MERDİVEN / Mehmet MARUF
Cumhuriyet tarihimizde tefekkür tembeli birçok aydınımızın bazı yargıları vardır. Örneğin;
* İslam tarihinde ilk beş asır "altın çağ" olarak kabul edilir. Bağdat'ın 1258'de Moğollar tarafından istilasıyla Şark dünyası fikrî yönden gerilemiş ve Türk sülalelerinin hakimiyet döneminde karanlıklara girmiştir.
* Osmanlı İmparatorluğu Batı'da Rönesans olurken Avrupa'dan hiç haberdar olmamış tabiri caizse uyumuştur.
* Matbaa gericilerin yüzünden Osmanlı'ya çok geç intikal etmiştir. Vs. vs...
Bu görüşlerin önemli bir kısmı bilim tarihinin öncü kurucusu olan George Sarton'un temel fikirleridir. Genellikle 19. yüzyılda vücud bulan -Avrupa merkeziyetçi- bilim anlayışı zaten uygarlık tarihini Antik Yunan'dan başlatır. İnsanlığın, sahip bulunduğu mevcut düzeyi Batı'ya borçlu olduğunu öne sürer ve kendinden başka medeniyetleri de önemsemez. Bu yüzdendir ki İngilizler Hindistan'a, İtalyanlar Libya'ya, Fransızlar Cezayir'e, İspanyollar Yeni Dünyaya hep ama hep medeniyet (!) götürmüşlerdir. Sömürgeciliklerinin mantığını böyle izah ederler. Dünya Beyaz Adama muhtaçtır. Hatta meşhur yazar Rudyard Kipling İngliz emperyalizminin edebiyatını yapar.
Oysa ki günümüzde yapılan araştırmalarla yukarıdaki yargıların bir yanılsama olduğu anlaşılmaktadır. Örneğin; 12. yüzyıldan sonra Doğu'da ilmî gelişmenin 17. yüzyıla kadar devam ettiği tespit edilmektedir. Çünkü Bağdat'tan Endülüs'e uzanan klasik mekanların dışında İran, Azerbaycan, Türkistan, Anadolu, İstanbul gibi yerlerde birçok alim yetişmiştir. Nasiredden el-Tüsi, Kutbeddin Şirazi, İbn el-Şatır, Uluğ Bey, Giyaseddin Kaşi, Ali Kuşçu, Kadızade Rumi, Mirim Çelebi, Takiyuddin Rasıd, Davut el-Antaki vs. hep 12. yüzyıl sonrası bilim adamlarıdır (Büyük Cihaddan Frenk Fodulluğuna, İletişim Yayınları, Ekmeledin İhsanoğlu, sy. 18).
Sadece "Osmanlı bilimi" hakkında fikir vermesi için baktığımızda Avrupalı astronom Brahe'nin kullandığı aletler ile Takiyuddin'in cihazları büyük bir benzerlik göstermektedir. Ayrıca açı ölçümünde Batılılar kiriş kullanımını esas kabul ederken Takiyuddin İslam astronomi geleneğine uyarak trigonemetriyi kullanmıştır (A.g.e., sy. 32).
Osmanlıların Avrupa'da Rönesans olurken hiç haberdar olmadığı fikri de gerçekle örtüşmemektedir. İslam dünyası Rönesans bilimiyle ilk olarak Zigetvarlı İbrahim Efendi'nin Kopernik astronomisiyle ilgili çevirisiyle 1660-1664 yıllarında tanışmıştır. Coğrafi keşiflerle ilgili olarak 1583'de Sultan III. Murad'a tercüme eserler sunulmuştur. 1640'da Paris'te basılan bir kitap 1660'da İstanbul'da eleştirici bir gözle okunabilmektedir ve Batı'nın bilim sahasındaki üstünlüğü hemen kesin gözüyle kabul edilmektedir (A.g.e., sy. 152).
Yani Osmanlı, Avrupa'da neler olup bittiğini bilmekte ve herhangi bir komplekse girmeden izleyerek kendisi için gerekeni almaktadır. Avrupa bilimini alırken seçicidir ve 19. yüzyıla kadar ezik değildir.
O halde neden geri kaldık, sorusuna cevap vermek zorundayız:
Avrupa'da Rönesans olurken, Osmanlı bir arayışta değildi, kurumları kendileri için yeterliydi. Ortaya çıkan problemler konusunda temel çözümler bulabilmelerine elveriyordu ve eğitim sistemleri tamamen bu amaca uygun olarak düzenlenmişti. Bu sebeple çağdaş Avrupa ülkelerinin bilimine asırlarca ihtiyaç duymadılar. Bununla birlikte kendine yeterlilik Osmanlılar'ın kendilerinde olmayan ama gerekli gördükleri yenilikleri Batı'dan almalarına engel oluşturmadı. (A.g.e., sy. 202).
Ta ki 18. yüzyıla kadar. Çünkü artık Avrupa ile Osmanlı arasında gitikçe büyüyen bir fark vardır. Ama asıl sorunun adı bilgiyi transfer eden ama "bilim üretemeyen" bir toplumdur son dönem Osmanlı toplumu.
Peki "bu topraklarda" bilim üretmek kolay olsaydı geçen 300 yıldan sonra bugün yine aynı hatayı yapar mıydık düşünmek lazım vesselam.
