Genç Yunus, Bektaş diyarı Suluca Karahöyük'e derman bulmaya gelir ama, erenler onu bir imtihan eder ki neye uğradığını şaşırır. Yunus'un eli ayağı titriyordu. Dizleri kesilmişti. Ne yol biliyordu ne yordam. Ne usûl biliyordu ne de mihman filan...
"Üç gün mihman sonra Sultan"...bu da ne demek oluyor, bilemiyordu. Bildiği tek şey vardı o da Sarıköy'ün aç-biilaç olduğu. Bir şey olacaktı, başına bir hal gelecekti. Ağlamak istedi. Gözleri de kurumuştu. Derken, aş pişti, süt pişti, Akpınar'da su taştı, dolap döndü Yunus bekledi. Sonunda üç gün bitti. Üç koca gün...
Yunus, kendisine eşlik eden rehbere koştu:
- Kardeşim, var git efendine söyle. Ben bugün bu yerden gitmek isterim. Eksik olmayın, yedim, içtim, yundum yıkandım. Çok şey gördüm, çok şey öğrendim. Lakin benim bir dileğim vardı. Onu kendisine arz eylemek isterdim. Olmadı. Bari sana söyleyeyim de sen haber götür. Evet derse ne alâ, olmaz derse ne ala! İşin ilerisini, gerisini pek bilmem. Ben gelirken Sarıköy baştan ayağa açtı. Zorlu bir kış geçirdik. Buğdayımız, bulgurumuz yok. Kar bastı, yollar kapandı. Köyün yarısı açlıktan hastalıktan kırıldı gitti. Bektaş Veli'nin namı bizim köylere dek ulaşmıştı. Kapısı ardına dayalı, eli açık, vergili, kurda kuşa himmeti sever diyorlardı. Köyünüzde bet bereket olduğunu da söylüyorlardı. Allah nazardan saklasın. Allah daha çok etsin. Şimdi benim gelişim, acaba senin efendin buğdayından, bulgurundan Sarıköy'e de kıyar bir miktar verir mi diyedir. Var git ona sor, verirse buğdayımı gideyim. Yok derse, yiyip içtiğimizi helal etsin. Gideyim? Köy bekliyor, köy aç!
Rehber gitti. Yunus sıkıla burkula bekledi. Haber getiren gülüyordu. Yunus'un koluna girdi, mihman evlerinin kapısına doğru yürüttü ve kalabalıktan iyice uzaklaştıktan sonra kolundan çıktı, dünyanın en tatlı ifadesiyle Yunus'un gözlerinin içine bakarak:
- Yunus kardeşim, dedi. Keyfiyeti Bektaş Sultan'a arz ettim. Uzunca bir zaman düşündü, sonra dedi ki:
- Sor ona bakalım, ille buğday mı ister, yoksa erenler himmeti mi?
Yunus, anlamamıştı! Erenler himmeti de ne ola ki? İyi ama ya köydeki açlar? Tut ki, kibarlık etti de daha önce hiç duymadığı bilmediği erenler himmetini isterim, dedi. Bu himmet Sarıköy'ün karnını mı doyuracaktı? Tuhaf şey... Açlık nedir bilmiyorlar her halde, diye kalbinden geçirdi. İçinden geçenleri dışarıya vurmamaya çalışarak, elinden geldiği kadar gülümsemeye gayret ederek:
- Şakacı bir adam senin şu Bektaş Hoca. Erenler himmetiyle Sarıköy'ün karnı mı doyar? Verecekse buğday isterim ben. Vermeyecekse izin!
Rehber, Yunus'u bıraktı, haberi ulaştırmaya gitti. Garip Yunus'u bir düşüncedir aldı.
Gelen, bu sefer gülerek değil, kuşkulu idi:
- Dostum, dedi, bu işin içinde, bir iş var, bu iş her işe benzemiyor. Ayağını denk al, iyi düşün, öyle cevap ver.
Hazret soruyor: "İsterse, bana hediye getirdiği meyvenin her tanesi için bir nefes, bir himmet edeyim!"
Yunus, başını kırgın kırgın salladı:
- Dedim ya, köy baştan başa aç. Hazret himmetini toklara, buğdayını açlara versin, ben buğday isterim.
Rehber adam, üçüncü defa Hacı Bektaş'ın yanından geldiği zaman artık düpedüz korkuyor, eli, ayağı titriyordu:
- Yunus, dedi, bu sondur. Aman iyi düşün, Bektaş Veli dedi ki: "İsterse her meyvenin çekirdeğine on nefes on himmet veriyim. Ne der? Erenler himmeti değil de ille buğday derse, kağnıya buğday yükleyin, güle güle gitsin."
- Benim bir diyeceğim yok artık. Öküzlerin başını çözelim de kağnıya koşalım. Vakit geçirmeden yola çıkmak gerek!..
Rehber buz gibi olmuştu. Elden ne gelir. Yunus'a buğday ihsan olundu. Bir çuval, üç çuval, beş çuval... buğday yüklediler. Artık alacak yer yoktu.
Genç Yunus herkesle bir bir vedalaştı. Büyüklerin ellerini öptü, küçükleri kucakladı. Cümleden helallik diledi. Akpınar yolundan kağnıyı ovaya doğru sürdü.
Sürmesine sürdü ama Sarıköy'de kendisine "Bektaş Veli'yi gördün mü?" diye sorarlarsa ne cevap verecekti? Hazret ona yüzünü göstermemişti bile. Halbuki buraya kadar gelip de onu görmeyen hemen de yok gibiydi. Yunus buna içerledi. Hani nerde... köye gidince neler neler anlatacaktı... Sanki anlatacak hiç bir şey kalmamıştı. Sanki hiç bir şey görmemişti. İçinde bir boşluk, engin bir boşluk peyda olduğu halde Sarıköy'e doğru yol alıyordu...
