Tebliğ hakkı ve hürriyeti
Bu kısımdaki hitabın, imparatorun tebaasına yapılmış olması da manidardır. Şöyle ki; aslında kendilerine kitap verilmiş olan ve teslis akîdesine dayalı bir dine mensup bulunan bu insanlar, gerçekte imparatoru bir efendi ve adetâ tanrı gibi kabul etmekteydiler. İşte, imparatorun köleleri durumundaki bu insanların onun huzurunda yalnızca Allah'ı efendi olarak kabul etmeye çağrılmaları, dahası imparatorun da aynı yola davet edilmesi tek ve gerçek hakimin ancak Cenâb-ı Hak olduğunun ifadesidir.
İslâm inancına göre; halkın başına hükümdar olan kimseler, kimsenin erişemediği bir ilâh, bir efendi konumunda değil, insanlar arasında Allah'ın hükümleriyle hükmeden ve Allah'ın koyduğu sınırların korunmasını sağlayan bir idareci durumundadır. Bu yönüyle düşünüldüğünde; onun da, diğer Müslümanlardan hiç bir farkı yoktur. Tek fark, daha önce de izah edildiği gibi üzerindeki sorumluluğun büyüklüğüdür.
"Şayet onlar sırtlarını dönüp, bundan kaçınacak olurlarsa şöyle deyiniz: Siz şahit olun ki, bizler (Allah'a) itaat edip teslim olan Müslümanlarız".
Mektubun sonunda, bu daveti kabul eden kitap sahiplerine hitaben; İslâm'a girmeyen ve kendilerine karşı çıkan kimselere karşı takınmaları gereken tavır belirleniyor ve bu daveti reddedenlere, Müslüman olmaktan kaçınanlara, iman ettiklerini ve Müslüman olduklarını açıkça söylemeleri emrediliyor. Bu emirde kâfirlerle, Müslümanların arasının kesin çizgilerle ayrılması ve mü'minlerin imanlarını ortaya koyması gerektiği mânâsı vardır.
Dâvet elçilerinde
görünen temel vasıflar
Resûlullah'ın her beldeye, o bölgenin dilini en iyi konuşabilen, o yöre halkını iyi tanıyan, âdetlerini bilen sahabileri seçip gönderdiğini görüyoruz. Burada, Müslümanın lisan öğrenmesinin, bilgi ve kültürünü arttırmasının faydaları açıktır. Lisan, insanlar arasında bir anlaşma yolu, bir iletişim aracıdır. İslâm'ı tebliğ etmede en etkili bir vasıtadır. Tebliğcide olması gereken ilk ve en önemli vasıflardan biri, dilini gayet iyi bilmesi ve iyi konuşmacı olmasıdır. Yalnız bununla kalmayıp, başka milletlerin lisanını da iyi sayılabilecek bir derecede öğrenmek ve bu sayede Allah'ın dinini, değişik ırklardan ve milletlerden insanlara anlatmak suretiyle tebliğinin sınırlarını genişletmek de, tebliğ yapan kimsenin özellikleri arasında olmalıdır. Çünkü başta da anlatıldığı gibi dil, dini anlatmak için bir araçtır. Başka bir deyişle dil, din içindir. Bu hakikati iyi kavramak ve bu etkili aracı, İslâm'ın yayılması ve değişik insanlara ulaşması yolunda kullanmak, Müslümanların vazifesi olmalıdır.
Tebliğcide bulunması gereken ikinci önemli bir özellik ise; dilini iyi bilmekle kalmayıp, dinini de çok iyi bilmesidir. Bunun için de; dinini her yönüyle yaşaması ve Resûlullah'ın buyurduğu gibi; "Allah'a teslim olmuş Müslümanlar"dan olması zaruridir. İslâm'ı serbestçe yaşayabilmek için, küçük bir Müslüman grupla Habeşistan'a göç eden Hz. Cafer'in, Necaşi'nin huzurunda yaptığı konuşma bu konuya güzel bir örnek teşkil eder. Dilini ve dinini gayet iyi bilen hem, güçlü bir hatip, hem de İslâm'ı yaşamayı ve yaşatmayı kendine gaye edinmiş, imanı kemâle ermiş bir Müslüman olan Hz. Cafer, Habeş Necaşisinin huzurunda şöyle bir konuşma yapmıştı: "Ey hükümdar! Biz cahiliyet üzere olan bir kavimdik. Putlara tapar, leş yer, fuhuş işlerdik. Akrabalara küser, komşuluk hakkına riayet etmezdik. Zayıf, kuvvetlinin esiriydi. Biz bu hâl üzere iken, Allah, içimizden bir Peygamber gönderdi. Nesebi ve asaleti, sadakat ve emaneti, şeref ve namuskârlığı hepimizce malumdur. O, bizi bir (olan) Allah'a davet ediyor. Atalarımızın tapınageldikleri putları, ağaç ve taş parçalarını terketmemizi söylüyor.