Cumhuriyet tarihimizde tefekkür tembeli birçok aydınımızın bazı yargıları vardır. Örneğin;
* İslam tarihinde ilk beş asır "altın çağ" olarak kabul edilir. Bağdat'ın 1258'de Moğollar tarafından istilasıyla Şark dünyası fikrî yönden gerilemiş ve Türk sülalelerinin hakimiyet döneminde karanlıklara girmiştir.
* Osmanlı İmparatorluğu Batı'da Rönesans olurken Avrupa'dan hiç haberdar olmamış tabiri caizse uyumuştur.
* Matbaa gericilerin yüzünden Osmanlı'ya çok geç intikal etmiştir. Vs. vs...
Bu görüşlerin önemli bir kısmı bilim tarihinin öncü kurucusu olan George Sarton'un temel fikirleridir. Genellikle 19. yüzyılda vücud bulan -Avrupa merkeziyetçi- bilim anlayışı zaten uygarlık tarihini Antik Yunan'dan başlatır. İnsanlığın, sahip bulunduğu mevcut düzeyi Batı'ya borçlu olduğunu öne sürer ve kendinden başka medeniyetleri de önemsemez. Bu yüzdendir ki İngilizler Hindistan'a, İtalyanlar Libya'ya, Fransızlar Cezayir'e, İspanyollar Yeni Dünyaya hep ama hep medeniyet (!) götürmüşlerdir. Sömürgeciliklerinin mantığını böyle izah ederler. Dünya Beyaz Adama muhtaçtır. Hatta meşhur yazar Rudyard Kipling İngliz emperyalizminin edebiyatını yapar.
Oysa ki günümüzde yapılan araştırmalarla yukarıdaki yargıların bir yanılsama olduğu anlaşılmaktadır. Örneğin; 12. yüzyıldan sonra Doğu'da ilmî gelişmenin 17. yüzyıla kadar devam ettiği tespit edilmektedir. Çünkü Bağdat'tan Endülüs'e uzanan klasik mekanların dışında İran, Azerbaycan, Türkistan, Anadolu, İstanbul gibi yerlerde birçok alim yetişmiştir. Nasiredden el-Tüsi, Kutbeddin Şirazi, İbn el-Şatır, Uluğ Bey, Giyaseddin Kaşi, Ali Kuşçu, Kadızade Rumi, Mirim Çelebi, Takiyuddin Rasıd, Davut el-Antaki vs. hep 12. yüzyıl sonrası bilim adamlarıdır (Büyük Cihaddan Frenk Fodulluğuna, İletişim Yayınları, Ekmeledin İhsanoğlu, sy. 18).
Sadece "Osmanlı bilimi" hakkında fikir vermesi için baktığımızda Avrupalı astronom Brahe'nin kullandığı aletler ile Takiyuddin'in cihazları büyük bir benzerlik göstermektedir. Ayrıca açı ölçümünde Batılılar kiriş kullanımını esas kabul ederken Takiyuddin İslam astronomi geleneğine uyarak trigonemetriyi kullanmıştır (A.g.e., sy. 32).
Osmanlıların Avrupa'da Rönesans olurken hiç haberdar olmadığı fikri de gerçekle örtüşmemektedir. İslam dünyası Rönesans bilimiyle ilk olarak Zigetvarlı İbrahim Efendi'nin Kopernik astronomisiyle ilgili çevirisiyle 1660-1664 yıllarında tanışmıştır. Coğrafi keşiflerle ilgili olarak 1583'de Sultan III. Murad'a tercüme eserler sunulmuştur. 1640'da Paris'te basılan bir kitap 1660'da İstanbul'da eleştirici bir gözle okunabilmektedir ve Batı'nın bilim sahasındaki üstünlüğü hemen kesin gözüyle kabul edilmektedir (A.g.e., sy. 152).
Yani Osmanlı, Avrupa'da neler olup bittiğini bilmekte ve herhangi bir komplekse girmeden izleyerek kendisi için gerekeni almaktadır. Avrupa bilimini alırken seçicidir ve 19. yüzyıla kadar ezik değildir.
O halde neden geri kaldık, sorusuna cevap vermek zorundayız:
Avrupa'da Rönesans olurken, Osmanlı bir arayışta değildi, kurumları kendileri için yeterliydi. Ortaya çıkan problemler konusunda temel çözümler bulabilmelerine elveriyordu ve eğitim sistemleri tamamen bu amaca uygun olarak düzenlenmişti. Bu sebeple çağdaş Avrupa ülkelerinin bilimine asırlarca ihtiyaç duymadılar. Bununla birlikte kendine yeterlilik Osmanlılar'ın kendilerinde olmayan ama gerekli gördükleri yenilikleri Batı'dan almalarına engel oluşturmadı. (A.g.e., sy. 202).
Ta ki 18. yüzyıla kadar. Çünkü artık Avrupa ile Osmanlı arasında gitikçe büyüyen bir fark vardır. Ama asıl sorunun adı bilgiyi transfer eden ama "bilim üretemeyen" bir toplumdur son dönem Osmanlı toplumu.
Peki "bu topraklarda" bilim üretmek kolay olsaydı geçen 300 yıldan sonra bugün yine aynı hatayı yapar mıydık düşünmek lazım vesselam.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.