Kimi aradığını buldu, kimileri hiç hatırlamaz oldu
Cenab-ı Hakk ile kullar arasında, ruhlar yaratıldıkları zaman, Elest Meclisi’nde bir ahidleşme olmuştu. Bir misak gerçekleşmişti. İnsan, her şeyin en güzeline, Güzeller Güzeline o demde şahit oldu
13.10.2024 08:39:00
Haber Merkezi
Haber Merkezi
"Ben gizli bir hazineydim, bilinmek istedim; mahlukâtı yarattım" buyurarak varoluş sırrını açıklayan Âlemlerin Rabbi Yüce Allah'a sonsuz hamd ü senâ, O'nun, âlemlere rahmet olarak gönderdiği Muhammed Mustafa'sına ve Ehl-i Beyt'ine sayısız salât ve onların kutlu yollarından yürüyen ve "görüldüklerinde Allah'ın hatıra geldiği" Hakk'ın dostlarına ve tüm güzel kullarına selam olsun…
Cenab-ı Hakk ile kullar arasında, ruhlar yaratıldıkları zaman, Elest Meclisi'nde bir ahidleşme olmuştu. Bir misak gerçekleşmişti. İnsan, her şeyin en güzeline, Güzeller Güzeline o demde şahit oldu.
Ruh, dünya sahnesine geldiğinde, beden içerisine hapsolup birçok perde ile perdelenince; insan, ruhunun, o Elest Bezmi'ndeki ahvaline hasret kaldı, aradı durdu. Kimi aradığını buldu, kimileri hiç hatırlamaz oldu.
Allah'ı zikir, işte insana ruhunun o misaktaki ahvalini hatırlama yolunu açar. Zikirden gâye olan hatırlama gerçekleşince, insan aslî varlığı ile bütünleşir. Artık Allah ile kul arasındaki perdeler kalkmıştır.
Kulluktan murat, ideolojik saplantılar ve nefsî-siyasî analizlerden dini tamamen uzaklaştırıp, ibâdetle ve kalbî boyutta Allah'a vâsıl olmaktır. Yani kulun kalp kulvarında Allah'a yürümesidir.
Tasavvuf, insanın gönül yoluyla Allah'a gitmesidir. Halk içinde Hakk'la beraber olmasıdır. İnsanın asıl gâyesi de budur.
Bu hâle insan ubûdiyetle, ibâdetle vâsıl olur. Tasavvuf, İslam'ın yaşanılır tarzıdır. İslam'ın yaşanılır hâl boyutudur. Bu, Resûlullah'ın (s.a.a.), sahabesinin ve özellikle de Ehl-i Beyt'inin hâlidir.
İslam dünyasında, tasavvufu hayatına en güzel tarzda geçiren millette, Türk Milletidir. Sahabe içerisinde de bu hayatı en mükemmel şekilde yaşayan Ehl-i Beyt'tir. Bir mânâda Ehl-i Beyt'in hâli kulluğun doruk noktada yaşanmasıdır.
Allah'ı bilmek ve O'na hakiki mânâda kul olmak, ibâdetler vesilesiyle mümkündür. Bütün ibâdetler Allah'ı zikir içindir ve zikir ibâdetlerin özüdür.
Yüce Allah, kendisini zikreden kullarına, "dostlarım ve sevgililerim" diye iltifat etmektedir. Bir kul için Allah tarafından, "dostlarım ve sevgililerim" olarak nitelendirilmekten daha değerli, daha büyük bir şey olmasa gerektir.
Böyleleri Allah'ın rızasına kavuşan kimselerdir. Zira her sevilen sevgilisinden ikram görür. Yüce Allah'ın ikram ve iltifatından daha yüce bir karşılık olamaz.
Her insanın kalbinden Allah'a bir yol gider. Fakat insanın Cenab-ı Hakk'a vuslatına iki engel vardır: Nefis ve Şeytan. İşte bu yolun önündeki engeller bunlardır.
Nefsin ıslahı gerekiyor. Yani insandaki hayvanî duyguların tezkiyesi gerekiyor. Nefs-i emmâre dediğimiz dünya, böyle bir dünyadır. Bunun tezkiyesi Hakk'ı çokça zikir ile mümkün olur.
