FASL-I MUHABBET / Ümit KAYAÇELEBİ
Birinci cihan harbinden mağlup ve perişan çıkmıştık. Düşmanların her gün biraz daha artan ihtiraslarına nasıl mani olunabilecekti? Aklı başında olan herkes bunu düşünüyor ve birbirine soruyordu:
-Bizi kim kurtaracak?
Evet bizi kim kurtaracak, bize kim kurtuluş yolunu gösterecekti. Nurani yüzlü ihtiyarlar ellerini semaya açarak Allah'a yalvarıyor, dua ediyorlardı.
-İlahi Yarabbi! Bize selamet yollarını göster!
Yıldırım Orduları Grubu Kumandanı Mustafa Kemal Paşa, mütarekenin beşinci günü Adana'ya davet ettiği 7. ordu kumandan vekiline aynen şunları söylemişti:
-Artık milletin bundan sonra kendi haklarını kendisinin araması ve müdafaa etmesi, bizlerin ise bu yolu göstermemiz ve bütün ordu ile beraber yardım etmemiz lâzımdır.
Galip devletlerin devamlı ısrarları ile 7 Kasım 1918'de yıldırım orduları grubu lağvedilmiş, Mustafa Kemal Paşa, Harbiye Nezareti emrine alınmıştı. Gazi Paşa İstanbul'a geldiği gün, yani 13 Kasım 1918'de itilaf devletlerine ait savaş gemilerinin limanda demirlemiş olduklarını gördü.
Halbuki biz bu donanmayı Çanakkale'den sokmamak için ne fedakârlıklara katlanmış, nice canlar, nice şehitler vermiştik. Mustafa Kemal'in gözlerinde yaşlar danelenmiş beraberinde bulunan yaverine dönerek:
-Geldikleri gibi giderler! demişti. Bu imkânsız gibi görülen iş nasıl başarılacak, düşman savaş gemileri İstanbul limanından nasıl çıkarılacaktı? Gazi Mustafa Kemal İstanbul'da yaptığı temaslarda Türk Milletinin mukadderatına el koyabilmek içi Anadolu'da ve ordunun başında bulunmak lâzım geldiğine daha kuvvetle kanaat getirmişti. Bu itibarla temaslarını sıklaştırmış, nihayet merkezi Erzurum'da bulunan 9'uncu ordu müfettişliğine kendisini tayin ettirmenin yolunu bulmuştu. Bu tayin Samsun ve havalisinde güya asayişsizlik ve kargaşalık olduğu, galip devletlerin bunu protesto ettikleri sırada yapılmıştı. Mustafa Kemal de aşayişi iade edecekti.
Mustafa Kemal bir yandan karargâhını teşkil ederken, diğer taraftan da yetkilerini genişletmeye çalışıyordu. 6 Mayıs'ta Meclis-i Vükela'da tasdik edilen talimatname ile görevinin yalnız askeri olmayıp, mülki olduğu da belirtilmişti. Mıntıkası içindeki askeri kıt'a ve birliklerden başka komşu vilayetlerde de emir verebilirdi!
15 Mayıs'ta İzmir'in Yunanlılar tarafından işgal edilmiş olması Mustafa Kemal'i bir an önce harekete geçmeye mecbur kılmıştı. Halbuki bazı yakın dostları şöyle bir haber getirmişlerdi: Ya İstanbul'dan hareketine müsaade edilmeyecek, veyahut bindiği vapur Karadeniz'de batırılacaktı. Haber doğru idi. Galip devletlerin İstanbul'daki fevkalade komiserleri, Çanakkale'de büyük ün kazanmış olan Anafartaların bu unutulmaz kahramanının atanmasını iyi karşılamamışlar ve teşebbüse geçmişlerdi. Ancak, Mustafa Kemal, kararlı ve azimliydi:
-Gideceğim, herşeye rağmen gideceğim.