Bu kısımdaki hitabın, imparatorun tebaasına yapılmış olması da manidardır. Şöyle ki; aslında kendilerine kitap verilmiş olan ve teslis akîdesine dayalı bir dine mensup bulunan bu insanlar, gerçekte imparatoru bir efendi ve adetâ tanrı gibi kabul etmekteydiler. İşte, imparatorun köleleri durumundaki bu insanların onun huzurunda yalnızca Allah'ı efendi olarak kabul etmeye çağrılmaları, dahası imparatorun da aynı yola davet edilmesi tek ve gerçek hakimin ancak Cenâb-ı Hak olduğunun ifadesidir.
İslâm inancına göre; halkın başına hükümdar olan kimseler, kimsenin erişemediği bir ilâh, bir efendi konumunda değil, insanlar arasında Allah'ın hükümleriyle hükmeden ve Allah'ın koyduğu sınırların korunmasını sağlayan bir idareci durumundadır. Bu yönüyle düşünüldüğünde; onun da, diğer Müslümanlardan hiç bir farkı yoktur. Tek fark, daha önce de izah edildiği gibi üzerindeki sorumluluğun büyüklüğüdür.
"Şayet onlar sırtlarını dönüp, bundan kaçınacak olurlarsa şöyle deyiniz: Siz şahit olun ki, bizler (Allah'a) itaat edip teslim olan Müslümanlarız".
Mektubun sonunda, bu daveti kabul eden kitap sahiplerine hitaben; İslâm'a girmeyen ve kendilerine karşı çıkan kimselere karşı takınmaları gereken tavır belirleniyor ve bu daveti reddedenlere, Müslüman olmaktan kaçınanlara, iman ettiklerini ve Müslüman olduklarını açıkça söylemeleri emrediliyor. Bu emirde kâfirlerle, Müslümanların arasının kesin çizgilerle ayrılması ve mü'minlerin imanlarını ortaya koyması gerektiği mânâsı vardır.
Dâvet elçilerinde
görünen temel vasıflar
Resûlullah'ın her beldeye, o bölgenin dilini en iyi konuşabilen, o yöre halkını iyi tanıyan, âdetlerini bilen sahabileri seçip gönderdiğini görüyoruz. Burada, Müslümanın lisan öğrenmesinin, bilgi ve kültürünü arttırmasının faydaları açıktır. Lisan, insanlar arasında bir anlaşma yolu, bir iletişim aracıdır. İslâm'ı tebliğ etmede en etkili bir vasıtadır. Tebliğcide olması gereken ilk ve en önemli vasıflardan biri, dilini gayet iyi bilmesi ve iyi konuşmacı olmasıdır. Yalnız bununla kalmayıp, başka milletlerin lisanını da iyi sayılabilecek bir derecede öğrenmek ve bu sayede Allah'ın dinini, değişik ırklardan ve milletlerden insanlara anlatmak suretiyle tebliğinin sınırlarını genişletmek de, tebliğ yapan kimsenin özellikleri arasında olmalıdır. Çünkü başta da anlatıldığı gibi dil, dini anlatmak için bir araçtır. Başka bir deyişle dil, din içindir. Bu hakikati iyi kavramak ve bu etkili aracı, İslâm'ın yayılması ve değişik insanlara ulaşması yolunda kullanmak, Müslümanların vazifesi olmalıdır.
Tebliğcide bulunması gereken ikinci önemli bir özellik ise; dilini iyi bilmekle kalmayıp, dinini de çok iyi bilmesidir. Bunun için de; dinini her yönüyle yaşaması ve Resûlullah'ın buyurduğu gibi; "Allah'a teslim olmuş Müslümanlar"dan olması zaruridir. İslâm'ı serbestçe yaşayabilmek için, küçük bir Müslüman grupla Habeşistan'a göç eden Hz. Cafer'in, Necaşi'nin huzurunda yaptığı konuşma bu konuya güzel bir örnek teşkil eder. Dilini ve dinini gayet iyi bilen hem, güçlü bir hatip, hem de İslâm'ı yaşamayı ve yaşatmayı kendine gaye edinmiş, imanı kemâle ermiş bir Müslüman olan Hz. Cafer, Habeş Necaşisinin huzurunda şöyle bir konuşma yapmıştı: "Ey hükümdar! Biz cahiliyet üzere olan bir kavimdik. Putlara tapar, leş yer, fuhuş işlerdik. Akrabalara küser, komşuluk hakkına riayet etmezdik. Zayıf, kuvvetlinin esiriydi. Biz bu hâl üzere iken, Allah, içimizden bir Peygamber gönderdi. Nesebi ve asaleti, sadakat ve emaneti, şeref ve namuskârlığı hepimizce malumdur. O, bizi bir (olan) Allah'a davet ediyor. Atalarımızın tapınageldikleri putları, ağaç ve taş parçalarını terketmemizi söylüyor.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.