‘Sen, vazifeli olarak geldin bu aleme’
Peygamber Efendimiz; “Senin en büyük düşmanın iki koltuğun arasındaki nefsindir” buyuruyor. Nasıl oluyor da insanın en büyük düşmanı nefsi oluyor?
20.09.2024 18:21:00
Haber Merkezi
Haber Merkezi
Peygamber Efendimiz; "Senin en büyük düşmanın iki koltuğun arasındaki nefsindir" buyuruyor. Nasıl oluyor da insanın en büyük düşmanı nefsi oluyor?
İnsanın, aslında dünyaya gelişinin bir maksadı var. Esasen buradan yola çıkmak lazım. Geliş maksadı nedir? Geliş maksadına göre eğer insan dünyasını değerlendiriyorsa, bu insan kazanmıştır.
Eğer o maksadın dışına çıkıp, ne yaparsa yapsın bir hayır işlemiyorsa, o insanın kaybetmesi de mukadder olur.
Ne istiyor Allah? Allah'ın istediği zatına kulluktur. Anlatabildim mi? Ben, seni bana kul ol diye, beni bil, diye beni tanı, diye yarattım diyor. İnsanın asıl maksadı, dünyaya geliş maksadı, "nereden geldiğini, nereye gittiğini bilmekmiş."
Şimdi bu sınırları çizdiğiniz zaman burada, Allah'a karşı olan vazifelerimiz var.
Nedir bunlar? Namaz kılmaktır, oruç tutmaktır, zekât vermektir, hacca gitmektir, kelime-i şehadet getirmektir. Kısaca bizim, İslam'ın şartı dediğimiz şartlar, kurallardır.
İki, Allah'tan sonra bizim, peygambere karşı olan vazifelerimiz var. Hz. Muhammed (s.a.a.) yolundan gitmek. Onun ahlâkını, ahlâkımıza geçirmek.
Yetmedi, ondan sonra bizim, milletimize karşı olan vazifemiz var. Onun hayrına, iyiliğine, güzelliğine, kalkınmasına bir ve beraber olmamız, onu yerine getirmek.
Yetmedi, kendi çevremize karşı olan bir vazife var. Onu da işte bütün bunları Kur'ân, bize tarif ediyor. Yakınına ne yapacaksın, ne yapmayacaksın? Artı, ailene karşı olan vazifen var. Ne yapacaksın, ne yapmayacaksın? Kur'ân ve İslâm ve Peygamber (s.a.a.) bunları sana anlatıyor.
Yetmedi, bir de nefsine karşı olan vazifen var. Ne yapacaksın, ne yapmayacaksın? Onu da sana, Allah beyan ediyor.
Bütün bunlardan sonra, senin tuttuğun yol, efendim insanlara karşı, topluma karşı, milletlere karşı, Allah'a karşı, hayvanlara karşı, bitkilere karşı kısaca var olan her şeye karşı bir hukuki düzenlemenin olduğunu göreceksin.
Onun içinde de gerek manevi kalkınman, gerek maddi kalkınman vesair gibi her türlü eğitimin, yetişmen, yetiştirilmen her şey mevcuttur.
Bunu uygulamak hepimizin boynuna bir borçtur. Mükellefiyetimizin temel esprisidir.
Bütün bunları yaparken insanın iç tabiatında bütün bu güzellikleri, iyiliği yapmana mani olacak 'nefis' dediğimiz bir irade verdi Allah sana.
Bu öyledir ki, her zaman doğrunun, hakkın, gerçeğin karşısında olan bir güçtür. Onu, terbiye ederek Allah'ın ahlâkıyla ahlâklandırma göreviyle de yükümlüdür Müslüman.
İşte o noktaya geldiğin, onu teslim aldığın zaman Allah'a karşı olan bir güç, bir irade değil bilakis, O'na yürümeye vesile olan, sırtına binip yürüdüğün bir güç olarak yanında durur. O şekilde seninle beraber olur.
Yani, nefsin itminan derecesine mutmain derecesine vardığında o her şeyiyle teslim olmuş bir varlık olarak sende, daha doğrusu Allah'a yakın bir irade olarak seninle beraber olur.
Yunus'un dediği gibi "Bir ben var, benden içeru" o noktaya seni taşıyan İlahi bir irade olur.