Kabine azalarına veda etmek üzere Babıali'ye geldi. Nazırlar İzmir'in işgali ile hasıl olan acıklı durumu müzakere ediyorlardı. Hepsi üzgündü. Nazırlar paşanın etrafını aldılar:
-Ne yapmalıyız, diye soruyorlardı. Evet ne yapacaklardı? Mustafa Kemal Paşa:
-Celadet gösteriniz, dedi. Onların gösteremeyeceği ve gösteremediği celaleti Mustafa Kemal ve arkadaşları gösterecekti.
16 Mayıs'ta Cuma selamlığından sonra huzuru şahaneye kabul edildi. Sultan Vahidettin, boğaza hakim olan düşman donanmasını işaret ederek:
-Ben artık memleketi ve milleti nasıl kurtarmak lâzım geldiğini tasavvurda tereddüde düşer oluyorum, demişti.
Artık millet kendi kendisini kurtaracaktı. Fakat ona bir baş lazımdı. Bu baş Mustafa Kemal olacaktı. 16 Mayıs'ta İstanbul'dan hareket eden küçük Bandırma vapuru yoluna devam ediyordu. Vapurun güvertesinde parmaklıklara yaslanmış sarı saçlı, mavi gözlü genç bir paşa, Karadenizin birbirini kovalayan dalgalarının beyaz köpüklerini dalgın nazarlarla seyrediyordu. Yanına yaklaşan ordu Kurmay Başkanı Albay Kâzım Bey:
-İnşallah yarın Samsun'dayız, Paşam, dedi. Paşa başını kaldırdı:
-Evet yarın Samsun'dayız. Bir karaya çıksak, hiç durmadan Anadolu'nun içlerine kadar gideceğiz. Erzurum'a, Sivas'a belki'de Ankara'ya...
Kazım bey sordu:
-Af buyurunuz, 9. uncu ordu müfettişliği mıntıkası bendenize göre bu kadar geniş olmasa gerek.
Genç Paşanın gözlerinde bir şimşek çaktı:
-Artık mıntıka falan kalmadı, bir Samsun'a çıksak o zaman görürsün. Mıntıkamız bütün vatan olacaktır. Düşmanlarımız bu vatan evlatlarının nelere kadir olacaklarını görecektir, anlayacaklardır. Bu millet asil millettir, bu millet erkek millettir, bu milletin tarihi şanlar ve şerefler ile doludur. İşte bizi tanımayanların, tanımak istemeyenlerin yanıldıkları nokta bu. Böyle bir millet esarete boyun eğer mi?
19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktı. O günkü memleketin manzarası şuydu: Millet yorgun ve fakirdi. Ordularımız dağılmıştı. Galip devletler verdikleri sözde durmamışlar, Türk'ün yüksek olan haysiyetini ve izzet-i nefsini kırmakta beis görmemişlerdi.
Düşmanın savaş gemileri İstanbul boğazını doldurmuştu. Galip devletlerden biri Adana mıntıkasını, bir diğeri Urfa'yı, Maraş'ı ve Antep'i işgal etmiş, bir üçüncüsü askerlerini Antalya ve Konya'ya göndermişti. Güzel İzmir işgal altında inliyordu. Doğuda ve Karadenizde bir Rum devleti kurmak için girişilen faaliyetler artmıştı.
Her karış toprağını mübarek kanı ile sulamış ve sınırlarını kanı ile çizmiş bir millet esir olabilir miydi? Şehitler, gaziler, kahramanlar diyarının evlatları birden ayağa kalktılar. Ölüm yatağında sanılan aslan kükremişti. Mustafa Kemal, milli ihtilalin bayrağını eline aldı. Bütün husumet dünyasına karşı haykırdı:
-Bu millet, ölmez ve ölmeyecektir!
Bu haykırışta, ayağa kalkan bir milletin mukeddaratı vardı. Millet yedisinden yetmişine kadar seferber oldu. Mustafa Kemal'in etrafında birleşti. O, bizi muzaffer kıldı. Bu günkü hür ve müstakil Türkiye doğdu.
Paşanın sözü doğru çıkmıştı, düşman geldiği gibi gitmişti.
