Mihrapları ehline vermek
Hafız Yaşar’ın hatıratından devam edelim: “Büyük Atatürk birçok vesilelerle şöyle demiştir: ‘Mukaddes mihrabı cehlin elinden alıp, ehlinin eline vermek zamanı gelmiştir'
18.12.2022 08:41:00





Hafız Yaşar'ın hatıratından devam edelim: "Büyük Atatürk birçok vesilelerle şöyle demiştir:
'Mukaddes mihrabı cehlin elinden alıp, ehlinin eline vermek zamanı gelmiştir.'
Bunu, din davranışlarına daima düstur yapmışlardır.
O, camileri ibadet için olduğu kadar; düşünmek, meşveret etmek içinde birer mukaddes yer olarak telakki ederdi."
Nazif Külünk, sabık Beykoz imamından dinlediği bir hatırayı nakleder. Bu hatıra, mihrabı ehline vermek isteyen Atatürk'ün hassasiyetini anlatır:
"Bir hafta kadar kalmak üzere Ankara'ya eniştemin yanına gitmiştim. İlk gece bazı komşular ziyaretime geldiler. Bir ara kapı çalındı ve içeriye beyaz top sakallı, yaşlı bir adam girdi. Bu nurani yüzlü ihtiyarı, eniştem takdim etti: 'Sabık Beykoz imamı Hafız Efendi.'
Hafızın meclise katılmasıyla konuşmamız dinî konulara döküldü. Tarihî büyük adamların din inanışlarından bahsediyordu.
Hafız Efendi şöyle dedi: Sıra gelmişken sizlere bütün ömrümce unutamayacağım bir hatıramı anlatayım da dinleyiniz. Büyük inkılapların birbirini takip ettiği günlerdi. Ben o zaman Beykoz Camii'nde imamlık yapıyordum. Sarıkların yalnız vazife başında sarılacağı bildirildiği için camiden çıkınca şapka giyiyorduk.
Bir ikindi vakti iskelenin yanındaki kahvede oturuyordum. Bir an kahvenin önünde birkaç otomobil birden durdu.
En önde duran otomobilden, o zamana kadar karşılaşmamış olduğum fakat görür görmez tanıdığım Atatürk çıktı.
Sevincimden şaşkına dönmüştüm. Onun geldiği haberi o kadar çabuk yayılmıştı ki, bütün Beykozlular bir an içende etrafını sardılar. Ben de kendimi toplayarak kalabalığın arasına karıştım.
Onu çok yakından görebilmek için çok yakınlarına kadar yanaştım. Halkın sevinç nidaları uğultu halinde yükseliyor ve herkes biraz daha ileriye yaklaşmaya çalışıyordu.
Atatürk, etrafına baktıktan sonra halkı sükûta davet ettikten sonra şöyle dedi: 'Beykoz imamı burada mı, gelsin de konuşalım.'
Zaten tam karşısındaydım. Kalabalıktan ayrılarak ileriye çıktım ve şöyle dedim: 'Buyur Paşam, konuşalım.'
Atatürk, sol avucumda duran üzümleri bana göstererek şöyle sordu: 'Hoca, bu helal de bunun suyu niçin haram, bize anlatsana.'
Birden bire şaşırmıştım. Bu güç suale ben nereden cevap bulacaktım. Bir müddet düşündüm. Aklıma bir şey gelmiyordu. Allah'tan imdat bekliyordum. Bir ara nasıl oldu, bilmem, aklıma gelen bir cümle dudaklarımdan döküldü: 'Paşam, karın sana helal de kızın niçin haram?'
Atatürk, bu sözümü işitince hafifçe gülümseyerek yüzüme baktı ve başını sallayarak şöyle dedi: 'Hoca sen âlimsin, ben softaları arıyorum. Yarın saraya gel de seninle konuşalım.'
Ertesi gün saraya gittim. Beni karşısına oturttu; saatlerce bana Kur'an'dan ayetler okutarak kendisi tefsir etti."
Çanakkale zaferinin Mustafa Kemal Paşa için ayrı bir önemi olduğu malumdur. Hani Mustafa Kemal'e "dinsiz, inanmaz" diyorlar ya, O'nun Çanakkale'de şehit olanlar için her yıl Mevlid okuttuğuna ne diyecekler?
Hafız Yaşar, anılarında Çanakkale Mehmet Çavuş abidesinde okunan büyük Mevlid'i yazar:
"Sene 1932...
