'Sen sende olmayasın ki, O sende olsun'
Kulluğun hikmeti, kulun sahibine olan teslimiyetidir
24.10.2024 18:12:00
Haber Merkezi
Haber Merkezi
!['Sen sende olmayasın ki, O sende olsun'](resimler/haberler/31/sen-sende-olmayasin-ki-o-sende-olsun-H1545619-11.webp)
![](temalar/resimler/bos.gif)
!['Sen sende olmayasın ki, O sende olsun'](resimler/haberler/31/sen-sende-olmayasin-ki-o-sende-olsun-H1545619-12.webp)
![](temalar/resimler/bos.gif)
![](temalar/resimler/bos.gif)
Kulluğun hikmeti, kulun sahibine olan teslimiyetidir. O'nu sahibimiz olarak bilip düşünürsek ve O'na bu mânâda teslim olursak, o zaman insan olarak da aramızda ilişkilerimiz, birbirimizi rencide eden değil, onurumuzu okşayan, seven, büyüten, taltif eden bir anlayış şeklinde ortaya çıkar. Kulluktaki hikmet işte budur.
Kişi, Yaratanı hiçe sayarsa, "o yoktur" gibi bir bâdireye düşerse; o zaman o Mutlak İrade, Rab sıfatı, İlâhlık sıfatı tecelli eder. Bu bağlamda Cenâb-ı Hakk şu ikazı yapıyor:
"Sonra o gün nimetlerden hesaba çekileceksiniz!"
"İnsan görmez mi ki, Biz onu meniden yarattık. Bir de bakıyorsun ki, apaçık düşman kesilmiş."
Nutfe; meni damlası demektir. Kokmuş bir su... O su görüyor, işitiyor, hissediyor, muhâkeme ediyor, icat yapıyor, keşif yapıyor, projeler imal ediyor.
Özetle, bütün bu kabiliyetleri bir su damlasına mâl etmek elbette ki Yaratanın hoşuna gitmez. İşte kulluktaki şuur, kulluğun esprisi, "Hayır! Ben bir su damlasıyım. Benden bir şey olmaz. Asıl olan Sahibimdir" deyip sırtını O'na dayamaktır. O zaman da insan, kendini çok güçlü, kuvvetli biliyor ve öyle yaşıyor.
İnkâr eden kadar zayıf bir mahlûk da yoktur. Kâinatın Sahibini, Kendi Sahibini inkâr ediyor. Oysa inkârcı, O'nsuz hiçbir şey olup, bir hiçlik noktasına gidiyor. Bunun için onun morali, gücü-kuvveti de olmaz.
Olmadığı için de kâfirin sonsuz bir hesabı da olmaz. Onun hesabı sadece dünyalıktır. Dünya hayatına râzı olur. Dünya hayatı onun için bulunmaz bir hayattır. Bunun ötesi yoktur. Onun için onun Cennet'i, Cehennem'i, her şeyi burasıdır.
Mü'min ise öyle değildir. Müslüman Allah'a teslim olarak, O'nun "yapınız" diyerek emrettiklerini yaparak, yasak ettiklerinden kaçınarak, Cenâb-ı Hakk'ı bilerek yaşar. Kulluktaki hikmet budur.
Kulluk insana ait bir makamdır, bir rütbedir. En yüce bir rütbedir. Cenâb-ı Hakk şöyle buyuruyor:
"Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Harâm'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir, görendir."
Âyette "biabdihi" kelimesi geçiyor. Yani "kulu Muhammed'i" (sallallahu aleyhi ve âlihi) diyor Allah... Hâlbuki, Allah'ın Muhammed Mustafa'sına (sallallahu aleyhi ve âlihi) verdiği birçok sıfat var. Ve bize göre en büyük sıfat "resullüktür, peygamberliktir."
"Resûlü Muhammed'i" (sallallahu aleyhi ve âlihi) diyebilirdi. "Nebisi Muhammed'i" (sallallahu aleyhi ve âlihi) diyebilirdi. Ama burada görüyoroz ki, kulluk hepsinin üstünde bir makamdır. O Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi) kul olacak, kendini fâni kabul edecek ki, Allah ile beraber olabilsin.
