Öncelikle bir meselenin altını hassasiyetle çizmek istiyorum. Batı ile Şark dünyasının dinlere bakışı çok farklıdır. Batı kelimesinin içerisine Amerika da girmektedir. Kabul etsek de, etmesek de biz de bir Şark milletiyiz.
Bizim bir telakki farkımız var. Onların da hayatında dinin bir yeri var, bizim hayatımızda da dinin bir yeri vardır. Burada temel tespiti tam yapmalıyız ki olay anlaşıla bilsin.
Biz, manevi birmakama yükselebilmek ve ahiretimizi kazanabilmek için Allah'a olan bağlılığımızı dine sarılmakla, dinin icaplarınıyerine getirmekle eda ederiz. Gerekirse dinimiz için nefsimizi, malımızı, aile efradımızı, neslimizi feda ederiz.
Burada fevkalade bir fedakarlık söz konusudur. Şark insanı kendisini Allah'a ve dinine adamış, gerektiği zaman da dini için seve seve ölüme de gitmiştir. Bunun tarihte çok misalleri vardır.
Batıya gelince
Batıya gelince; Batı da siyasi ve iktisadi gayelerine vasıl olabilmek için din dediğimiz kurumu basamak olarak kullanmıştır. Hangi döneme giderseniz gidin onlar, rahatları için, geçimleri için egoist bir mantıkla dini kullanmışlardır. Kendi aralarındaki savaşlarda da bu ruh vardır, Haçlı savaşlarında da bu ruh vardır.
Kısaca işin içinde menfaat vardır. Şark dünyasında bunu göremezsiniz. Özellikle Türk Milletinde bunu hiç göremezsiniz. Zaten "Şark" denilince, onu temsil eden millet olarak Türk Milleti hemen akla gelmektedir. Olaylara bakıldığında Türkiye'ye el atılmasının nedenini görmek mümkündür. Türk insanını, Hıristiyanlaştırılmak istenmesinde esas plan siyasi ve ekonomik çıkardır.
Hemen şunu ifade edelim ki Türk Milleti olarak bizim Orta Asya'dan bu yana özelliğimiz odur ki; biz asker bir milletiz. Bizde başa bağlılık esastır. Onun için de bu tip oyunları müdafaa feraseti ile beraber çok rahat görebiliriz.
Tarih boyu bloklaşmaları inançlar belirlemiştir
Tarihin her döneminde bir mücadelenin olduğunu görüyorsunuz. Tarihte hiçbir millet, kendi öz kimliğinden vazgeçerek bir noktaya gelememiştir. Öz kimliğinden vazgeçen milletler tarih sahnesinden silinip, yok olmaya mahkum kalmışlardır.
O bakımdan biz eğer birileri ile beraber yarışacaksak kendi kimliğimizle yarışmamız lazımdır. Biz bu milletin örfünü, adetini, geleneğini, dinini, dilini temsil eden bir kimlikle yer alacağız. Faraza tekniğimiz noksan ise bunu transfer edeceğiz.
Yoksa örfümüzden geleneklerimizden taviz vererek onlarla beraber olmak demek, elbisenin ruhunu çıkartıp onun ruhunu giymek demektir. O zaman ben, ben olmaktan çıkarım. Senin manevi direncin yok olur, gider.
Manevi direncin yok olmaması lazım
Bu direncin yok olmaması için milletlerin kimliği iç tabiatlarında inanç ve duygu dış tabiatlarında yaşanan bir hayat olarak görülmesi lazımdır.
Milletin yaşlısı, genci, çocuğu, kendi tabiatına baktığı zaman iftihar edecek. "Ben buyum" diyecek. Eğer insan bir başka milletin geleneği, örfü veya dini adına "ben buyum" diyorsa o millet siliniyor demektir. Bu, kimliklerin yok olma savaşıdır. Bunu farklı yorumlamak ya gafletten ya cehaletten, ya da ihanetten kaynaklanmaktadır.
Tarihin her döneminde insanlık ailesine baktığımız zaman insanların evvela aileler halinde kümeleştiğini, bu ailelerden kabilelerin, kavimlerin vücuda geldiğini, onlardan bir milletin, devlet topluluğunun vücuda geldiğini, ondan sonra devletlerin de örfleri, adetleri, gelenekleri, inançları doğrultusunda bloklar oluşturduğunu görüyoruz.
Her devlet daima kendisiyle yakın olanlarla beraber olmuştur
Her devlet daima kendisiyle yakın olanlarla beraber olmuştur. Onunla ticari, sınai faaliyetlerde bulunmuştur. Bu bir noktada o milletin maneviyatıyla yoğrulmuş kültürünün paylaşımı demektir. Denebilir ki bloklaşmalar insanların bu değerleri etrafında oluyor.
Bir milletin bir bloka dahil olabilmesi için veya o bloktan uzak olması iç in o değeri ya kabul etmesi veya reddetmesi lazım. Kabul ettiği zaman onunla beraberdir, reddettiği zaman onunla beraber değildir.
Günümüzde çok enteresan bir netice ile karşılaşıyoruz. İletişim araçlarının süratle yayılmasından sonra bu düşünceler artık geçmişte olduğu gibi kapalı kapılar arkasında tezgahlanmıyor. Herkes televizyon ekranında açık olarak söylüyor. "Biz şurada olacağız. Burada olacağız. Şunun gibi, bunun gibi olmamız lazım" deniliyor.
Bakıyorsunuz ki bu insanlar suret- i haktan yana görülüyorlar. Dedikleri de doğrudur zannediyorsunuz. Ama işin temeline gittiğiniz zaman başta söylediğimiz 'ben olma vasfı' maalesef yok oluyor.
Osmanlı'nın devamı olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kurulmadanevvel, Osmanlı'nın inkırazı döneminde adamlar kalkıyor, "Biz filan ülkenin mandası olalım" diyorlar.
Fakat "kimliğimiz, benliğimiz bize has bir benliktir, kimliktir" şuuruyla millet Kuvay-ı Milliye ruhu etrafında bir araya geldi, bu badireleri aştı. Olabilecek, muhtemel badirelerin de ancak bu ruh ile milletin kimliğini kabul etmek ve o kimlik etrafında kümeleşme ile aşılacağını da hiçbir zaman unutmayalım." (Prof. Dr. Haydar Baş, Niçin Türkiye eseri 3. Bölümden)
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Prof. Dr. Haydar Baş / diğer yazıları
- Atatürk'ün hilafet hakkındaki görüşleri / 04.02.2025
- Diyalog ve Diyanet / 03.02.2025
- Görüntü hiç de öyle değil / 02.02.2025
- Güvenli bir Türkiye için / 01.02.2025
- Şaban ayı / 31.01.2025
- Türkler Kürtlerle kardeştir / 30.01.2025
- Yeni demokrasi ve değişen değerlerimiz / 29.01.2025
- Terör nasıl son bulur? / 28.01.2025
- Şimdi de üst akıl / 27.01.2025
- Miraç Kandilimiz mübarek olsun / 26.01.2025
- Diyalog ve Diyanet / 03.02.2025
- Görüntü hiç de öyle değil / 02.02.2025
- Güvenli bir Türkiye için / 01.02.2025
- Şaban ayı / 31.01.2025
- Türkler Kürtlerle kardeştir / 30.01.2025
- Yeni demokrasi ve değişen değerlerimiz / 29.01.2025
- Terör nasıl son bulur? / 28.01.2025
- Şimdi de üst akıl / 27.01.2025
- Miraç Kandilimiz mübarek olsun / 26.01.2025