Her sene Çanakkale şehitlerimiz için okunan Mevlid-i Şerif'te İstanbul'un mümtaz hafızları bulunmaktaydı.
O sene Atatürk'ün emriyle şehit Mehmet Çavuş abidesi önünde okunması muvafık görüldüğünden beni huzurlarına çağırdı. Bu seneki merasime riyaset etmemi söyledi ve İstanbul Müftüsü Hafız Fehmi Efendi'ye de Dolmabahçe Sarayı'ndan telefonla bildirilmişti.
Hareketimizden bir gün evvel bu emri alıp, tanzim ederek akşam saat altı buçukta Galata rıhtımına yanaşmış olan Gülcemal vapuruna gittim. Vapurun salonunda İstanbul'un mümtaz hafızlarından Sadettin Kaynak, Süleymaniye baş müezzini Hafız Kemal, Beşiktaşlı Rıza, Sultan Selimli Rıza, Beylerbeyli Fahri, Aşir, Muallim Nuri, Hafız Burhan, Hasan Akkuş, vaiz Aksaraylı Cemal Bey'lerle karşılaştım.
Akşam saat yediye doğru Galata rıhtımından ayrılan Gülcemal vapuru hınca hınç doluydu. Kamaralar da evvelden tutulmuş.
O kadar kalabalık ki, mevlidhanların bazıları güvertede sabahı ettiler.
Gece yatsı namazından sonra vapurun salonunda iki hatm-i şerif ve bir mevlid okundu. Altı hafızdan mürekkep bir heyet tarafından vapurun kaptan güvertesinde okunan salâ ve tekbir sedaları semaya yükseliyordu.
Sabah saat dokuzda motörlerle Gelibolu'ya çıkıldı. Kadın, erkek geniş bir kalabalık bizi karşıladı. Tahsis olunan otomobillerle Mehmet Çavuş abidesine gidildi.
Açık bir ovadayız. Zümrüt gibi yeşillik. Her taraf bayraklarla donatılmış ve misafirlere mahsus defne dallarıyla süslenmiş çardaklar yapılmış, ovanın ortasına kırmızı şanlı sancağımıza sarılmış bir kürsü vazolunmuştu.
On hafızdan mürekkep bir heyet kürsünün etrafında toplandı. Hep bir ağızdan tekbir alındı, arkasında tevşih okundu. Sıra ile hafızlar kürsüye çıkıp Mevlid'i kıraat ediyorlardı.
Tam veladet-i Peygamberi okunacağı zaman İstanbul'dan beri merasime riyaset eden Müftü Hafız Fehmi Efendi'nin tensibiyle, 'Yaşar Bey buyurun, Veladet Bahri'ni siz okuyacaksınız' dediler.
Kürsüye çıktım, başladım okumaya, 'Bir acep nur kim güneş pervanesi' mısraına gelince bir fırtına koptu. Her taraf toz duman içinde kaldı.
Zaten epeydir kara bulutlarla kapalı gök, bütün bütün karardı. Arkasından bardaktan boşanırcasına bir yağmur başladı.
Kürsünün etrafında İlahi ve tevşih okuyan hafızlar koşarak çardak altlarına sığındılar. Meydanda kimse kalmadı fakat ben Mevlid'e devam ettim. Sırılsıklam olduğum halde kıpırdamadım.
Beş dakika sonra yağmur dindi, hava açıldı. Her taraf güneş içinde idi. O zümrüt yeşil ovada şehitlerimizin kokuları esmeye başladı. Mevlid de hitama erdi.
Hatm-i şerifler kıraat edildikten sonra İstanbul Müftüsü Hafız Fehmi Efendi tarafından yapılan beliğ ve veciz bir dua ile merasim hitam buldu. Bundan sonra şehitlerimizin kabirleri ziyaret edildi. Ve nutuklar irad olundu.
Tahsis edilen otomobillere binilerek Gelibolu'ya geldik. Motorla Çanakkale açıklarında hazır bulunan Gülcemal vapuruna binerek akşam üstüne doğru İstanbul'a döndük.
Ertesi akşam Dolmabahçe Sarayı'na gittim. Atam'ın huzurlarına kabul edildim.
Çanakkale merasiminin tafsilatını verirken bu fırtına bahsine gelince, Atatürk o yağmura ve rüzgara rağmen Mevlid'e devam edişime o kadar mütehassis oldu ki hiç unutmam.