"Tevbe eden kul günahları hiç işlememiş gibidir" buyuruluyor. Bu bütün günahlar için geçerli midir?
Evvela tövbe konusunda insanın, iç tabiatında bir irade dediğimiz, nefis dediğimiz, kötülüğü kendisine emreden o güç, şeytanla ortaklık yapar. Seni o tarafa yönlendirmeye çalışır.
İnsan bu ya, mağlup olur, o tarafa gider. Niçin bu âleme geldiğini düşünüp "vay be yanlış yaptım!" murakabesinden sonra da istiğfar eder, pişman olur. Allah'a sığınır. O zaman sanki o günahı işlememiş gibi olur. Bunun manası bu.
Ha! Bütün günahlarda böyle midir? El-cevap hayır. Ahmed'in, Mehmed'in, insanın, kul dediğimiz varlığın hakkı, birine geçtiğinde sen istediğin kadar özür dile Allah, onunla senin arana girmez.
O zaman ne olacak? Onunla, senin arana girmesi için o insanların hukukuna tecavüz edip, haklarını gasp eden, ne olursa olsun işte bütün bunları yerine getirecek, onların kalbini gönlünü yapacak, zararlarını karşılayacak, borcunu verecek, ondan sonra da, "Ya bana, hakkınızı helal edin. Ben, sizi mağdur ettim kusura bakmayın" diyecek onlardan helallik alacak o takdirde istiğfar ederse onun geçerliliği olabilir.
E, sen Ahmed'in malını, Mehmed'in malını al, stok et, yığ üst üste. Ondan sonra istiğfar edeyim de Allah, beni affetsin. Böyle bir şey olamaz. Anlatabildim mi?
O istiğfarın geçerli olması kul hakkının iadesine ve o insanın rızasına bağlıdır.
Hatta verdiğin halde bile hakkını sana helal etmeyebilir. Niye? Diyelim ki on sene evvel onun hakkını gasp ettin. Adam demez mi ki: "On seneden beri benim zararım şu kadardır" der! Bunu dediği zaman etmeyebilir de. Tazminatını vereceksin. Ondan sonra helallik alıp işte istiğfar o zaman edeceksin.
Yoksa ondan, bundan al cebine at, "E! Ben istiğfar ettim. Allah beni affedecek." Böyle yoğurdun bolluğu yok. Bilmem anlatabiliyor muyum? (Prof. Dr. Haydar Baş Ramazan sohbetlerinden)
İnsanın, aslında dünyaya gelişinin bir maksadı var. Esasen buradan yola çıkmak lazım. Geliş maksadı nedir? Geliş maksadına göre eğer insan dünyasını değerlendiriyorsa, bu insan kazanmıştır.
Eğer o maksadın dışına çıkıp, ne yaparsa yapsın bir hayır işlemiyorsa, o insanın kaybetmesi de mukadder olur.
Ne istiyor Allah? Allah'ın istediği zatına kulluktur. Anlatabildim mi? Ben, seni bana kul ol diye, beni bil, diye beni tanı, diye yarattım diyor. İnsanın asıl maksadı, dünyaya geliş maksadı, "nereden geldiğini, nereye gittiğini bilmekmiş."
Şimdi bu sınırları çizdiğiniz zaman burada, Allah'a karşı olan vazifelerimiz var.
Nedir bunlar? Namaz kılmaktır, oruç tutmaktır, zekât vermektir, hacca gitmektir, kelime-i şehadet getirmektir. Kısaca bizim, İslam'ın şartı dediğimiz şartlar, kurallardır.
İki, Allah'tan sonra bizim, peygambere karşı olan vazifelerimiz var. Hz. Muhammed (s.a.a.) yolundan gitmek. Onun ahlâkını, ahlâkımıza geçirmek.
Yetmedi, ondan sonra bizim, milletimize karşı olan vazifemiz var. Onun hayrına, iyiliğine, güzelliğine, kalkınmasına bir ve beraber olmamız, onu yerine getirmek.
Yetmedi, kendi çevremize karşı olan bir vazife var. Onu da işte bütün bunları Kur'ân, bize tarif ediyor. Yakınına ne yapacaksın, ne yapmayacaksın? Artı, ailene karşı olan vazifen var. Ne yapacaksın, ne yapmayacaksın? Kur'ân ve İslâm ve Peygamber (s.a.a.) bunları sana anlatıyor.
