Mehmet MARUF
Oldum olası bir kitabı okurken, bu kadar kelimenin, bu kadar sayfanın sonuçta bizi nereye götüreceğini merak ederim. Eğer yazar bir şeyleri yazmaya değer görüyorsa, bunu kâh olayların içinde satır aralarında verirken, kâh kahramanlara hislerini tercüman ettirirken, ya da konuyu direkt düşüncelerine yer vererek izah ederken acaba okuyucu asıl denmesi gerekenin ne kadarını anlar?
Bu sorular aşağı yukarı okunan her kitapta aklımızda dolaşırken aslında sanat adına ortaya konan bütün eserlerde bu kaygı ortaklaşır. Problem sanatçının ufkunu yakalayabilme çabasıdır. Onunla eser paydasında buluşup aynı dili telaffuz ettiğimizin ayırdına vardığımız zaman maksat hasıl olur. Ki bu çoğu zaman sanatçının fikriyatıyla örtüşmek manasına da gelmeyebilir. Eğer önümüzde bulunan eserde bizden bir şeyler bulabiliyorsak kendi dünyamızın renklerini, motiflerini biraz kırılmayla bile olsa farkedebiliyorsak, yani eser insanlığımızı bize hissettiriyorsa sanat amacına ulaşmış demektir.
Kleinbaum'un "Ölü Ozanlar Derneği" isimli romanının kahramanı Bay Keating, yazarla okuyucu (eser-sanatsever) arasındaki bağıntıyı anlamada önemli ipuçları gösteriyor. Daha önceleri filmi de çekilen romanın öyküsü, dinî geleneğe uygun eğitim veren bir akademide geçiyor. Eğitiminde onur, disiplin, gelenek ve yetkinliği temel ilke edinen okulda bütün öğretmenler klasik yöntemi tercih ederken İngilizce öğretmeni Bay Keating öğrenciye farklı bir yaklaşım içindedir. Bir yandan yaşları 16-17 olan çocukların ergenlikten kaynaklanan problemlerini çözmek yerine çözüm yollarını göstererek yardımcı olurken, diğer yandan kişilik kazandırma gayretindedir. Amacı özgür düşünen bireyler oluşturmaktır. Sonuçta bu çabaları tehlikeli bulunur ve okuldan uzaklaştırılır. Fakat öğrencilerin zihninde istenen yankıyı oluşturmuştur.
Bay Keating'i ele alırken onun iki yönü öne çıkıyor. Bunlardan ilki; yani eğitimciliğinden kaynaklanan pedagojik yönü takdire değer. Bulundukları çağın etkisiyle özgüven zaafiyeti geçiren, bazen karamsar ve içekapanık bazen otoriteye karşı gelen gençlere cesaret ve güven telkin etmesi bu açıdan önem taşıyor.
İngilizce öğretmeninin diğer yönü ise kişiliği ve hayat görüşü. Öğrencilerine sürekli olarak hayatı ertelememelerini bugünü yaşamalarını öğütleyen Bay Keating; inançlarla ve derslerle, aileler ve gelenekler yüzünden, gereğinden fazla ilgilenildiğinden şikayetçidir. Onun isteği öğrencinin önyargılardan, alışkanlıklardan soyutlanması, her zaman yeni bir bakış açısı bulmaya gayret etmesidir.
Yazar romanında İngilizce öğretmeniyle beraber birçok özgürlükçü şairi konuşturur, özgürlük hareketinin öncülerinden David Thoreau'yu över. Bütün bunlar kulağa hoş gelir, fakat problem eğitim yöntemiyle ilgilidir.
Bireyin bir konuyu ele alıp değerlendirmesinden önce onun elinde doğruyu ya da yanlışı ayırdedecek ölçüleri olmalıdır. Ona gerekli kriterler verilirse doğru değerlendirme yapabilir. Yoksa özgürlük adına bir delikanlının önüne bazı seçenekler koyup seçmesini istersek seçim şuurlu yapılmış olamaz. O halde şunu bilmemiz gerekir ki eğitimde bile olsa tarafsızlık diye bir şey yoktur. Mesele gence doğruları öğretip fikrî olgunluğa ulaştırmak sonra öğrendiklerini sorgulayacak yöntemi ve özgür düşünceyi ona sunmaktır ki bildiklerinin gücüne inansın. Sadece kendi doğrularını öğretip eleştiriyi yasaklamak beyin yıkamakla eşdeğerken, hiçbir şey öğretmeden doğru karar vermesini beklemek de saflıktır.
Böylece yazarın Bay Keating'i konuştururken söylediklerinden ziyade söylemedikleri önem kazanıyor ve kitabın ister istemez bir arka planı ortaya çıkıyor. Okuyucu; öğretmeni özgürlük savaşçısı okulu ve aileleri tutucu olarak nitelendirmeden önce yazarın anafikrini iyi anlamak zorunda. Özgürlük tabiî ki çok önemlidir ama eğitim önce doğruları öğretmeyi gerekli kılar. Yanlışlardan doğruya varmak ise çok zaman alır.
Durum böyle olunca biz de düşünüyoruz acaba okul Bay Keating'i uzaklaştırmakta haklı mıydı diye?