"Üç gün mihman sonra Sultan"...bu da ne demek oluyor, bilemiyordu. Bildiği tek şey vardı o da Sarıköy'ün aç-biilaç olduğu. Bir şey olacaktı, başına bir hal gelecekti. Ağlamak istedi. Gözleri de kurumuştu. Derken, aş pişti, süt pişti, Akpınar'da su taştı, dolap döndü Yunus bekledi. Sonunda üç gün bitti. Üç koca gün...
Yunus, kendisine eşlik eden rehbere koştu:
- Kardeşim, var git efendine söyle. Ben bugün bu yerden gitmek isterim. Eksik olmayın, yedim, içtim, yundum yıkandım. Çok şey gördüm, çok şey öğrendim. Lakin benim bir dileğim vardı. Onu kendisine arz eylemek isterdim. Olmadı. Bari sana söyleyeyim de sen haber götür. Evet derse ne alâ, olmaz derse ne ala! İşin ilerisini, gerisini pek bilmem. Ben gelirken Sarıköy baştan ayağa açtı. Zorlu bir kış geçirdik. Buğdayımız, bulgurumuz yok. Kar bastı, yollar kapandı. Köyün yarısı açlıktan hastalıktan kırıldı gitti. Bektaş Veli'nin namı bizim köylere dek ulaşmıştı. Kapısı ardına dayalı, eli açık, vergili, kurda kuşa himmeti sever diyorlardı. Köyünüzde bet bereket olduğunu da söylüyorlardı. Allah nazardan saklasın. Allah daha çok etsin. Şimdi benim gelişim, acaba senin efendin buğdayından, bulgurundan Sarıköy'e de kıyar bir miktar verir mi diyedir. Var git ona sor, verirse buğdayımı gideyim. Yok derse, yiyip içtiğimizi helal etsin. Gideyim? Köy bekliyor, köy aç!
Rehber gitti. Yunus sıkıla burkula bekledi. Haber getiren gülüyordu. Yunus'un koluna girdi, mihman evlerinin kapısına doğru yürüttü ve kalabalıktan iyice uzaklaştıktan sonra kolundan çıktı, dünyanın en tatlı ifadesiyle Yunus'un gözlerinin içine bakarak:
- Yunus kardeşim, dedi. Keyfiyeti Bektaş Sultan'a arz ettim. Uzunca bir zaman düşündü, sonra dedi ki:
- Sor ona bakalım, ille buğday mı ister, yoksa erenler himmeti mi?
Yunus, anlamamıştı! Erenler himmeti de ne ola ki? İyi ama ya köydeki açlar? Tut ki, kibarlık etti de daha önce hiç duymadığı bilmediği erenler himmetini isterim, dedi. Bu himmet Sarıköy'ün karnını mı doyuracaktı? Tuhaf şey... Açlık nedir bilmiyorlar her halde, diye kalbinden geçirdi. İçinden geçenleri dışarıya vurmamaya çalışarak, elinden geldiği kadar gülümsemeye gayret ederek:
- Şakacı bir adam senin şu Bektaş Hoca. Erenler himmetiyle Sarıköy'ün karnı mı doyar? Verecekse buğday isterim ben. Vermeyecekse izin!
Rehber, Yunus'u bıraktı, haberi ulaştırmaya gitti. Garip Yunus'u bir düşüncedir aldı.
Gelen, bu sefer gülerek değil, kuşkulu idi:
- Dostum, dedi, bu işin içinde, bir iş var, bu iş her işe benzemiyor. Ayağını denk al, iyi düşün, öyle cevap ver.
Hazret soruyor: "İsterse, bana hediye getirdiği meyvenin her tanesi için bir nefes, bir himmet edeyim!"
Yunus, başını kırgın kırgın salladı:
- Dedim ya, köy baştan başa aç. Hazret himmetini toklara, buğdayını açlara versin, ben buğday isterim.
Rehber adam, üçüncü defa Hacı Bektaş'ın yanından geldiği zaman artık düpedüz korkuyor, eli, ayağı titriyordu:
- Yunus, dedi, bu sondur. Aman iyi düşün, Bektaş Veli dedi ki: "İsterse her meyvenin çekirdeğine on nefes on himmet veriyim. Ne der? Erenler himmeti değil de ille buğday derse, kağnıya buğday yükleyin, güle güle gitsin."
- Benim bir diyeceğim yok artık. Öküzlerin başını çözelim de kağnıya koşalım. Vakit geçirmeden yola çıkmak gerek!..
Rehber buz gibi olmuştu. Elden ne gelir. Yunus'a buğday ihsan olundu. Bir çuval, üç çuval, beş çuval... buğday yüklediler. Artık alacak yer yoktu.
Genç Yunus herkesle bir bir vedalaştı. Büyüklerin ellerini öptü, küçükleri kucakladı. Cümleden helallik diledi. Akpınar yolundan kağnıyı ovaya doğru sürdü.
Sürmesine sürdü ama Sarıköy'de kendisine "Bektaş Veli'yi gördün mü?" diye sorarlarsa ne cevap verecekti? Hazret ona yüzünü göstermemişti bile. Halbuki buraya kadar gelip de onu görmeyen hemen de yok gibiydi. Yunus buna içerledi. Hani nerde... köye gidince neler neler anlatacaktı... Sanki anlatacak hiç bir şey kalmamıştı. Sanki hiç bir şey görmemişti. İçinde bir boşluk, engin bir boşluk peyda olduğu halde Sarıköy'e doğru yol alıyordu...
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.