Yetmedi, bir de nefsine karşı olan vazifen var. Ne yapacaksın, ne yapmayacaksın? Onu da sana, Allah beyan ediyor.
Bütün bunlardan sonra, senin tuttuğun yol, efendim insanlara karşı, topluma karşı, milletlere karşı, Allah'a karşı, hayvanlara karşı, bitkilere karşı kısaca var olan her şeye karşı bir hukuki düzenlemenin olduğunu göreceksin.
Onun içinde de gerek manevi kalkınman, gerek maddi kalkınman vesair gibi her türlü eğitimin, yetişmen, yetiştirilmen her şey mevcuttur.
Bunu uygulamak hepimizin boynuna bir borçtur. Mükellefiyetimizin temel esprisidir.
Bütün bunları yaparken insanın iç tabiatında bütün bu güzellikleri, iyiliği yapmana mani olacak 'nefis' dediğimiz bir irade verdi Allah sana.
Bu öyledir ki, her zaman doğrunun, hakkın, gerçeğin karşısında olan bir güçtür. Onu, terbiye ederek Allah'ın ahlâkıyla ahlâklandırma göreviyle de yükümlüdür Müslüman.
İşte o noktaya geldiğin, onu teslim aldığın zaman Allah'a karşı olan bir güç, bir irade değil bilakis, O'na yürümeye vesile olan, sırtına binip yürüdüğün bir güç olarak yanında durur. O şekilde seninle beraber olur.
Yani, nefsin itminan derecesine mutmain derecesine vardığında o her şeyiyle teslim olmuş bir varlık olarak sende, daha doğrusu Allah'a yakın bir irade olarak seninle beraber olur.
Yunus'un dediği gibi "Bir ben var, benden içeru" o noktaya seni taşıyan İlahi bir irade olur.
"Tevbe eden kul günahları hiç işlememiş gibidir" buyuruluyor. Bu bütün günahlar için geçerli midir?
Evvela tövbe konusunda insanın, iç tabiatında bir irade dediğimiz, nefis dediğimiz, kötülüğü kendisine emreden o güç, şeytanla ortaklık yapar. Seni o tarafa yönlendirmeye çalışır.
İnsan bu ya, mağlup olur, o tarafa gider. Niçin bu âleme geldiğini düşünüp "vay be yanlış yaptım!" murakabesinden sonra da istiğfar eder, pişman olur. Allah'a sığınır. O zaman sanki o günahı işlememiş gibi olur. Bunun manası bu.
Ha! Bütün günahlarda böyle midir? El-cevap hayır. Ahmed'in, Mehmed'in, insanın, kul dediğimiz varlığın hakkı, birine geçtiğinde sen istediğin kadar özür dile Allah, onunla senin arana girmez.
O zaman ne olacak? Onunla, senin arana girmesi için o insanların hukukuna tecavüz edip, haklarını gasp eden, ne olursa olsun işte bütün bunları yerine getirecek, onların kalbini gönlünü yapacak, zararlarını karşılayacak, borcunu verecek, ondan sonra da, "Ya bana, hakkınızı helal edin. Ben, sizi mağdur ettim kusura bakmayın" diyecek onlardan helallik alacak o takdirde istiğfar ederse onun geçerliliği olabilir.
E, sen Ahmed'in malını, Mehmed'in malını al, stok et, yığ üst üste. Ondan sonra istiğfar edeyim de Allah, beni affetsin. Böyle bir şey olamaz. Anlatabildim mi?
O istiğfarın geçerli olması kul hakkının iadesine ve o insanın rızasına bağlıdır.
Hatta verdiğin halde bile hakkını sana helal etmeyebilir. Niye? Diyelim ki on sene evvel onun hakkını gasp ettin. Adam demez mi ki: "On seneden beri benim zararım şu kadardır" der! Bunu dediği zaman etmeyebilir de. Tazminatını vereceksin. Ondan sonra helallik alıp işte istiğfar o zaman edeceksin.
Yoksa ondan, bundan al cebine at, "E! Ben istiğfar ettim. Allah beni affedecek." Böyle yoğurdun bolluğu yok. Bilmem anlatabiliyor muyum? (Prof. Dr. Haydar Baş Ramazan sohbetlerinden)