Tezkiye, Allah'ı kalpte hâkim kılmaktır. Kulluktan asıl gâye de budur. Allah'ın tecellisinin, o nefsin ve kalbin üzerine gelmesidir. Ancak zikir ve kalbe gelen tecelliler yoluyla, insanın Allah'a varmasındaki önündeki nefis engeli aradan çıkar, kul Allah'a vâsıl olur.
İnsanın, Allah'a vâsıl olmasında önündeki bir diğer engel de Şeytan'dır. Allah'a varmak isteyen insan, gaflette olmamak ve Şeytan'ın vesveselerinden emin olmak için, dâima Allah'ı zikirle meşgul olmalıdır.
Kalbin salah bulması ancak zikrullah ile mümkündür. Zikrullahın hâkim olduğu kalp, Allah'ın tecelli ettiği kalptir, orası adeta beytullahtır.
Bir kalbe zikir yerleştiği zaman, oraya Şeytan yaklaşır ise çarpılır… Tıpkı insan, Şeytan'a yaklaştığı zaman çarpıldığı gibi.
Cenab-ı Hakk, çok zikredenlerin kurtuluşa erdiğini beyan ediyor.
Hz. Peygamberin "Âhir zamanda öyle fitneler zuhûr edecek ki kişi, mü'min olarak sabahlayacak fakat kâfir olarak akşamlayacak, mü'min olarak akşamlayacak ama kâfir olarak sabahlayacak; dini ise beş paralık dünya menfaati karşılığında satacaktır" diye haber verdiği âhir zaman fitnelerine, ancak böyle bir tezkiye ve kalp uyanıklığı ile karşı durabilir.
Risâlet nurunun sahibi olan Hz. Peygamber ve O'na vâris velâyet nurunun sahibi olan irşad ehli veliler, nefs tezkiyesi ve Allah'a vuslatta İlâhî vesilelerdir.
Şüphesiz ki hidâyet, Allah'tandır. Ancak resûller, nebiler ve veliler bu hidâyete vesiledir.
Cenâb-ı Hakk, hidâyet ve rahmetini enbiyâ ve evliyâ vasıtasıyla kullarına ulaştırmaktadır. Hidâyet ve rahmete ulaştıran başka bir kapının olmaması da yine âdetullah gereğidir.
Resûlullah'tan sonra imamet ve velâyetin şâhı İmam Ali'dir.
Yüce Allah, İmam Ali'nin yolundan ve soyundan ta velâyetin son sancaktarı İmam Mehdi'ye (a.s.) kadar mü'minleri dâima istikamet üzere yürütecek irşad ehli veliler lutfetmiştir.
Bu Allah'ın nasbı ve nasibiyledir.
Tezkiye edici olması, Peygamber Efendimizin en önemli vasıflarından bir tanesidir. İnsanları, küfürden, nifaktan, samimiyetsizlikten arındırıp, iman, ihlâs, samimiyet, ibâdet zevki kazandırıyordu. Bu hâlleri kazandırmak için sahabesinden bazılarına dua edip arınmalarına vesile olurken, bazen onlara virdler tarif ediyor.
Görevleri insanları irşad etmek olan insan-ı kâmiller, bazen dilleriyle, bazen elleriyle, bazen dualarıyla, bazen tarif ettikleri virdlerle, bazen ikazlarıyla, gönüllerdeki rahatsızlıkları tedavi edip insanların Cenâb-ı Hakk'a vâsıl olmalarına vesile olurlar.
Onlar, kullara Allah'ı hatırlatan Hak dostlarıdır. Kulları, Allah'a, Allah'ı da kullarına sevdirirler.
Onlarla beraber olmak bizi, Cenâb-ı Hakk'a yaklaştırır. Aksi takdirde ise kalbimiz fitne fücurla dolar. İbâdet ve istikameti terk ederiz; İslam adına avukatlık yapmış görünür ama hakikatte Şeytan'la dost-arkadaş oluruz.
