İstiklâl Marşı'mızın şairi Mehmet Akif Ersoy tam 70 yıl önce aramızdan ayrıldı. Fakat bize öyle emanetler bıraktı ki; onlar hiç ölmeyecek
Oğuz KÖRO?LUBir medrese hocası olan babası tarafından, doğumuna "ebced" hesabıyla tarih düşürülmüş ve "Rağıyf" adını almıştır; ancak Türk milleti, "Âkif" diye anmıştır Onu; ve "İstiklâl Şairi" olarak bilmiştir. Mehmet Akif Ersoy 1873'te, şehirlerin sultanı İstanbul'da doğmuş, 27 Aralık 1936'da yine aynı kentte Hakk'a kavuşmuştur. "Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım. Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!Kükremiş sel gibiyim; bendimi çiğner, aşarım; Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım!"Akif, vatan toprağının; bugün Avrupalılar, Batılılar dediğimiz devletler tarafından işgal ve istila edildiği "Milli Mücadele" yıllarında Tâcettin Dergahı'nın bahçesindeki toprağı avuçlayıp gözyaşları içerisinde haykırmıştı bu sözleri... O acı dolu günlerde Dergah'ın duvarlarına kazıdığı bu sözler, emperyalist ve hasis ruhlu İtilaf Güçleri "Geldikleri gibi gittikleri zaman" Türk Milleti'nin ruhuna kazınmıştı. Batı, vahşetin beşiğiYaşadığı devri, bütün genişlik ve derinliği ile şiirlerine yansıtmış, 20. Yüzyıl'ın ilk çeyreğinde Türk Milleti'nin içinde bulunduğu acıları, sevinçleri, ümitleri anlatmaya çalışmıştır Mehmet Âkif... Memleketin sosyal meseleleri, şâhit olduğu elem verici olaylar ve çilekeş Anadolu insanlarının hâlini, samimi üslubuyla dile getirmiştir. Milletin derdini dert edinen Akif; millet adına gülmüş, millet adına ağlamıştır. Birinci Dünya Savaşı, 1918'de imzâlanan "Mondros Mütârekesi" ile nihayete erdikten sonra, galip devletler, Türk vatanını parçalamak ve paylaşmak için dört taraftan saldırmaya başlamışlardı. Vatan müdâfaasının ehemmiyetini anlatmak için Anadolu'ya geçen Mehmet Akif, Savaş'tan bitkin bir halde çıkan Türk Milleti'ne moral aşılayarak Kuva-yı Milliye ruhunun yayılması için çalıştı. Düşman ordularının, işgal ettikleri Türk topraklarında halka yaptıkları zulümleri görünce son derece müteessir olan Akif, Batı'nın bu vahşetini; ve Batı'yı "medeniyetin beşiği (!)" olarak görenleri, en sert dille tenkit etmiştir. Bu duyguları, şiirlerine şöyle yansır:
"Medeniyet" denilen vahşete lanetler eder, Nice yekpare kesilmiş de sırıtmış dişler!.. Tükürün Ehl-i Salib'in hayasız yüzüne! Tükürün onların asla güvenilmez sözüne! Medeniyyet denilen maskara mahlûku görün: Tükürün maskeli vicdanına asrın, tükürün!"
Mehmed Âkif'in, Sırât-ı Müstakîm ve onun devâmı olan Sebîl-ür-Reşâd Mecmuası'nda çıkan yüz kadar muhtelif makalesi, elli kadar tercümesi ve şiirleri vardır. Şiirlerinde bâzan düşünce, bâzan duygu ön plandadır. Şiirlerinde bir taraftan millet, vatan, istiklâl, vatanseverlik gibi duygular; doğruluk, samimiyet, adâlet gibi ahlâkî değerler telkin ederken, diğer taraftan toplumların çökme sebebi olan riyakârlık, münâfıklık, korkaklık, dalkavukluk, tembellik, zulüm gibi fenalıklara şiddetle karşı çıkar. Samimiyetsiz, sahte ve taklitçi kişilikleri sevmemiştir.