Birinci cihan harbinden mağlup ve perişan çıkmıştık. Düşmanların her gün biraz daha artan ihtiraslarına nasıl mani olunabilecekti? Aklı başında olan herkes bunu düşünüyor ve birbirine soruyordu:
-Bizi kim kurtaracak?
Evet bizi kim kurtaracak, bize kim kurtuluş yolunu gösterecekti. Nurani yüzlü ihtiyarlar ellerini semaya açarak Allah'a yalvarıyor, dua ediyorlardı.
-İlahi Yarabbi! Bize selamet yollarını göster!
Yıldırım Orduları Grubu Kumandanı Mustafa Kemal Paşa, mütarekenin beşinci günü Adana'ya davet ettiği 7. ordu kumandan vekiline aynen şunları söylemişti:
-Artık milletin bundan sonra kendi haklarını kendisinin araması ve müdafaa etmesi, bizlerin ise bu yolu göstermemiz ve bütün ordu ile beraber yardım etmemiz lâzımdır.
Galip devletlerin devamlı ısrarları ile 7 Kasım 1918'de yıldırım orduları grubu lağvedilmiş, Mustafa Kemal Paşa, Harbiye Nezareti emrine alınmıştı. Gazi Paşa İstanbul'a geldiği gün, yani 13 Kasım 1918'de itilaf devletlerine ait savaş gemilerinin limanda demirlemiş olduklarını gördü.
Halbuki biz bu donanmayı Çanakkale'den sokmamak için ne fedakârlıklara katlanmış, nice canlar, nice şehitler vermiştik. Mustafa Kemal'in gözlerinde yaşlar danelenmiş beraberinde bulunan yaverine dönerek:
-Geldikleri gibi giderler! demişti. Bu imkânsız gibi görülen iş nasıl başarılacak, düşman savaş gemileri İstanbul limanından nasıl çıkarılacaktı? Gazi Mustafa Kemal İstanbul'da yaptığı temaslarda Türk Milletinin mukadderatına el koyabilmek içi Anadolu'da ve ordunun başında bulunmak lâzım geldiğine daha kuvvetle kanaat getirmişti. Bu itibarla temaslarını sıklaştırmış, nihayet merkezi Erzurum'da bulunan 9'uncu ordu müfettişliğine kendisini tayin ettirmenin yolunu bulmuştu. Bu tayin Samsun ve havalisinde güya asayişsizlik ve kargaşalık olduğu, galip devletlerin bunu protesto ettikleri sırada yapılmıştı. Mustafa Kemal de aşayişi iade edecekti.
Mustafa Kemal bir yandan karargâhını teşkil ederken, diğer taraftan da yetkilerini genişletmeye çalışıyordu. 6 Mayıs'ta Meclis-i Vükela'da tasdik edilen talimatname ile görevinin yalnız askeri olmayıp, mülki olduğu da belirtilmişti. Mıntıkası içindeki askeri kıt'a ve birliklerden başka komşu vilayetlerde de emir verebilirdi!
15 Mayıs'ta İzmir'in Yunanlılar tarafından işgal edilmiş olması Mustafa Kemal'i bir an önce harekete geçmeye mecbur kılmıştı. Halbuki bazı yakın dostları şöyle bir haber getirmişlerdi: Ya İstanbul'dan hareketine müsaade edilmeyecek, veyahut bindiği vapur Karadeniz'de batırılacaktı. Haber doğru idi. Galip devletlerin İstanbul'daki fevkalade komiserleri, Çanakkale'de büyük ün kazanmış olan Anafartaların bu unutulmaz kahramanının atanmasını iyi karşılamamışlar ve teşebbüse geçmişlerdi. Ancak, Mustafa Kemal, kararlı ve azimliydi:
-Gideceğim, herşeye rağmen gideceğim.