Oldum olası bir kitabı okurken, bu kadar kelimenin, bu kadar sayfanın sonuçta bizi nereye götüreceğini merak ederim. Eğer yazar bir şeyleri yazmaya değer görüyorsa, bunu kâh olayların içinde satır aralarında verirken, kâh kahramanlara hislerini tercüman ettirirken, ya da konuyu direkt düşüncelerine yer vererek izah ederken acaba okuyucu asıl denmesi gerekenin ne kadarını anlar?
Bu sorular aşağı yukarı okunan her kitapta aklımızda dolaşırken aslında sanat adına ortaya konan bütün eserlerde bu kaygı ortaklaşır. Problem sanatçının ufkunu yakalayabilme çabasıdır. Onunla eser paydasında buluşup aynı dili telaffuz ettiğimizin ayırdına vardığımız zaman maksat hasıl olur. Ki bu çoğu zaman sanatçının fikriyatıyla örtüşmek manasına da gelmeyebilir. Eğer önümüzde bulunan eserde bizden bir şeyler bulabiliyorsak kendi dünyamızın renklerini, motiflerini biraz kırılmayla bile olsa farkedebiliyorsak, yani eser insanlığımızı bize hissettiriyorsa sanat amacına ulaşmış demektir.
Kleinbaum'un "Ölü Ozanlar Derneği" isimli romanının kahramanı Bay Keating, yazarla okuyucu (eser-sanatsever) arasındaki bağıntıyı anlamada önemli ipuçları gösteriyor. Daha önceleri filmi de çekilen romanın öyküsü, dinî geleneğe uygun eğitim veren bir akademide geçiyor. Eğitiminde onur, disiplin, gelenek ve yetkinliği temel ilke edinen okulda bütün öğretmenler klasik yöntemi tercih ederken İngilizce öğretmeni Bay Keating öğrenciye farklı bir yaklaşım içindedir. Bir yandan yaşları 16-17 olan çocukların ergenlikten kaynaklanan problemlerini çözmek yerine çözüm yollarını göstererek yardımcı olurken, diğer yandan kişilik kazandırma gayretindedir. Amacı özgür düşünen bireyler oluşturmaktır. Sonuçta bu çabaları tehlikeli bulunur ve okuldan uzaklaştırılır. Fakat öğrencilerin zihninde istenen yankıyı oluşturmuştur.
Bay Keating'i ele alırken onun iki yönü öne çıkıyor. Bunlardan ilki; yani eğitimciliğinden kaynaklanan pedagojik yönü takdire değer. Bulundukları çağın etkisiyle özgüven zaafiyeti geçiren, bazen karamsar ve içekapanık bazen otoriteye karşı gelen gençlere cesaret ve güven telkin etmesi bu açıdan önem taşıyor.
İngilizce öğretmeninin diğer yönü ise kişiliği ve hayat görüşü. Öğrencilerine sürekli olarak hayatı ertelememelerini bugünü yaşamalarını öğütleyen Bay Keating; inançlarla ve derslerle, aileler ve gelenekler yüzünden, gereğinden fazla ilgilenildiğinden şikayetçidir. Onun isteği öğrencinin önyargılardan, alışkanlıklardan soyutlanması, her zaman yeni bir bakış açısı bulmaya gayret etmesidir.
Yazar romanında İngilizce öğretmeniyle beraber birçok özgürlükçü şairi konuşturur, özgürlük hareketinin öncülerinden David Thoreau'yu över. Bütün bunlar kulağa hoş gelir, fakat problem eğitim yöntemiyle ilgilidir.
Bireyin bir konuyu ele alıp değerlendirmesinden önce onun elinde doğruyu ya da yanlışı ayırdedecek ölçüleri olmalıdır. Ona gerekli kriterler verilirse doğru değerlendirme yapabilir. Yoksa özgürlük adına bir delikanlının önüne bazı seçenekler koyup seçmesini istersek seçim şuurlu yapılmış olamaz. O halde şunu bilmemiz gerekir ki eğitimde bile olsa tarafsızlık diye bir şey yoktur. Mesele gence doğruları öğretip fikrî olgunluğa ulaştırmak sonra öğrendiklerini sorgulayacak yöntemi ve özgür düşünceyi ona sunmaktır ki bildiklerinin gücüne inansın. Sadece kendi doğrularını öğretip eleştiriyi yasaklamak beyin yıkamakla eşdeğerken, hiçbir şey öğretmeden doğru karar vermesini beklemek de saflıktır.
Böylece yazarın Bay Keating'i konuştururken söylediklerinden ziyade söylemedikleri önem kazanıyor ve kitabın ister istemez bir arka planı ortaya çıkıyor. Okuyucu; öğretmeni özgürlük savaşçısı okulu ve aileleri tutucu olarak nitelendirmeden önce yazarın anafikrini iyi anlamak zorunda. Özgürlük tabiî ki çok önemlidir ama eğitim önce doğruları öğretmeyi gerekli kılar. Yanlışlardan doğruya varmak ise çok zaman alır.
Durum böyle olunca biz de düşünüyoruz acaba okul Bay Keating'i uzaklaştırmakta haklı mıydı diye?
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.