"Ne irfandır ahlâka yükseklik ne vicdandır, Fazîlet hissi insanlarda Allah korkusundandır; Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havf-ı Yezdân'ın, Ne irfânın kalır tesiri katiyyen ne vicdânın."
Tanzimât'la başlayan ve hatta Osmanlı Devleti'ni yıkılışa kadar götüren Batılılaşma hareketine temkinli yaklaşan Mehmet Akif, Avrupa'dan sadece ilim ve teknik alanında alınabilecek bir şeyin olduğunu savunur; insanlık ve medeniyette ise Avrupa'nın ezelden "Haçlı Ruhu"na sahip olduğunu şiirlerinde işler.Âkif için, millî hasletleri olmayan insanlara güvenilmez. İlmi olmayan iman ve imanı olmayan bir ilim, işe yaramaz. Olaylar, Allah korkusu ile hizmet anlayışı arasında irdelenmeden, yanlışlara tedbir bulunmaz, onlardan ibret alınmaz. Milleti, ilim ve fen kurtaracaktır, çalışmak kurtaracaktır, birlik ve beraberlik kurtaracaktır:
"Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez; Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez. Ecdâdını zannetme, asırlarca uyurdu; Nerden bulacaktın o zaman eldeki yurdu? Dinlenmedi bir gün o büyük nesl-i mücâhit. Âlemde tevekkül demek olsaydı atâlet,Mirâs-ı diyânetle yaşar mıydı bu millet?"
"Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır" inancındaydı Akif. Haksızlığa tahammül ettiği ve hele menfaat peşinde koştuğu görülmemişti. Veteriner İşleri Müdür Yardımcılığı görevini yürüttüğü yıllarda, Veteriner İşleri Müdürü'nün yersiz bir karar ile azledilmesini içine sindiremedi ve "Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim" diyerek görevinden istifa etti. Bunun nedeni sorulduğunda, başkasına yapılan haksızlığı kendisine yapılmış gibi kabul ettiğini belirtiyordu:
"Hak namına haksızlığa ölsem tapamam, Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem. Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.Doğduğumdan beridir, âşığım istiklâle. Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale"
Akif'in ciğerini asıl yakan ise: vatandır, vatanın bağımsızlığıdır; cephede bu uğurda canlarını feda eden Mehmetçik'tir!.. Dönemin en ileri tekniğine sahip silah ve araçlarla Çanakkale'ye yüklenen düşman karşısında, Türk askerinin zaferden zafere koştuğunu en ücra köşedeki vatan evladına kadar ulaştırmak üzere kumandanlar tek tek telgraf başına çağrılır.Teşkilat-ı Mahsusa Reisi Kuşçubaşı Eşref Bey aranır. Eşref Bey, Anadolu Bağdat Demiryolu Hattı'nın son durağı olan "El-Muazzam İstasyonu"ndadır. Ve müjdeli haber verilir: "Çanakkale Muharebeleri'nde ordumuz muzaffer oldu. Düşman mağlup, mahcup ve mecruh (yaralı) olarak çekiliyor..."Haber bütün yurtta mutluluk yarattı. Tabii, El Muazzam'da da... Orada bulunanlardan biri, haberi duyunca Kuşçubaşı Eşref Bey'in boynuna sarılır ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Bu hıçkıran vatanperver, yüreği yanık memleket evladı Mehmet Âkif Ersoy'dur..Hıçkırık seslerinden doğan destan: Çanakkale ŞehitlerineVatan âşkıyla, Türk istiklâl ve hürriyet sevdasıyla dolu kalbiyle gözyaşlarına boğulan Mehmet Âkif, yavaşça kalabalığın arasından sıyrılır... Gerisini Kuşçubaşı Eşref Bey'den dinleyelim: "Ay bedir halindeydi. Çöl gecelerinin parlak yıldızlı semasını, zaferimizin şerefine aydınlatan ayın bu efsanevi ışıkları altında, Mehmet Akif, bu güneşi unutturacak kadar parlak çöl gecesinde sabahladı. İstasyon binasının arkasındaki hurmalığın içine çekildi. Sadece hıçkırıklarını duyuyorduk. İçli, derin hıçkırıklar... İşte, Çanakkale'ye lâyık o büyük destan, bu hıçkırıklar içinde meydana geldi " "Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?En kesif orduların yükleniyor dördü beşi...Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya, Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayasızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı, Nerde, gösterdiği vahşetle "bu bir Avrupalı";Dedirir: "Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi" Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yahut kafesi.