İrşad vazifesinde "seçilmişliği" göz ardı edip baş olma sevdası içindeki bazı insanlar, kendilerini haklı çıkarmak için sahabe, Ehl-i Beyt ve hatta Peygamber Efendimizin bizzat kendisine iftiralar atmaktan, dinde olmayan şeyleri uydurmaktan çekinmemişlerdir. Bu, tarih boyunca yaşanmış ve hâl-i hazırda da yaşanagelmektedir…
Bu vesile ile Yüce Allah'ın sonsuz rahmet ve bereketini, O'nun seçkin elçisi Muhammed Mustafa'nın, Ehl-i Beyt'inin ve onların yâranları ve âhir zamandaki müjdecisinin şefaat ve himmetlerini niyaz ediyorum." Prof. Dr. Haydar Baş Trabzon / 2014n (Prof. Dr. Haydar Baş Dua ve Zikir eserinden)
Cenab-ı Hakk ile kullar arasında, ruhlar yaratıldıkları zaman, Elest Meclisi'nde bir ahidleşme olmuştu. Bir misak gerçekleşmişti. İnsan, her şeyin en güzeline, Güzeller Güzeline o demde şahit oldu.
Ruh, dünya sahnesine geldiğinde, beden içerisine hapsolup birçok perde ile perdelenince; insan, ruhunun, o Elest Bezmi'ndeki ahvaline hasret kaldı, aradı durdu. Kimi aradığını buldu, kimileri hiç hatırlamaz oldu.
Allah'ı zikir, işte insana ruhunun o misaktaki ahvalini hatırlama yolunu açar. Zikirden gâye olan hatırlama gerçekleşince, insan aslî varlığı ile bütünleşir. Artık Allah ile kul arasındaki perdeler kalkmıştır.
Kulluktan murat, ideolojik saplantılar ve nefsî-siyasî analizlerden dini tamamen uzaklaştırıp, ibâdetle ve kalbî boyutta Allah'a vâsıl olmaktır. Yani kulun kalp kulvarında Allah'a yürümesidir.
Tasavvuf, insanın gönül yoluyla Allah'a gitmesidir. Halk içinde Hakk'la beraber olmasıdır. İnsanın asıl gâyesi de budur.
Bu hâle insan ubûdiyetle, ibâdetle vâsıl olur. Tasavvuf, İslam'ın yaşanılır tarzıdır. İslam'ın yaşanılır hâl boyutudur. Bu, Resûlullah'ın (s.a.a.), sahabesinin ve özellikle de Ehl-i Beyt'inin hâlidir.
İslam dünyasında, tasavvufu hayatına en güzel tarzda geçiren millette, Türk Milletidir. Sahabe içerisinde de bu hayatı en mükemmel şekilde yaşayan Ehl-i Beyt'tir. Bir mânâda Ehl-i Beyt'in hâli kulluğun doruk noktada yaşanmasıdır.
Allah'ı bilmek ve O'na hakiki mânâda kul olmak, ibâdetler vesilesiyle mümkündür. Bütün ibâdetler Allah'ı zikir içindir ve zikir ibâdetlerin özüdür.
Yüce Allah, kendisini zikreden kullarına, "dostlarım ve sevgililerim" diye iltifat etmektedir. Bir kul için Allah tarafından, "dostlarım ve sevgililerim" olarak nitelendirilmekten daha değerli, daha büyük bir şey olmasa gerektir.
Böyleleri Allah'ın rızasına kavuşan kimselerdir. Zira her sevilen sevgilisinden ikram görür. Yüce Allah'ın ikram ve iltifatından daha yüce bir karşılık olamaz.
Her insanın kalbinden Allah'a bir yol gider. Fakat insanın Cenab-ı Hakk'a vuslatına iki engel vardır: Nefis ve Şeytan. İşte bu yolun önündeki engeller bunlardır.
Nefsin ıslahı gerekiyor. Yani insandaki hayvanî duyguların tezkiyesi gerekiyor. Nefs-i emmâre dediğimiz dünya, böyle bir dünyadır. Bunun tezkiyesi Hakk'ı çokça zikir ile mümkün olur.
Tezkiye, Allah'ı kalpte hâkim kılmaktır. Kulluktan asıl gâye de budur. Allah'ın tecellisinin, o nefsin ve kalbin üzerine gelmesidir. Ancak zikir ve kalbe gelen tecelliler yoluyla, insanın Allah'a varmasındaki önündeki nefis engeli aradan çıkar, kul Allah'a vâsıl olur.
İnsanın, Allah'a vâsıl olmasında önündeki bir diğer engel de Şeytan'dır. Allah'a varmak isteyen insan, gaflette olmamak ve Şeytan'ın vesveselerinden emin olmak için, dâima Allah'ı zikirle meşgul olmalıdır.
