O’nun gizlediğini kimse bilemez
Gayb ve şehadet âlemini Allah Teâlâ bilir. O’nun gizlediği âleme kimse vâkıf olamaz. Ancak, razı olduğu peygamberlerine dilediği kadar bildirir
28.09.2023 21:00:00
Hakan Akkuş
Hakan Akkuş
İmam Gazali Hazretleri şöyle buyurdu:
Gayb ve şehadet âlemini Allah Teâlâ bilir. O'nun gizlediği âleme kimse vâkıf olamaz. Ancak, razı olduğu peygamberlerine dilediği kadar bildirir.
Bir kimse, sebepler ve onları meydana getiren amiller zincirini tahkik etse ve onların birbirine zincirleme bağlanış şeklini bilse, bu bilgi sonunda sebeplerin sahibine bağlanış yönünü sezebilse, ona kader-i İlâhî'nin sır yolu açılır. O zaman tam bir şekilde bilir ki, Allah'tan başka ne bir Halik Teâlâ var, ne de O'ndan başka akla durgunluk veren harika bir yaratıcı...
Bunları dinledikten sonra diyecek olursan: "Verdiğin hüküm şu: Cebir, ihtira, çalışmak... Bunları da bir yönden doğru buluyorsun, bir yönden de eksik..."
Bu sözünü dinledikten sonra hemen, evet öyle diyebilirim... Daha iyi bir şekilde anlatabilmem için, aşağıda vereceğim misal yollu hikâyeyi dinle:
Birtakım âmâ kişiler, illerine fil adında tuhaf bir hayvanın geldiğini duyarlar. Tabiî sadece adını duyar, kendisini görmezler. Aralarında, "Biz, kendi gücümüze göre, elle tutmak suretiyle onun ne olduğunu mutlaka bilmemiz gerek" derler.
Netice, aralarından seçilen bir heyet o filin yanına gider, elleriyle nasıl olduğunu öğrenmeye çalışır.
Gittikten sonra her biri filin bir yerine dokunur. Kimi ayağına, kimi dişine, kimi kulağına... Böylece ne olduğunu anladık der, haber bekleyen arkadaşlarının yanına varırlar. Anlatmaya başladıkları zaman her biri bir türlü anlatmaya koyulur.
Filin ayağına dokunan; "O bir direk gibi... Şu fark var ki, bu biraz yumuşak..."
Dişine dokunan; buna cevap olarak anlatmaya başlar: "Yanlış, öyle değil... O sert bir cisim. Tırmalayıcı bir hali yok, kaygan. Onda direğe benzer bir hal de yok.
Aşağı doğru sarkık bir haldedir." Kulağına yapışan daha başka türlü anlatır: "O dediğiniz gibi değil, bir yaygıya benziyor."
Şu anda, onların hepsi doğrudur. Ancak anlayabildikleri kadarını haber vermektedirler, daha öteye geçememişlerdir. Şu var ki fili, anladıkları kadar sanmış, işin hepsini bildik zannetmişler, dolayısıyla yanılmışlardır.
Bu misalden ibret al. İnsanların pek çoğu bu şekilde ihtilâfa düşmektedir.
Konumuza gelelim...
Biz daha önce üç şeyin bir araya gelmesi ile tövbenin gerekli olduğunu anlattık. Yani; ilim, hal, fiil... Şimdi de, tövbe etmenin bir hata sonunda derhal lâzım geldiğini anlatacağız. Çünkü devamlı olarak, hatalardan sıyrılıp çıkmak her kula vaciptir. Keza, Allah Teâlâ'ya yalvarmak, devamlı surette vaciptir.
(bu bahis devam edecek...)
(El-Mürşidü'l-Emîn ilâ Mev'izeti'l-Mü'minîn'den...)
Gayb ve şehadet âlemini Allah Teâlâ bilir. O'nun gizlediği âleme kimse vâkıf olamaz. Ancak, razı olduğu peygamberlerine dilediği kadar bildirir.
Bir kimse, sebepler ve onları meydana getiren amiller zincirini tahkik etse ve onların birbirine zincirleme bağlanış şeklini bilse, bu bilgi sonunda sebeplerin sahibine bağlanış yönünü sezebilse, ona kader-i İlâhî'nin sır yolu açılır. O zaman tam bir şekilde bilir ki, Allah'tan başka ne bir Halik Teâlâ var, ne de O'ndan başka akla durgunluk veren harika bir yaratıcı...
Bunları dinledikten sonra diyecek olursan: "Verdiğin hüküm şu: Cebir, ihtira, çalışmak... Bunları da bir yönden doğru buluyorsun, bir yönden de eksik..."
Bu sözünü dinledikten sonra hemen, evet öyle diyebilirim... Daha iyi bir şekilde anlatabilmem için, aşağıda vereceğim misal yollu hikâyeyi dinle:
Birtakım âmâ kişiler, illerine fil adında tuhaf bir hayvanın geldiğini duyarlar. Tabiî sadece adını duyar, kendisini görmezler. Aralarında, "Biz, kendi gücümüze göre, elle tutmak suretiyle onun ne olduğunu mutlaka bilmemiz gerek" derler.
Netice, aralarından seçilen bir heyet o filin yanına gider, elleriyle nasıl olduğunu öğrenmeye çalışır.
Gittikten sonra her biri filin bir yerine dokunur. Kimi ayağına, kimi dişine, kimi kulağına... Böylece ne olduğunu anladık der, haber bekleyen arkadaşlarının yanına varırlar. Anlatmaya başladıkları zaman her biri bir türlü anlatmaya koyulur.
Filin ayağına dokunan; "O bir direk gibi... Şu fark var ki, bu biraz yumuşak..."
Dişine dokunan; buna cevap olarak anlatmaya başlar: "Yanlış, öyle değil... O sert bir cisim. Tırmalayıcı bir hali yok, kaygan. Onda direğe benzer bir hal de yok.
Aşağı doğru sarkık bir haldedir." Kulağına yapışan daha başka türlü anlatır: "O dediğiniz gibi değil, bir yaygıya benziyor."
Şu anda, onların hepsi doğrudur. Ancak anlayabildikleri kadarını haber vermektedirler, daha öteye geçememişlerdir. Şu var ki fili, anladıkları kadar sanmış, işin hepsini bildik zannetmişler, dolayısıyla yanılmışlardır.
Bu misalden ibret al. İnsanların pek çoğu bu şekilde ihtilâfa düşmektedir.
Konumuza gelelim...
Biz daha önce üç şeyin bir araya gelmesi ile tövbenin gerekli olduğunu anlattık. Yani; ilim, hal, fiil... Şimdi de, tövbe etmenin bir hata sonunda derhal lâzım geldiğini anlatacağız. Çünkü devamlı olarak, hatalardan sıyrılıp çıkmak her kula vaciptir. Keza, Allah Teâlâ'ya yalvarmak, devamlı surette vaciptir.
(bu bahis devam edecek...)
(El-Mürşidü'l-Emîn ilâ Mev'izeti'l-Mü'minîn'den...)
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.