Elini tekrar tekrar masaya vurarak, 'Aferin hafızım, çok güzel yapmışsın, vazife başında iken taş yağsa insan yerinden kıpırdamaz' diye iltifatta bulundular." (Prof. Dr. Haydar Baş Hoş Geldin Atatürk eseri sh: 599)
'Mukaddes mihrabı cehlin elinden alıp, ehlinin eline vermek zamanı gelmiştir.'
Bunu, din davranışlarına daima düstur yapmışlardır.
O, camileri ibadet için olduğu kadar; düşünmek, meşveret etmek içinde birer mukaddes yer olarak telakki ederdi."
Nazif Külünk, sabık Beykoz imamından dinlediği bir hatırayı nakleder. Bu hatıra, mihrabı ehline vermek isteyen Atatürk'ün hassasiyetini anlatır:
"Bir hafta kadar kalmak üzere Ankara'ya eniştemin yanına gitmiştim. İlk gece bazı komşular ziyaretime geldiler. Bir ara kapı çalındı ve içeriye beyaz top sakallı, yaşlı bir adam girdi. Bu nurani yüzlü ihtiyarı, eniştem takdim etti: 'Sabık Beykoz imamı Hafız Efendi.'
Hafızın meclise katılmasıyla konuşmamız dinî konulara döküldü. Tarihî büyük adamların din inanışlarından bahsediyordu.
Hafız Efendi şöyle dedi: Sıra gelmişken sizlere bütün ömrümce unutamayacağım bir hatıramı anlatayım da dinleyiniz. Büyük inkılapların birbirini takip ettiği günlerdi. Ben o zaman Beykoz Camii'nde imamlık yapıyordum. Sarıkların yalnız vazife başında sarılacağı bildirildiği için camiden çıkınca şapka giyiyorduk.
Bir ikindi vakti iskelenin yanındaki kahvede oturuyordum. Bir an kahvenin önünde birkaç otomobil birden durdu.
En önde duran otomobilden, o zamana kadar karşılaşmamış olduğum fakat görür görmez tanıdığım Atatürk çıktı.
Sevincimden şaşkına dönmüştüm. Onun geldiği haberi o kadar çabuk yayılmıştı ki, bütün Beykozlular bir an içende etrafını sardılar. Ben de kendimi toplayarak kalabalığın arasına karıştım.
Onu çok yakından görebilmek için çok yakınlarına kadar yanaştım. Halkın sevinç nidaları uğultu halinde yükseliyor ve herkes biraz daha ileriye yaklaşmaya çalışıyordu.
Atatürk, etrafına baktıktan sonra halkı sükûta davet ettikten sonra şöyle dedi: 'Beykoz imamı burada mı, gelsin de konuşalım.'
Zaten tam karşısındaydım. Kalabalıktan ayrılarak ileriye çıktım ve şöyle dedim: 'Buyur Paşam, konuşalım.'
Atatürk, sol avucumda duran üzümleri bana göstererek şöyle sordu: 'Hoca, bu helal de bunun suyu niçin haram, bize anlatsana.'
Birden bire şaşırmıştım. Bu güç suale ben nereden cevap bulacaktım. Bir müddet düşündüm. Aklıma bir şey gelmiyordu. Allah'tan imdat bekliyordum. Bir ara nasıl oldu, bilmem, aklıma gelen bir cümle dudaklarımdan döküldü: 'Paşam, karın sana helal de kızın niçin haram?'
Atatürk, bu sözümü işitince hafifçe gülümseyerek yüzüme baktı ve başını sallayarak şöyle dedi: 'Hoca sen âlimsin, ben softaları arıyorum. Yarın saraya gel de seninle konuşalım.'
Ertesi gün saraya gittim. Beni karşısına oturttu; saatlerce bana Kur'an'dan ayetler okutarak kendisi tefsir etti."
Çanakkale zaferinin Mustafa Kemal Paşa için ayrı bir önemi olduğu malumdur. Hani Mustafa Kemal'e "dinsiz, inanmaz" diyorlar ya, O'nun Çanakkale'de şehit olanlar için her yıl Mevlid okuttuğuna ne diyecekler?
Hafız Yaşar, anılarında Çanakkale Mehmet Çavuş abidesinde okunan büyük Mevlid'i yazar:
"Sene 1932...
Her sene Çanakkale şehitlerimiz için okunan Mevlid-i Şerif'te İstanbul'un mümtaz hafızları bulunmaktaydı.