"Sen sende olmayasın ki, O sende olsun." İşte ölçü budur.
Muhammed (a.s.) kendi benliğini kaybedip Hakk'ı benliğinde hâkim kılmış, yani O'na kul olmuştur.
Benliği olsaydı o Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi) kul olmayacaktı; "abd" olmayacaktı. Beşer olacaktı.
O hâlde "ârif-i billah olmak/Allah'ı bilmek" kadar kullukta büyük bir gâye yoktur. İnsanın dünya sahnesine çıkarılışının gâyesi, şüphesiz ki, Cenâb-ı Hakk'a kulluktur. Bu gerçeği Cenâb-ı Hakk beyan eder:
"Ben cinleri ve insanları, ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım."
Âriflerin birçoğu, âyette geçen "liya'budûn/ibâdet etmek için" kelimesini Allah'ı tanımak-bilmek olarak tefsir ederler.
İnanan insan, ibâdet ettikçe, Cenâb-ı Hakk kulunun kalbine tecelli eder. Kul, Allah'a ibâdetle itaatle yaklaştıkça; Allah kulunun kalp kapılarını açar, kulun kalbi O'na doğru yönelir.
Kulluğun doruk noktası da, nefsin tezkiyesi, Yaratıcı ile insan arasındaki bütün engel ve perdelerin aradan kalkmasıdır.
İnsan, ister fark etsin ister etmesin, ister inansın ister inanmasın bütün hayatı bu ana gâye sayesinde anlam kazanır.
İnanarak kulluk yolunu benimseyen insan, kendisine takdim edilen plan programa uymak sûretiyle gittikçe mesafeyi kısaltır ve bu insanın yönü, daima zirveye doğru olur.
İnanmayan insan ise esasında hedefe varmak için çırpındığı hâlde, aradığı şeyin ne olduğunu bilemediğinden ümitsiz bir arayış içindedir. Yönü kulluktan, kendi asıl cevherinden ve neticede Yaratıcıdan kaçışa doğrudur.
Kulluktan, nefis tezkiyesinden, Cenâb-ı Hakk'a vâsıl olmaktan bahsetttiğimize göre konumuz mü'mindir, Müslüman'dır.
İnandıktan sonra, kulluğun reçetesi mesâbesinde olan ibâdete yönelmek zaruridir. İbâdetin de nihâî durağı ve en kâmil şekli zikirdir. Daha doğrusu ibâdetlerin özü, mayası zikirdir." (Prof. Dr. Haydar Baş Dua ve Zikir eserinden)
Kişi, Yaratanı hiçe sayarsa, "o yoktur" gibi bir bâdireye düşerse; o zaman o Mutlak İrade, Rab sıfatı, İlâhlık sıfatı tecelli eder. Bu bağlamda Cenâb-ı Hakk şu ikazı yapıyor:
"Sonra o gün nimetlerden hesaba çekileceksiniz!"
"İnsan görmez mi ki, Biz onu meniden yarattık. Bir de bakıyorsun ki, apaçık düşman kesilmiş."
Nutfe; meni damlası demektir. Kokmuş bir su... O su görüyor, işitiyor, hissediyor, muhâkeme ediyor, icat yapıyor, keşif yapıyor, projeler imal ediyor.
Özetle, bütün bu kabiliyetleri bir su damlasına mâl etmek elbette ki Yaratanın hoşuna gitmez. İşte kulluktaki şuur, kulluğun esprisi, "Hayır! Ben bir su damlasıyım. Benden bir şey olmaz. Asıl olan Sahibimdir" deyip sırtını O'na dayamaktır. O zaman da insan, kendini çok güçlü, kuvvetli biliyor ve öyle yaşıyor.
İnkâr eden kadar zayıf bir mahlûk da yoktur. Kâinatın Sahibini, Kendi Sahibini inkâr ediyor. Oysa inkârcı, O'nsuz hiçbir şey olup, bir hiçlik noktasına gidiyor. Bunun için onun morali, gücü-kuvveti de olmaz.