Şühedâ gövdesi bir baksana, dağlar taşlar...O rûkû olmasa, dünyada eğilmez başlar, Vurulmuş temiz alnından uzanmış yatıyor;Bir Hilâl uğruna yâ Rabb, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer. Ne büyüksün ki, kanın kurtarıyor Tevhid'i.Bedr'in aslanları ancak bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?"Gömelim gel seni tarihe!" desem, sığmazsın. "Bu, taşındır" diyerek Kâbe'yi diksem başına;Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına; Sonra gök kubbeyi alsam da, rida nâmıyle,Kanayan lahdine çeksem bütün ecramıyle; Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan;Yedi kandilli Süreyya'yı uzatsam oradan;
Sen bu avizenin altında, bürünmüş kanına,Uzanırken gece mehtabı getirsem yanına, Türbedarın gibi tâ fecre kadar bekletsem;Gündüzün fecr ile avizeni lebriz etsem; Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...Yine "bir şey yapabildim" diyemem hatırana. Sen ki, son Ehl-i Salib'in kırarak savletini,Şark'ın en sevgili sultanı Selahaddin'i,
Kılıç Arslan gibi iclaline ettin hayran...Sen ki, İslam'ı kuşatmış boğuyorken hüsran, O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;Sen ki, ruhunla beraber gezer ecramı adın; Sen ki, a'sara gömülsen taşacaksın... Heyhat,Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihat...
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber!Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber."
Oğuz KÖRO?LUBir medrese hocası olan babası tarafından, doğumuna "ebced" hesabıyla tarih düşürülmüş ve "Rağıyf" adını almıştır; ancak Türk milleti, "Âkif" diye anmıştır Onu; ve "İstiklâl Şairi" olarak bilmiştir. Mehmet Akif Ersoy 1873'te, şehirlerin sultanı İstanbul'da doğmuş, 27 Aralık 1936'da yine aynı kentte Hakk'a kavuşmuştur. "Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım. Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!Kükremiş sel gibiyim; bendimi çiğner, aşarım; Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım!"Akif, vatan toprağının; bugün Avrupalılar, Batılılar dediğimiz devletler tarafından işgal ve istila edildiği "Milli Mücadele" yıllarında Tâcettin Dergahı'nın bahçesindeki toprağı avuçlayıp gözyaşları içerisinde haykırmıştı bu sözleri... O acı dolu günlerde Dergah'ın duvarlarına kazıdığı bu sözler, emperyalist ve hasis ruhlu İtilaf Güçleri "Geldikleri gibi gittikleri zaman" Türk Milleti'nin ruhuna kazınmıştı. Batı, vahşetin beşiğiYaşadığı devri, bütün genişlik ve derinliği ile şiirlerine yansıtmış, 20. Yüzyıl'ın ilk çeyreğinde Türk Milleti'nin içinde bulunduğu acıları, sevinçleri, ümitleri anlatmaya çalışmıştır Mehmet Âkif... Memleketin sosyal meseleleri, şâhit olduğu elem verici olaylar ve çilekeş Anadolu insanlarının hâlini, samimi üslubuyla dile getirmiştir. Milletin derdini dert edinen Akif; millet adına gülmüş, millet adına ağlamıştır. Birinci Dünya Savaşı, 1918'de imzâlanan "Mondros Mütârekesi" ile nihayete erdikten sonra, galip devletler, Türk vatanını parçalamak ve paylaşmak için dört taraftan saldırmaya başlamışlardı. Vatan müdâfaasının ehemmiyetini anlatmak için Anadolu'ya geçen Mehmet Akif, Savaş'tan bitkin bir halde çıkan Türk Milleti'ne moral aşılayarak Kuva-yı Milliye ruhunun yayılması için çalıştı. Düşman ordularının, işgal ettikleri Türk topraklarında halka yaptıkları zulümleri görünce son derece müteessir olan Akif, Batı'nın bu vahşetini; ve Batı'yı "medeniyetin beşiği (!)" olarak görenleri, en sert dille tenkit etmiştir. Bu duyguları, şiirlerine şöyle yansır:
"Medeniyet" denilen vahşete lanetler eder, Nice yekpare kesilmiş de sırıtmış dişler!.. Tükürün Ehl-i Salib'in hayasız yüzüne! Tükürün onların asla güvenilmez sözüne! Medeniyyet denilen maskara mahlûku görün: Tükürün maskeli vicdanına asrın, tükürün!"