Kalbin salah bulması ancak zikrullah ile mümkündür. Zikrullahın hâkim olduğu kalp, Allah'ın tecelli ettiği kalptir, orası adeta beytullahtır.
Bir kalbe zikir yerleştiği zaman, oraya Şeytan yaklaşır ise çarpılır… Tıpkı insan, Şeytan'a yaklaştığı zaman çarpıldığı gibi.
Cenab-ı Hakk, çok zikredenlerin kurtuluşa erdiğini beyan ediyor.
Hz. Peygamberin "Âhir zamanda öyle fitneler zuhûr edecek ki kişi, mü'min olarak sabahlayacak fakat kâfir olarak akşamlayacak, mü'min olarak akşamlayacak ama kâfir olarak sabahlayacak; dini ise beş paralık dünya menfaati karşılığında satacaktır" diye haber verdiği âhir zaman fitnelerine, ancak böyle bir tezkiye ve kalp uyanıklığı ile karşı durabilir.
Risâlet nurunun sahibi olan Hz. Peygamber ve O'na vâris velâyet nurunun sahibi olan irşad ehli veliler, nefs tezkiyesi ve Allah'a vuslatta İlâhî vesilelerdir.
Şüphesiz ki hidâyet, Allah'tandır. Ancak resûller, nebiler ve veliler bu hidâyete vesiledir.
Cenâb-ı Hakk, hidâyet ve rahmetini enbiyâ ve evliyâ vasıtasıyla kullarına ulaştırmaktadır. Hidâyet ve rahmete ulaştıran başka bir kapının olmaması da yine âdetullah gereğidir.
Resûlullah'tan sonra imamet ve velâyetin şâhı İmam Ali'dir.
Yüce Allah, İmam Ali'nin yolundan ve soyundan ta velâyetin son sancaktarı İmam Mehdi'ye (a.s.) kadar mü'minleri dâima istikamet üzere yürütecek irşad ehli veliler lutfetmiştir.
Bu Allah'ın nasbı ve nasibiyledir.
Tezkiye edici olması, Peygamber Efendimizin en önemli vasıflarından bir tanesidir. İnsanları, küfürden, nifaktan, samimiyetsizlikten arındırıp, iman, ihlâs, samimiyet, ibâdet zevki kazandırıyordu. Bu hâlleri kazandırmak için sahabesinden bazılarına dua edip arınmalarına vesile olurken, bazen onlara virdler tarif ediyor.
Görevleri insanları irşad etmek olan insan-ı kâmiller, bazen dilleriyle, bazen elleriyle, bazen dualarıyla, bazen tarif ettikleri virdlerle, bazen ikazlarıyla, gönüllerdeki rahatsızlıkları tedavi edip insanların Cenâb-ı Hakk'a vâsıl olmalarına vesile olurlar.
Onlar, kullara Allah'ı hatırlatan Hak dostlarıdır. Kulları, Allah'a, Allah'ı da kullarına sevdirirler.
Onlarla beraber olmak bizi, Cenâb-ı Hakk'a yaklaştırır. Aksi takdirde ise kalbimiz fitne fücurla dolar. İbâdet ve istikameti terk ederiz; İslam adına avukatlık yapmış görünür ama hakikatte Şeytan'la dost-arkadaş oluruz.
İrşad vazifesinde "seçilmişliği" göz ardı edip baş olma sevdası içindeki bazı insanlar, kendilerini haklı çıkarmak için sahabe, Ehl-i Beyt ve hatta Peygamber Efendimizin bizzat kendisine iftiralar atmaktan, dinde olmayan şeyleri uydurmaktan çekinmemişlerdir. Bu, tarih boyunca yaşanmış ve hâl-i hazırda da yaşanagelmektedir…
Bu vesile ile Yüce Allah'ın sonsuz rahmet ve bereketini, O'nun seçkin elçisi Muhammed Mustafa'nın, Ehl-i Beyt'inin ve onların yâranları ve âhir zamandaki müjdecisinin şefaat ve himmetlerini niyaz ediyorum." Prof. Dr. Haydar Baş Trabzon / 2014n (Prof. Dr. Haydar Baş Dua ve Zikir eserinden)