Kabine azalarına veda etmek üzere Babıali'ye geldi. Nazırlar İzmir'in işgali ile hasıl olan acıklı durumu müzakere ediyorlardı. Hepsi üzgündü. Nazırlar paşanın etrafını aldılar:
-Ne yapmalıyız, diye soruyorlardı. Evet ne yapacaklardı? Mustafa Kemal Paşa:
-Celadet gösteriniz, dedi. Onların gösteremeyeceği ve gösteremediği celaleti Mustafa Kemal ve arkadaşları gösterecekti.
16 Mayıs'ta Cuma selamlığından sonra huzuru şahaneye kabul edildi. Sultan Vahidettin, boğaza hakim olan düşman donanmasını işaret ederek:
-Ben artık memleketi ve milleti nasıl kurtarmak lâzım geldiğini tasavvurda tereddüde düşer oluyorum, demişti.
Artık millet kendi kendisini kurtaracaktı. Fakat ona bir baş lazımdı. Bu baş Mustafa Kemal olacaktı. 16 Mayıs'ta İstanbul'dan hareket eden küçük Bandırma vapuru yoluna devam ediyordu. Vapurun güvertesinde parmaklıklara yaslanmış sarı saçlı, mavi gözlü genç bir paşa, Karadenizin birbirini kovalayan dalgalarının beyaz köpüklerini dalgın nazarlarla seyrediyordu. Yanına yaklaşan ordu Kurmay Başkanı Albay Kâzım Bey:
-İnşallah yarın Samsun'dayız, Paşam, dedi. Paşa başını kaldırdı:
-Evet yarın Samsun'dayız. Bir karaya çıksak, hiç durmadan Anadolu'nun içlerine kadar gideceğiz. Erzurum'a, Sivas'a belki'de Ankara'ya...
Kazım bey sordu:
-Af buyurunuz, 9. uncu ordu müfettişliği mıntıkası bendenize göre bu kadar geniş olmasa gerek.
Genç Paşanın gözlerinde bir şimşek çaktı:
-Artık mıntıka falan kalmadı, bir Samsun'a çıksak o zaman görürsün. Mıntıkamız bütün vatan olacaktır. Düşmanlarımız bu vatan evlatlarının nelere kadir olacaklarını görecektir, anlayacaklardır. Bu millet asil millettir, bu millet erkek millettir, bu milletin tarihi şanlar ve şerefler ile doludur. İşte bizi tanımayanların, tanımak istemeyenlerin yanıldıkları nokta bu. Böyle bir millet esarete boyun eğer mi?
19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktı. O günkü memleketin manzarası şuydu: Millet yorgun ve fakirdi. Ordularımız dağılmıştı. Galip devletler verdikleri sözde durmamışlar, Türk'ün yüksek olan haysiyetini ve izzet-i nefsini kırmakta beis görmemişlerdi.
Düşmanın savaş gemileri İstanbul boğazını doldurmuştu. Galip devletlerden biri Adana mıntıkasını, bir diğeri Urfa'yı, Maraş'ı ve Antep'i işgal etmiş, bir üçüncüsü askerlerini Antalya ve Konya'ya göndermişti. Güzel İzmir işgal altında inliyordu. Doğuda ve Karadenizde bir Rum devleti kurmak için girişilen faaliyetler artmıştı.
Her karış toprağını mübarek kanı ile sulamış ve sınırlarını kanı ile çizmiş bir millet esir olabilir miydi? Şehitler, gaziler, kahramanlar diyarının evlatları birden ayağa kalktılar. Ölüm yatağında sanılan aslan kükremişti. Mustafa Kemal, milli ihtilalin bayrağını eline aldı. Bütün husumet dünyasına karşı haykırdı:
-Bu millet, ölmez ve ölmeyecektir!
Bu haykırışta, ayağa kalkan bir milletin mukeddaratı vardı. Millet yedisinden yetmişine kadar seferber oldu. Mustafa Kemal'in etrafında birleşti. O, bizi muzaffer kıldı. Bu günkü hür ve müstakil Türkiye doğdu.
Paşanın sözü doğru çıkmıştı, düşman geldiği gibi gitmişti.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.