Olmadığı için de kâfirin sonsuz bir hesabı da olmaz. Onun hesabı sadece dünyalıktır. Dünya hayatına râzı olur. Dünya hayatı onun için bulunmaz bir hayattır. Bunun ötesi yoktur. Onun için onun Cennet'i, Cehennem'i, her şeyi burasıdır.
Mü'min ise öyle değildir. Müslüman Allah'a teslim olarak, O'nun "yapınız" diyerek emrettiklerini yaparak, yasak ettiklerinden kaçınarak, Cenâb-ı Hakk'ı bilerek yaşar. Kulluktaki hikmet budur.
Kulluk insana ait bir makamdır, bir rütbedir. En yüce bir rütbedir. Cenâb-ı Hakk şöyle buyuruyor:
"Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Harâm'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir, görendir."
Âyette "biabdihi" kelimesi geçiyor. Yani "kulu Muhammed'i" (sallallahu aleyhi ve âlihi) diyor Allah... Hâlbuki, Allah'ın Muhammed Mustafa'sına (sallallahu aleyhi ve âlihi) verdiği birçok sıfat var. Ve bize göre en büyük sıfat "resullüktür, peygamberliktir."
"Resûlü Muhammed'i" (sallallahu aleyhi ve âlihi) diyebilirdi. "Nebisi Muhammed'i" (sallallahu aleyhi ve âlihi) diyebilirdi. Ama burada görüyoroz ki, kulluk hepsinin üstünde bir makamdır. O Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi) kul olacak, kendini fâni kabul edecek ki, Allah ile beraber olabilsin.
"Sen sende olmayasın ki, O sende olsun." İşte ölçü budur.
Muhammed (a.s.) kendi benliğini kaybedip Hakk'ı benliğinde hâkim kılmış, yani O'na kul olmuştur.
Benliği olsaydı o Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi) kul olmayacaktı; "abd" olmayacaktı. Beşer olacaktı.
O hâlde "ârif-i billah olmak/Allah'ı bilmek" kadar kullukta büyük bir gâye yoktur. İnsanın dünya sahnesine çıkarılışının gâyesi, şüphesiz ki, Cenâb-ı Hakk'a kulluktur. Bu gerçeği Cenâb-ı Hakk beyan eder:
"Ben cinleri ve insanları, ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım."
Âriflerin birçoğu, âyette geçen "liya'budûn/ibâdet etmek için" kelimesini Allah'ı tanımak-bilmek olarak tefsir ederler.
İnanan insan, ibâdet ettikçe, Cenâb-ı Hakk kulunun kalbine tecelli eder. Kul, Allah'a ibâdetle itaatle yaklaştıkça; Allah kulunun kalp kapılarını açar, kulun kalbi O'na doğru yönelir.
Kulluğun doruk noktası da, nefsin tezkiyesi, Yaratıcı ile insan arasındaki bütün engel ve perdelerin aradan kalkmasıdır.
İnsan, ister fark etsin ister etmesin, ister inansın ister inanmasın bütün hayatı bu ana gâye sayesinde anlam kazanır.
İnanarak kulluk yolunu benimseyen insan, kendisine takdim edilen plan programa uymak sûretiyle gittikçe mesafeyi kısaltır ve bu insanın yönü, daima zirveye doğru olur.
İnanmayan insan ise esasında hedefe varmak için çırpındığı hâlde, aradığı şeyin ne olduğunu bilemediğinden ümitsiz bir arayış içindedir. Yönü kulluktan, kendi asıl cevherinden ve neticede Yaratıcıdan kaçışa doğrudur.
Kulluktan, nefis tezkiyesinden, Cenâb-ı Hakk'a vâsıl olmaktan bahsetttiğimize göre konumuz mü'mindir, Müslüman'dır.
İnandıktan sonra, kulluğun reçetesi mesâbesinde olan ibâdete yönelmek zaruridir. İbâdetin de nihâî durağı ve en kâmil şekli zikirdir. Daha doğrusu ibâdetlerin özü, mayası zikirdir." (Prof. Dr. Haydar Baş Dua ve Zikir eserinden)
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.