Son zamanlarda ekran ve gazete köşeleri “Vesileye” musallat oldu ve “Evliya” ile uğraşmaya başladı.
Yorum yazmayacak, kulaklarımızla dinlediğimiz bir hadiseyi anlatacağız. İki hafta kadar önce idi. Özel bir televizyonun sabah kuşağında, emekli bir müftü, canlı yayında, seyircilerin fıkıhla ilgili sorularını cevaplıyordu.
Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için tekrar başa dönmek üzere nakledeceklerimize ara verip, Ebu’l Hasan Harakanî(k.s) hakkında kısa bir bilgi aktarmak gerekiyor: Harakanî(k.s) Peygamber soyundan. Evliyanın büyüklerinden. Toprağın altında olmasına rağmen “tasarrufu” devam ettiğine şahit olunan bir zât. Selçukluların Anadolu’ya yerleşmesine katkı sağlamak için Kars’ın Yahinler Dağı’nda cihat ederken şehit oldu. Rabbimiz de kendi yolunda öldürülenler için “ölüler” demememiz gerektiğini, onların diri olduğunu, fakat bizim bilemeyeceğimizi beyan ediyor (Bakara, 154).
Bu kısa aradan sonra kaldığımız yerden devam edecek olursak…
Seyircilerinin fıkıhla ilgili sorularına cevap veren emekli müftümüze Almanya’dan yaşı hayli ilerlemiş olduğu anlaşılan bir beyefendi bağlandı. İsim de vererek gözyaşları içersinde televizyonlarda “evliya”ya ve “ölmüşlerimize Fatiha okumanın bir faydası olmadığını söyleyenlere” sitemlerini nazik bir üslupla saydı, saydı ve bakınız özetle neler söyledi:
“–Sayın Hocam! Sizlerin ellerinden öpüyorum. Ben uzun yıllardır, 1965’ten beri Almanya’da Alman makamları ile yabancılar arasında tercümanlık yaparak hayatımı kazandım. Size bir hadise anlatacağım. Yıl 1970’lerdi. Bir meselesi vesilesiyle Alman makamları ile arasında tercümanlık yaptığım bir Doktor Türkiye’de başından geçen bir hadiseyi anlattı.”
Tercüman amca hem anlatıyor hem ağlıyordu.
“– Karı koca doktor olan bu kişiler 1970’li yıllarda Urfa’dan otomobilleri ile İstanbul’a gelirken bir çamura saplanırlar. Hava soğuk ve pusludur. Çevrede yakın bir köy, bir ses, bir seda yoktur. Ne kadar uğraşsalar otomobillerini saplandığı bataktan çıkartamazlar. Çaresizlik içersinde Doktor beyin çocukken büyüklerinin konuşmalarından hafızasında kalan Abdülkadir Geylânî ismi ve evliyalardan yardım istendiğinde onların insanlara yardım ettiği hatırına gelir. Karı koca doktorlar ellerini açar, Abdülkadir Geylânî(k.s) ismi ile yardım isterler.”
Aradan on dakika yahut biraz fazla bir zaman geçer. Doktor bey olanları kendisine şöyle anlatır:
“– Biraz uzaktan, sislerin arasından bir köylü gözüktü. Yavaş yavaş yanımıza yaklaştı. Zayıfçaydı, sakalı vardı. Olup biteni sordu, anlattık. Arabaya el attı, biz de yardım ettik ve kolayca çıkarttık.”
Sonra şunlar olur: Otomobil saplandığı bataktan çıktıktan sonra Doktor Bey kendisine yardım eden şahsa teşekkür eder:
“– Amca sağ ol, Allah razı olsun. İsmini de bağışlar mısın?”
Kendilerine yardım eden köylü şaşırmış gibi Doktorun yüzüne bakar:
“– Hem ismen çağırıyorsun, hem ismimizi soruyorsun. Sonra bize niye müracaat ettin ki, daha yakınında Ebu’ul Hasan Harakanî hazretleri vardı…”
Der ve geldiği yöne doğru yürüyerek sisler arasında gözden kaybolur..
Doktor yeminle bu hadisenin böyle olduğunu, tercüman beyefendi de yeminle bu hadiseyi böyle dinlediğini canlı yayında ağlayarak anlattı.
Bu hadise karşısında ölülere ne Yasin ne Fatiha ulaşmaz çünkü onlar “kemik yığını” diyen “evliya” ve “tasarrufu” inkâr eden zevat ne diyecek acaba?
Yorum yazmayacak, kulaklarımızla dinlediğimiz bir hadiseyi anlatacağız. İki hafta kadar önce idi. Özel bir televizyonun sabah kuşağında, emekli bir müftü, canlı yayında, seyircilerin fıkıhla ilgili sorularını cevaplıyordu.
Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için tekrar başa dönmek üzere nakledeceklerimize ara verip, Ebu’l Hasan Harakanî(k.s) hakkında kısa bir bilgi aktarmak gerekiyor: Harakanî(k.s) Peygamber soyundan. Evliyanın büyüklerinden. Toprağın altında olmasına rağmen “tasarrufu” devam ettiğine şahit olunan bir zât. Selçukluların Anadolu’ya yerleşmesine katkı sağlamak için Kars’ın Yahinler Dağı’nda cihat ederken şehit oldu. Rabbimiz de kendi yolunda öldürülenler için “ölüler” demememiz gerektiğini, onların diri olduğunu, fakat bizim bilemeyeceğimizi beyan ediyor (Bakara, 154).
Bu kısa aradan sonra kaldığımız yerden devam edecek olursak…
Seyircilerinin fıkıhla ilgili sorularına cevap veren emekli müftümüze Almanya’dan yaşı hayli ilerlemiş olduğu anlaşılan bir beyefendi bağlandı. İsim de vererek gözyaşları içersinde televizyonlarda “evliya”ya ve “ölmüşlerimize Fatiha okumanın bir faydası olmadığını söyleyenlere” sitemlerini nazik bir üslupla saydı, saydı ve bakınız özetle neler söyledi:
“–Sayın Hocam! Sizlerin ellerinden öpüyorum. Ben uzun yıllardır, 1965’ten beri Almanya’da Alman makamları ile yabancılar arasında tercümanlık yaparak hayatımı kazandım. Size bir hadise anlatacağım. Yıl 1970’lerdi. Bir meselesi vesilesiyle Alman makamları ile arasında tercümanlık yaptığım bir Doktor Türkiye’de başından geçen bir hadiseyi anlattı.”
Tercüman amca hem anlatıyor hem ağlıyordu.
“– Karı koca doktor olan bu kişiler 1970’li yıllarda Urfa’dan otomobilleri ile İstanbul’a gelirken bir çamura saplanırlar. Hava soğuk ve pusludur. Çevrede yakın bir köy, bir ses, bir seda yoktur. Ne kadar uğraşsalar otomobillerini saplandığı bataktan çıkartamazlar. Çaresizlik içersinde Doktor beyin çocukken büyüklerinin konuşmalarından hafızasında kalan Abdülkadir Geylânî ismi ve evliyalardan yardım istendiğinde onların insanlara yardım ettiği hatırına gelir. Karı koca doktorlar ellerini açar, Abdülkadir Geylânî(k.s) ismi ile yardım isterler.”
Aradan on dakika yahut biraz fazla bir zaman geçer. Doktor bey olanları kendisine şöyle anlatır:
“– Biraz uzaktan, sislerin arasından bir köylü gözüktü. Yavaş yavaş yanımıza yaklaştı. Zayıfçaydı, sakalı vardı. Olup biteni sordu, anlattık. Arabaya el attı, biz de yardım ettik ve kolayca çıkarttık.”
Sonra şunlar olur: Otomobil saplandığı bataktan çıktıktan sonra Doktor Bey kendisine yardım eden şahsa teşekkür eder:
“– Amca sağ ol, Allah razı olsun. İsmini de bağışlar mısın?”
Kendilerine yardım eden köylü şaşırmış gibi Doktorun yüzüne bakar:
“– Hem ismen çağırıyorsun, hem ismimizi soruyorsun. Sonra bize niye müracaat ettin ki, daha yakınında Ebu’ul Hasan Harakanî hazretleri vardı…”
Der ve geldiği yöne doğru yürüyerek sisler arasında gözden kaybolur..
Doktor yeminle bu hadisenin böyle olduğunu, tercüman beyefendi de yeminle bu hadiseyi böyle dinlediğini canlı yayında ağlayarak anlattı.
Bu hadise karşısında ölülere ne Yasin ne Fatiha ulaşmaz çünkü onlar “kemik yığını” diyen “evliya” ve “tasarrufu” inkâr eden zevat ne diyecek acaba?
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Hasan Demir / diğer yazıları
- Artık yeter! / 02.11.2015
- Artık yeter! / 28.09.2015
- Sandıktan ne çıkacak! / 21.09.2015
- Böyle milliyetçilik olur mu? / 12.09.2015
- AKP başımıza neler getirecek! / 11.09.2015
- Şehit ve gaziden korkanlar! / 07.09.2015
- Kripto Ermeniler! / 29.08.2015
- Atatürk sandıktan çıkmadı! / 24.08.2015
- Bu ne biçim üslup böyle! / 22.08.2015
- Asalet nerede? / 16.08.2015
- Artık yeter! / 28.09.2015
- Sandıktan ne çıkacak! / 21.09.2015
- Böyle milliyetçilik olur mu? / 12.09.2015
- AKP başımıza neler getirecek! / 11.09.2015
- Şehit ve gaziden korkanlar! / 07.09.2015
- Kripto Ermeniler! / 29.08.2015
- Atatürk sandıktan çıkmadı! / 24.08.2015
- Bu ne biçim üslup böyle! / 22.08.2015
- Asalet nerede? / 16.08.2015