Mehmed Âkif'in, Sırât-ı Müstakîm ve onun devâmı olan Sebîl-ür-Reşâd Mecmuası'nda çıkan yüz kadar muhtelif makalesi, elli kadar tercümesi ve şiirleri vardır. Şiirlerinde bâzan düşünce, bâzan duygu ön plandadır. Şiirlerinde bir taraftan millet, vatan, istiklâl, vatanseverlik gibi duygular; doğruluk, samimiyet, adâlet gibi ahlâkî değerler telkin ederken, diğer taraftan toplumların çökme sebebi olan riyakârlık, münâfıklık, korkaklık, dalkavukluk, tembellik, zulüm gibi fenalıklara şiddetle karşı çıkar. Samimiyetsiz, sahte ve taklitçi kişilikleri sevmemiştir.
"Ne irfandır ahlâka yükseklik ne vicdandır, Fazîlet hissi insanlarda Allah korkusundandır; Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havf-ı Yezdân'ın, Ne irfânın kalır tesiri katiyyen ne vicdânın."
Tanzimât'la başlayan ve hatta Osmanlı Devleti'ni yıkılışa kadar götüren Batılılaşma hareketine temkinli yaklaşan Mehmet Akif, Avrupa'dan sadece ilim ve teknik alanında alınabilecek bir şeyin olduğunu savunur; insanlık ve medeniyette ise Avrupa'nın ezelden "Haçlı Ruhu"na sahip olduğunu şiirlerinde işler.Âkif için, millî hasletleri olmayan insanlara güvenilmez. İlmi olmayan iman ve imanı olmayan bir ilim, işe yaramaz. Olaylar, Allah korkusu ile hizmet anlayışı arasında irdelenmeden, yanlışlara tedbir bulunmaz, onlardan ibret alınmaz. Milleti, ilim ve fen kurtaracaktır, çalışmak kurtaracaktır, birlik ve beraberlik kurtaracaktır:
"Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez; Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez. Ecdâdını zannetme, asırlarca uyurdu; Nerden bulacaktın o zaman eldeki yurdu? Dinlenmedi bir gün o büyük nesl-i mücâhit. Âlemde tevekkül demek olsaydı atâlet,Mirâs-ı diyânetle yaşar mıydı bu millet?"
"Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır" inancındaydı Akif. Haksızlığa tahammül ettiği ve hele menfaat peşinde koştuğu görülmemişti. Veteriner İşleri Müdür Yardımcılığı görevini yürüttüğü yıllarda, Veteriner İşleri Müdürü'nün yersiz bir karar ile azledilmesini içine sindiremedi ve "Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim" diyerek görevinden istifa etti. Bunun nedeni sorulduğunda, başkasına yapılan haksızlığı kendisine yapılmış gibi kabul ettiğini belirtiyordu:
"Hak namına haksızlığa ölsem tapamam, Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem. Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.Doğduğumdan beridir, âşığım istiklâle. Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale"
Akif'in ciğerini asıl yakan ise: vatandır, vatanın bağımsızlığıdır; cephede bu uğurda canlarını feda eden Mehmetçik'tir!.. Dönemin en ileri tekniğine sahip silah ve araçlarla Çanakkale'ye yüklenen düşman karşısında, Türk askerinin zaferden zafere koştuğunu en ücra köşedeki vatan evladına kadar ulaştırmak üzere kumandanlar tek tek telgraf başına çağrılır.Teşkilat-ı Mahsusa Reisi Kuşçubaşı Eşref Bey aranır. Eşref Bey, Anadolu Bağdat Demiryolu Hattı'nın son durağı olan "El-Muazzam İstasyonu"ndadır. Ve müjdeli haber verilir: "Çanakkale Muharebeleri'nde ordumuz muzaffer oldu. Düşman mağlup, mahcup ve mecruh (yaralı) olarak çekiliyor..."Haber bütün yurtta mutluluk yarattı. Tabii, El Muazzam'da da... Orada bulunanlardan biri, haberi duyunca Kuşçubaşı Eşref Bey'in boynuna sarılır ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Bu hıçkıran vatanperver, yüreği yanık memleket evladı Mehmet Âkif Ersoy'dur..Hıçkırık seslerinden doğan destan: Çanakkale ŞehitlerineVatan âşkıyla, Türk istiklâl ve hürriyet sevdasıyla dolu kalbiyle gözyaşlarına boğulan Mehmet Âkif, yavaşça kalabalığın arasından sıyrılır... Gerisini Kuşçubaşı Eşref Bey'den dinleyelim: "Ay bedir halindeydi. Çöl gecelerinin parlak yıldızlı semasını, zaferimizin şerefine aydınlatan ayın bu efsanevi ışıkları altında, Mehmet Akif, bu güneşi unutturacak kadar parlak çöl gecesinde sabahladı. İstasyon binasının arkasındaki hurmalığın içine çekildi. Sadece hıçkırıklarını duyuyorduk. İçli, derin hıçkırıklar... İşte, Çanakkale'ye lâyık o büyük destan, bu hıçkırıklar içinde meydana geldi " "Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?En kesif orduların yükleniyor dördü beşi...Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya, Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayasızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı, Nerde, gösterdiği vahşetle "bu bir Avrupalı";Dedirir: "Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi" Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yahut kafesi.
Şühedâ gövdesi bir baksana, dağlar taşlar...O rûkû olmasa, dünyada eğilmez başlar, Vurulmuş temiz alnından uzanmış yatıyor;Bir Hilâl uğruna yâ Rabb, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer. Ne büyüksün ki, kanın kurtarıyor Tevhid'i.Bedr'in aslanları ancak bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?"Gömelim gel seni tarihe!" desem, sığmazsın. "Bu, taşındır" diyerek Kâbe'yi diksem başına;Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına; Sonra gök kubbeyi alsam da, rida nâmıyle,Kanayan lahdine çeksem bütün ecramıyle; Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan;Yedi kandilli Süreyya'yı uzatsam oradan;
Sen bu avizenin altında, bürünmüş kanına,Uzanırken gece mehtabı getirsem yanına, Türbedarın gibi tâ fecre kadar bekletsem;Gündüzün fecr ile avizeni lebriz etsem; Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...Yine "bir şey yapabildim" diyemem hatırana. Sen ki, son Ehl-i Salib'in kırarak savletini,Şark'ın en sevgili sultanı Selahaddin'i,
Kılıç Arslan gibi iclaline ettin hayran...Sen ki, İslam'ı kuşatmış boğuyorken hüsran, O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;Sen ki, ruhunla beraber gezer ecramı adın; Sen ki, a'sara gömülsen taşacaksın... Heyhat,Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihat...
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber!Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber."
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.