem ilim olarak tahsil eden, hem de bir nefis taşıyan insanları bu yönleriyle gözlemleyen her mutasavvıf, bu özelliği ile hiçbir eğitim sisteminin yetiştiremeyeceği kadar mükemmel bir toplum mühendisidir. Zira bu bilgisi ile toplumun yapılanması esnasında kimin nereye koyulacağını, kimden ne beklenebileceğini bir matematik işlemi netliğinde hesap edebilecektir.
Tasavvufu yaşamaya çalışan bir kimsenin birey olarak toplumda icra ettiği en önemli misyonlardan biri de, birlikte yaşadığı diğer bireylerin kendisi üzerindeki haklarını gözetme hassasiyetidir. Günümüz şartlarında bir insanın en büyük gereksinimi haline gelen anlaşılma arzusu ise yine tasavvufun çatısı altında cevap bulacaktır. Çünkü bu noktada tasavvuf ehlini diğer insanlardan ayıran en büyük fark, onun muhatabını anlamak hususunda göstereceği azim ve gayretidir. Zira yüz kapılı bir saraya benzeyen her insan çoğu kapısını kendi eliyle kilitlemiştir. Ancak doksandokuz kapısı kilitsi olsa bile bir kapısı mutlaka açıktır. Açık kapıyı bulmak sabır, azim ve kararlılık gerektirecektir fakat, içeriye girildiğinde karşılaşacak ihtişamlı güzellik her şeye değecektir.
İşte bütün meşakkatlere rağmen bu saraya girmeyi başaran ehl-i tasavvuf kilitli olan bütün kapıları içeriden açacak ve bu insanı bir birey olarak topluma kazandıracaktır.
Bir varlığın birden fazla isimle anılması ondaki mana zenginliğindendir. Nitekim doksandokuzu Esma-ül-Hüsna olarak bilinen ve bir rivayete göre binbir ismi olan Cenab-ı Allah tüm manaların menşeidir. Ancak şunu da hemen belirtmek gerekir ki binbir ismi ondaki manayı bütünüyle ifade etmeye kafi değildir. Zira risaleti boyunca hergün Allah'ın yetmişbin farklı tecellisine mazhar olan Habibullah dahi "Seni hakkıyla tanıyamadım Ya Rabbi"! demiştir. O her türlü hududlamadan münehzeh, kutsi hadiste buyrulduğu üzere bilinmeyi arzulayan gizli bir hazinedir.
Eşrefi-i mahlukat ve Allah'ın yeryüzündeki halifesi olarak yaratılan insan da manasındaki zenginlikten ötürü birden fazla isimle müsemmadır. Nitekim unutmakla malul olduğu için bu adı alan insan, ölümlü olduğundan ötürü adem, Rabbiyle arasındaki hukuku dolayısıyla bir kul ve maddi yönü, dış görünüşü itibariyle de bir beşerdir.
Toplumun bir parçası olmasına atfen, insana bir de "birey" adı verilmiştir. Peki bir birey olarak insan, ne gibi mesuliyetler taşımaktadır ve bireylerden teşekkül eden ideal bir toplum nasıl olmalıdır?
Kişilerin üzerinde ittifak ederek, hayatlarını gereğine göre biçimlemeyi peşinen kabul ettikleri bir değer yargısı olmadığında toplumdan sözetmek de mümkün olmayacaktır. Bu takdirde insanlar kalabalıklar içinde tek başlarına, fıtratlarının reddettiği bir yalnızlıkla, yani mutsuzca yaşamaya mahkum kalacaklardır. Zira aslında insanı mutlu kılan, otoritesi altına girilen bir disiplinden başka birşey değildir.
Eğer toplum, bireylerini bir ortak paydada toplayabiliyor bir başka deyişle disiplinize edebiliyorsa, bu kez insanın birey olmanın bilincine vararak toplumdaki yerini alması, dolayısıyla toplumsal hayatın varlığını idame ettirmesi kendiliğinden gelişen bir süreç olacaktır. Bahsedilen değer yargıları bir grup insanın fikri esas alınarak belirlendiğinde başka bir grubun itirazı ve başkaldırısı muhtemel olacağından, bu sistemin insanüstü bir irade tarafından kurulması, aklın ve vicdanın da kabul ettiği bir hakikattır. Eşyanın tabiatı gereği bu durumda da yapılacak olan itirazlar ise muteber değildir.
Binaenaleyh bu değer yargılarından kasıt felsefi ekollere veya kültür ve medeniyetlere göre farklı manalar taşıyan göreceli bir kavram değil, mahiyeti Allah (cc) tarafından belirlenen ve İslamiyet'in üç temel esasından biri olan "ahlak"tır. Ve tam bu noktada büyük din alimlerinin Cibril hadisinden yola çıkarak, ahlakın kemali için tasavvufu adres göstermeleri, üzerinde düşünülmesi gereken bir hakikattır. Çünkü tasavvuf ehlini kaliteli bir birey olarak topluma kazandıran hususiyetler vardır.
Diğer herşey bir yana, Allah'a giden yolda birinci menzil olan fenafi'l-ihvan hali, mutasavvıfın mükemmel bir birey olmasını zorunlu kılmaktadır. Karşısındakini kendi nefsine tercih etmeyi salık veren bu hal, her türlü tehlike karşısında toplumun bekası ve mukavemeti için sigorta mesabesindedir. Bunun yanısıra bulunduğu her ortamda ahlak-ı hamidenin tezahürü olan olgun davranışları sergileyecek olan ehl-i tasavvuf, mükellef olduğu emr-i bi'l maruf, nehy-i ani'l münker gereği, kasten veya sehven toplum huzurunu tehdit edecek şekilde yanlış davranan kimseleri telkin, terbiye, ikaz, irşad ve nasihat medotlarıyla topluma kazandıracaktır.
Kur'an ve Sünnet'in ışığında ve de Allah'ın, kalbine verdiği ilham ile nefsin hakikatini hem ilim olarak tahsil eden, hem de bir nefis taşıyan insanları bu yönleriyle gözlemleyen her mutasavvıf, bu özelliği ile hiçbir eğitim sisteminin yetiştiremeyeceği kadar mükemmel bir toplum mühendisidir. Zira bu bilgisi ile toplumun yapılanması esnasında kimin nereye koyulacağını, kimden ne beklenebileceğini bir matematik işlemi netliğinde hesap edebilecektir.
Tasavvufu yaşamaya çalışan bir kimsenin birey olarak toplumda icra ettiği en önemli misyonlardan biri de, birlikte yaşadığı diğer bireylerin kendisi üzerindeki haklarını gözetme hassasiyetidir. Günümüz şartlarında bir insanın en büyük gereksinimi haline gelen anlaşılma arzusu ise yine tasavvufun çatısı altında cevap bulacaktır. Çünkü bu noktada tasavvuf ehlini diğer insanlardan ayıran en büyük fark, onun muhatabını anlamak hususunda göstereceği azim ve gayretidir. Zira yüz kapılı bir saraya benzeyen her insan çoğu kapısını kendi eliyle kilitlemiştir. Ancak doksandokuz kapısı kilitsi olsa bile bir kapısı mutlaka açıktır. Açık kapıyı bulmak sabır, azim ve kararlılık gerektirecektir fakat, içeriye girildiğinde karşılaşacak ihtişamlı güzellik her şeye değecektir.
İşte bütün meşakkatlere rağmen bu saraya girmeyi başaran ehl-i tasavvuf kilitli olan bütün kapıları içeriden açacak ve bu insanı bir birey olarak topluma kazandıracaktır.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.