O sene Atatürk'ün emriyle şehit Mehmet Çavuş abidesi önünde okunması muvafık görüldüğünden beni huzurlarına çağırdı. Bu seneki merasime riyaset etmemi söyledi ve İstanbul Müftüsü Hafız Fehmi Efendi'ye de Dolmabahçe Sarayı'ndan telefonla bildirilmişti.
Hareketimizden bir gün evvel bu emri alıp, tanzim ederek akşam saat altı buçukta Galata rıhtımına yanaşmış olan Gülcemal vapuruna gittim. Vapurun salonunda İstanbul'un mümtaz hafızlarından Sadettin Kaynak, Süleymaniye baş müezzini Hafız Kemal, Beşiktaşlı Rıza, Sultan Selimli Rıza, Beylerbeyli Fahri, Aşir, Muallim Nuri, Hafız Burhan, Hasan Akkuş, vaiz Aksaraylı Cemal Bey'lerle karşılaştım.
Akşam saat yediye doğru Galata rıhtımından ayrılan Gülcemal vapuru hınca hınç doluydu. Kamaralar da evvelden tutulmuş.
O kadar kalabalık ki, mevlidhanların bazıları güvertede sabahı ettiler.
Gece yatsı namazından sonra vapurun salonunda iki hatm-i şerif ve bir mevlid okundu. Altı hafızdan mürekkep bir heyet tarafından vapurun kaptan güvertesinde okunan salâ ve tekbir sedaları semaya yükseliyordu.
Sabah saat dokuzda motörlerle Gelibolu'ya çıkıldı. Kadın, erkek geniş bir kalabalık bizi karşıladı. Tahsis olunan otomobillerle Mehmet Çavuş abidesine gidildi.
Açık bir ovadayız. Zümrüt gibi yeşillik. Her taraf bayraklarla donatılmış ve misafirlere mahsus defne dallarıyla süslenmiş çardaklar yapılmış, ovanın ortasına kırmızı şanlı sancağımıza sarılmış bir kürsü vazolunmuştu.
On hafızdan mürekkep bir heyet kürsünün etrafında toplandı. Hep bir ağızdan tekbir alındı, arkasında tevşih okundu. Sıra ile hafızlar kürsüye çıkıp Mevlid'i kıraat ediyorlardı.
Tam veladet-i Peygamberi okunacağı zaman İstanbul'dan beri merasime riyaset eden Müftü Hafız Fehmi Efendi'nin tensibiyle, 'Yaşar Bey buyurun, Veladet Bahri'ni siz okuyacaksınız' dediler.
Kürsüye çıktım, başladım okumaya, 'Bir acep nur kim güneş pervanesi' mısraına gelince bir fırtına koptu. Her taraf toz duman içinde kaldı.
Zaten epeydir kara bulutlarla kapalı gök, bütün bütün karardı. Arkasından bardaktan boşanırcasına bir yağmur başladı.
Kürsünün etrafında İlahi ve tevşih okuyan hafızlar koşarak çardak altlarına sığındılar. Meydanda kimse kalmadı fakat ben Mevlid'e devam ettim. Sırılsıklam olduğum halde kıpırdamadım.
Beş dakika sonra yağmur dindi, hava açıldı. Her taraf güneş içinde idi. O zümrüt yeşil ovada şehitlerimizin kokuları esmeye başladı. Mevlid de hitama erdi.
Hatm-i şerifler kıraat edildikten sonra İstanbul Müftüsü Hafız Fehmi Efendi tarafından yapılan beliğ ve veciz bir dua ile merasim hitam buldu. Bundan sonra şehitlerimizin kabirleri ziyaret edildi. Ve nutuklar irad olundu.
Tahsis edilen otomobillere binilerek Gelibolu'ya geldik. Motorla Çanakkale açıklarında hazır bulunan Gülcemal vapuruna binerek akşam üstüne doğru İstanbul'a döndük.
Ertesi akşam Dolmabahçe Sarayı'na gittim. Atam'ın huzurlarına kabul edildim.
Çanakkale merasiminin tafsilatını verirken bu fırtına bahsine gelince, Atatürk o yağmura ve rüzgara rağmen Mevlid'e devam edişime o kadar mütehassis oldu ki hiç unutmam.
Elini tekrar tekrar masaya vurarak, 'Aferin hafızım, çok güzel yapmışsın, vazife başında iken taş yağsa insan yerinden kıpırdamaz' diye iltifatta bulundular." (Prof. Dr. Haydar Baş Hoş Geldin Atatürk eseri sh: 599)
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.